- 996 Okunma
- 2 Yorum
- 2 Beğeni
İLK MAĞLUBİYET: ISSIZLIĞA TESLİM OLMAK
Okuduğunuz yazı Günün Yazısı olarak seçilmiştir.
Onunla aynı şehirde olmayı çok isterdim. Çünkü dostluk kelimesinin içini onunla dolduruyordum. İşyerinde, dışarıda, günlük hayatın herhangi bir yerinde o kadar çok insanla tanışıyor ve ilişki içerisinde oluyoruz ki ertesi gün bu ilişkilerin yaşam alanlarımızda sürdürülmesi gereken zorunlu ilişkiler olduğunu anlıyor ve o yüzden bu ilişkilere gereğinden fazla anlam yüklemiyoruz. Bu şekilde etrafımızda olan veya bizim etraflarında olduğumuz insanları arkadaş ya da tanıdık olarak tanımlıyoruz. Ama dostluğun evrensel anlamı, gücünü, yara almış hayalleri iyileştirme yeteneğinden alır. Gülcan’la aynı şehirde olmamamıza rağmen birbirimize sesimizle sarılıyorduk. Çünkü dostluğun aşktan daha vefalı olduğunu anlayacak yaşa gelmiştik. Biliyorduk ki: Aşk patentli insanlar hayatımıza hızla giriyor ve aynı hızda çıkıyorlar. Geride ayak izleri kalıyor sadece, içi kelimelerle dolu ayak izleri. O içi boşalmış kelimeler göğsümüzü anı hurdalığına döndürüyor.
Cinsiyet dostluğun gerçek anlamını değişikliğe uğratmaz. Kadın veya erkek olması önemli değildir. Çocukluk yıllarımda önemli dostlarım, vazgeçilmezlerim vardı. Hulusi, Şerif, Yaşar ve Mehmet. Neredeyse her günümüz beraber geçerdi. Hatta günün büyük bir bölümü… Ergenlik yıllarında da aynı şekilde bu dostlarım yerlerini korudular. Kopuş olmadı hiç. Birbirimize bağlılığımız inanılmaz derecedeydi. Okulda teneffüs saatlerinde mutlaka bir şekilde bir araya gelir o kısacık anları keyifli kılmanın yollarını bulurduk. Okul dışındaki saatlerde her zaman bir planımız vardı. Beş kişiydik. Ama her zaman beşimiz bir araya gelemiyorduk. Randevuları hiç aksatmayan ben ve Hulusi’ydik. Diğerlerinin bazen ailesiyle ilgili işleri olurdu. Ama bu gün boyu sürmezdi. Gün içerisinde mutlaka eksiksiz toplanırdık.
Hulusi çok iyi top oynardı. İleriki yaşlarda birkaç takımda futbol oynadı ve bunda başarılı da oldu. Daha sonra memurluk hayatı başladı ve futbola seyirci olarak devam etti. Hulusi özgüveni yüksek bir çocuktu. Her zaman da öyle oldu. Aynı sınıftaydık. Onunla çok iyi dost olmamıza rağmen sınıfta gizli bir rekabet de vardı aramızda. O tarih dersinde çok iyiydi, ben de Türkçede ondan iyiydim, hatta okulun en iyisiydim. Bir de resim dersinde Hulusi beni geçmeye çalışırdı ama bu mümkün değildi. Çünkü resim yetenek işiydi. Hulusi’de o yetenek yoktu. Bazen “oğlum sen nasıl yapıyon len bu resimleri!” dediği olurdu, gülerdim ben de. Ortaokulda resim hocamız “eğer güzel sanatlara gitmezsen sana hakkımı helal etmem!” demişti. Ona söz verdim ama sözümü tutamadım. Bu bile içimde o acı akışının bir parçası olarak durur orada ve en olmadık zamanlarda gözümün içine bakarak kendini hatırlatır. Çünkü bir düşlerin ressamı adayı olarak resim yapmayı bırakmak dünyanın çirkin yüzüne dönmektir yüzünü. Resim çıkışsızlığa ve karanlığa hayır diyebilmenin en renkli yoludur. Böyle bir yolun sana hediye edildiğini bildiğin halde bu yola sırtını dönüp aksi yönde ilerliyorsan ruhunu ıssızlığa teslim etmişsin demektir.
