- 761 Okunma
- 0 Yorum
- 0 Beğeni
KARASU
KARASU
Yalnız yaşamayı sevmiyordu. Herkes gibi yuvası, eşi, çocukları olsun istiyordu. Fakat yaşadıkları onu bu en temel isteklerine fırsat vermemişti. Yalnızlığı bu yüzden istemeden kabullenmişti. Fakat, burada insanlar, kendileri kadar aileleri, hatta akrabaları için yaşarlardı. Çünkü coğrafya, yalnız yaşayanların coğrafyası değildi.
Harun, kalabalık bir ailenin dört oğlundan üçüncüsüydü . Ticarete yatkın olan aile fertleri gibi, o da kendi başına birkaç iş denemesinden sonra bakkallıkta karar kılmıştı. Kendisine bakmazdı. Ne zaman toplum içine çıksa üstü başı dağınık, saçı sakalına karışmış bir görüntüsü vardı . Dostları kendisine çeki düzen vermesini isteseler, ya duymazdan gelir veya “ Bu benim hayatım” der geçerdi. Bu kart delikanlı, orta boylu, zayıf ama fiziği düzgün bir kişiydi. Otuz yaşını çoktan aşmış olmasına rağmen hâlâ evlenmemişti. Bu hali onun çevresince yadırganmasına yol açıyordu. Kinayeler, alaylar, bir işe yarmaz olmuştu. O her şeye razıydı. Yaşlı anası ve babasıyla yaşamak, ona yetiyordu.
İyi bilenler anlatıyordu: on iki yıl kadar önce bir kıza gönül vermiş, fakat nafile. Birçok hüzünlü aşktaki gibi kızı başkasına vermişlerdi. Çok sevmesine rağmen, bunu da dert etmedi veya öyle göründü. O zamandan sonra bambaşka biri oluverdi. Artık davranışları daha ağır ve olgun, dünyaya ilgisi altmış yaşında bir adamınki gibiydi. Gelen gidenlerle sohbet eder, yaşlı adamlara hürmet etmenin yanında, onlarla asker arkadaşı gibi ahbaplık ederdi. Bir radyolu teybi vardı ki bu, onun dünya ile en büyük bağlantısıydı neredeyse. Yaşıtları gibi neşeli müzik dinlemekten hoşlanmaz, yalnızlığını hep içli şarkı ve türküleri dinleyerek geçirirdi.. Yanık sesli sanatçıların söyleyişlerinden müthiş bir haz alırdı…
Kış denince akla her bölge için ayrı ayrı manzaralar gelir. Her yer, az çok soğuk olur, ancak bu şehirde zemherinin karasını yaşamadan kış bitmez. Önce dağlar ve zirveler, yaşlı bir adamın saç ve sakalı gibi ağarır. Sonra, Aralıkla birlikte kışın hiç şakası yoktur. Evlerin çatıları, yollar, ağaçların başları birer gelinlik gibi beyaz örtülerini giyiniverirler. Rüzgarlar da insanın yüzüne bir tokat gibi iner. Koca kavak ağaçlarının birden çatlayıp devrildiği görülür. Ayağı kayıp düşenler, aracı buz tutmasın diye gece gündüz araç çalıştıranlar, kurnayı açık bırakmadığından çeşmesi buz tutup, aylarca susuz kalanlar... Çünkü kış tam anlamıyla tabiatın ve hayatın ölümüdür. Diriliş için baharı beklemek gerekir.
İki yıldır Harun yalnızlıktan kurtuldu. Öğretmen Namık Bey, sabah akşam ona takılıyordu. Bu adam, şehirdeki okullardan birinde çalışıyordu. Namık Bey’in gurbeti, Harun’un ise memleketinde gurbeti yaşaması bu iki insanı birbirine yaklaştırmıştı. Harun’un ailesi bu durumdan çok memnundu. Ağabeyleri, ona, evlenmesi için Harun’a baskı yapmasını söylüyorlar, kendilerine yardımcı olmasını rica ediyorlardı.