Hulusi ile dostluğumuz aynı ölçekte yirmili yaşlara kadar devam etti. O yaştan sonra bitmedi tabii, sadece şekil değiştirdi. Çocuklukta geçim derdi, gelecek kaygısı ve para problemi yoktu. Daha doğrusu parayla yapılacak şeylere ihtiyacımız yoktu. Özgürlüğün zirvesindeydik o küçük yaşamlarımızda. Biz yoksul değildik, babalarımız yoksuldu. Sefaletin kucağına itilmiş babalarımız. Göçmen babalarımız. Aşklarını yaşayamamış babalarımız. İsyan etmeyi öğrenemeyen babalarımız. Kaderini kabullenmiş babalarımız. İnsanın çürüyebileceğini asla düşünmediğimiz yıllardır çocukluk ve ilk gençlik yılları. Hulusi ile zorunlu ayrılığımız onun başka bir yerde iş bulması ve artık orada kalmasıyla başladı. Arada sırada görüşüyor, eski günleri anıyorduk ama Hulusi artık başka bir çevrede, yeni ilişkiler kurmuş, geliştirmiş biriydi. Futbol sayesinde de arkadaş profili değişmişti. Her şeye rağmen bağımız kopmadı. Bir düğüne, şölene veya buluşmaya katılmam gerektiğinde ondan ceketini ödünç aldığım günler oldu. Onunla zaman zaman görüşüyoruz hâlâ. Duygu (eski karım) beni terk ettikten sonra yanımda olmuştu ve iyileşmemde onun da payı vardır. İnsan iyileşmiyor tabii, iyileşme taklidi yapıyor. İyi bir taklitçi olmuştum. Çünkü bu lanet toplum hasta olduğunu bildiği insanı daha da hasta etmek için ona ucu ateşli oklar yolluyor.
Şerif… Şerif ile evlerimiz yakındı. Diğerlerine göre en fazla onu görürdüm evlerimizin yakınlığından. Şerif biraz içine kapanıktı. Çok konuşmazdı herkes bir aradayken. Ama ikimizken onu tutana aşk olsun. Yalnızca ikimizin kaldığı bazı zamanlarda meydandaki tren yolu boyunca volta atardık. Tren yolunun karşısında sevdiğim kızın evi vardı. “Ya Özgürcüm yeter artık, tabanlarım şişti amına koyam, çıkmıyor kız işte pencereye!” derdi. “Tamam, Şerif, son bir tur, bak perde kımıldadı, Allah belamı versin kımıldadı, yeminle bakacak bu sefer!” derdim ben de. Adı Filiz’di kızın. Akşama kadar da volta atsak orada Filiz pencereye çıkmazdı. Ne ertesi gün ne de diğer günler hiç çıkmazdı. En azından benim için çıkmazdı. Çünkü Filiz’in benim varlığımdan haberi bile yoktu.
Şerif:
“Oğlum bak, Özgür, yapacağın bir şey var, önümüzdeki hafta bayram, bayram sabahı evlerine git, Yüksel Amca’nın elini öp, bayramını kutla, o sırada Filiz’i de görmüş ve onun da bayramını kutlamış olursun. Hatta bayramlaşırken ani bir manevrayla kibrit kutusundaki mektubu verip aşkını ona ilan edersin. Böylece biz de burada günde beş saat aptal aptal volta atmaktan kurtuluruz. Ayaklarımız yerine kibrit kutuları konuşmuş olur, nasıl fikir!”
Özgür:
“Oğlum iyi fikir de benim elim ayağım dolaşır birbirine, beceremem, hem önce bakışlarla işi bitireyim, garantiye alayım, sonra mektup faslına geçeriz, ya kız beni kabul etmezse, o zaman boku yerim lan!”
Şerif:
“Bana güven sen, planı ben yapacağım, tıkır tıkır işleyecek göreceksin, bu kız seni sever, senin gibi karizmatik, iyi resim yapan birini hiçbir kız geri çevirmez, inan bana.”
Özgür:
“Tamam lan, haklısın, beni sevmesi lazım, yakışıklıyım, kırmızı tişörtü giyeyim değil mi, kızlar kırmızı tişörtten etkilenirler, altına kahverengi pantolonumu giyeyim, birbirine uyum sağlar.”
Şerif:
“Oğlum, senin kahverengi pantolonundan başka pantolonun yok ki, hem tişörtün de iki tane, ikisi de kırmızı.”
Ertesi hafta planı devreye kattık. Bayram sabahı tren yolunun karşısındaki görkemli evlerinin kapısında Şerif’le beraber kapının ziline bastık. Yaşar, Mehmet ve Hulusi hemen ilerideki çınarın altında bekliyorlar, belki de için için gülüyorlardı bize. Kapıyı Filiz açtı. Yüksel amca yani Filiz’in babası da geldi. Ben hemen Yüksel Amca’nın eline sarılıp öptüm ve bayramını kutladım. Elinde şeker ve kolonya ile “hoş geldiniz bakalım çocuklar, el öpeniniz çok olsun!” Yüksel Amca Şerif’le bayramlaşırken ben o anda ustalık gerektiren bir manevrayla içinde mektup olan kibrit kutusunu Filiz’e fırlatıverdikten sonra Yüksel Amca’ya döndüm yeniden. “Ohh be, beklediğimden de kolay oldu!” dedim içimden kasıla kasıla. Aşk ustasıydım artık. Mektuplar ülkesinin başkanıydım. Hemen o anda, oracıkta, gelecekle ilgili bir sürü hayal kurdum. Ev, tavşan, panjur, pembe ve çocuklar geçiyordu o hayallerin içinde. Galibiyetin verdiği özgüvenle tam gitmek üzereyken Filiz’in yarı ağlamaklı çığlığını duyduk: “Baba bu çocuk bana mektup verdi!” dedi. Şerif’le birbirimize baktık şaşkınlıkla. “Eyvah, şimdi sıçtık!” diye mırıldanarak ikinci kattan aşağıya merdiven basamaklarını dörder dörder indik ve arkamıza bakmadan kaçtık oradan. Yüksel Amca’nın arkamızdan “sizi haydutlar!” diye öfkeyle yankılanan bağırışı uzun bir süre gitmedi kulağımızdan. Sonra Şerif’e dönüp “oğlum zaten kız güzel değilmiş!” diyerek teselli bulmaya çalışırken aynı zamanda kendimi de kandırıyordum. Çünkü kız çok güzeldi. İleride çok daha güzel olacaktı. Tren yolunun karşısındaki meydanın o en görkemli, turuncu boyalı evin yakınından bile geçmedim bir daha. Bu ilk mağlubiyetimdi.
YORUMLAR
Zafer için bazen kahverengi pantolon kırmızı tişört yetmiyormuş :)
İnşallah Şerifi bir daha dinlememişsinizdir.
Dostluklar güzeldir hele de eski dostlar şimdilerde tanış olmanın ötesine geçemiyoruz maalesef.
Güzel anılardı tebessümle okudum.
Gönlünüze sağlık. Hayırlı bayramlar.
Dramatik Buluntular
Teşekkür ederim
Sevgiyle kalın...
Turuncu gemiler ve Tren garlarındaki turuncu evler benim için semboldür. Ve daha önce şiirlerimden de "turuncu yanaklı çocuklar" turuncu kefen ve Ve nihayet Turuncu rengin aşığıyım..
Elilere yaş bastığım şu günlerde çocukluğumu ve ilk aşık olduğum anlar gözümün önüne geldi ve ben aşık olduğum kıza bir kolye vermek için aylarımı almıştı ve kolye verdiğim kız, kolyemi kabul edip teşekkür etmişti fakat ben bir daha onu göremedim çünkü kızın yaşadığı yerden 90 km uzaklıkta bir başka şehirde yaşıyordum. ona gitmek için yol parasını bulamıyordum çünkü babam yoksuldu ve ben kahrolmaktan başka iyi bir şey yapamıyordum.
Artık ilk mağlubiyet miydi yoksa benim beceriksizliği miydi bilemiyorum; hala onu özlüyorum, arıyorum fakat nerde yaşadığını da bilmiyorum.
Anlatamadıklarımı veya unutulmaya yüz tutmuş anılarımı bu yazıyla hatırlamanın sevincini yaşadım. Yazar, okuyanın her zaman rehberidir ve siz her zaman olduğu gibi muhteşemsiniz.
Çok güzel anı-öykü ve kelimeleri çok boyutlu anlamlandırmaktan çok ustasınız, çokça etkileyiciydi...
TÜM Yüreğimle
Yüreğinizi selamlıyorum
Dramatik Buluntular
Güzel yorumun için teşekkür ederim
Sevgiler...