İkinci yılın bir sonbahar günü, Namık Bey de onu üzdü. Diğer öğretmen arkadaşlarıyla şehrin çok uzak bir yerine göç etmişti. Arkadaşları depreme dayanıksız ve farelerin cirit attığı bu köhne evde yaşamaması gerektiğini, kendilerinin durduğu konforlu evlerinde, birlikte yaşamayı ona inandırmışlardı. Harun, bu can dostu bildiği adamı kaybetmenin hüznüyle, eski günlerine dönüvermiş, yeniden hayata küsmüştü. Bu olayın üzerine bir başka acı eklendi: Harun’un teybi kaybolmuştu. Günlerce aradı, emniyete bildirdi, sonuç yoktu. Nihayet on beş günlük bir iz sürmenin ardından teybine kavuştu, yapanı da yakalattı. Teybine kavuşmanın sevinciyle ona sarıldı ve çocuğu gibi öptü, ağladı.
Namık Bey, iki ay geçmesine rağmen, eski mahallesine hiç uğramamıştı. Harun, dostunun vefasızlığına gücendi. Sanki Mevlana’nın Şems’i kaybetmesi gibi içi yanıyordu. Bazen okuluna gidip onu ziyaret etmeyi düşünüyor, ancak “bunu o yapmalı” diyerek, kendisini bundan vazgeçiriyordu. Bir gün beklediği şey kendiliğinden oldu. Nihayet Namık Bey gelmişti. Harun, sitem etmeden, ancak dostuna da üzüntüsünü hissettiren bir ses tonuyla:
-E Dostum, rahatın nasıl orada, yeni yerin rahat mı? diye sordu.
-Her türlü konfor var, fakat buraları çok özlüyorum Harun, dedi genç adam.
-Ben de akşamları hiç çalışmıyorum, dükkanı erkenden kapatıyorum; eski günlerimizi çok arıyorum, diyerek duygularını açığa vurdu Harun.
Namık Bey’in korktuğu bir şey vardı: boşalttığı evin başkası tarafından kiralanması ihtimali. Gerçi kaldığı bir evi vardı, ama bu eski mekanı tıpkı bir akraba gibi karşısında duruyordu.Hiç aklında olmamasına rağmen, iki aydır uğramadığı bu eski mahalleye gelince, ölen babasını bulmuş gibi burnunun direği sızlamıştı. Çaylarını yudumlarken Namık Bey birden :
-Benim çıktığım evi tutan oldu mu? diye sordu.
-Hayır boş . Ne yapacaksın?
-Ya diyorum ki, ben tekrar gelsem? Genç adam söylediğine kendisi de inanmıyordu. Harun hayretle başını kaldırdı:
-Niçin? Kaldığın yer kötü mü ?
-Hayır her şey var. Arkadaşlar da iyi ama ben burayı, sizleri çok sevmişim. Kendimi orada sürgünde gibi hissediyorum . Geri gelmemi ister misin?
-Dünyalar benim olur Dostum, dedi Harun. Ben ev sahibine söylerim. Evi temizletsinler.
Sevinçten başı dönmüştü.
-Ama dur bakalım. Ben arkadaşlara söylemeliyim. Ayrıca kış için yakacak malzemem de yok.
-Buluruz kardeşim, dedi Harun. Yeter ki sen gel!
Namık Bey Şubat ayının en şiddetli zamanında eski yerine geri döndü. Sıcacık rahat bir eve soğuk sobasız bir evi tercih etmişti. Elektrikli battaniye ve elektrikli soba ile dondurucu soğukta hayatta kalma mücadelesine razı olmuştu. Adeta sürgün hayatı bitmiş, vatanına dönmüştü. Çünkü bu yeri ve arkadaşı için her şeye değerdi.
Burada baharın sevinciyle sıkıntıları birlikte yaşanır. Önce yavaş yavaş toprak görülmeye başlanır. Bununla birlikte eriyen karlar düzlüklere bir sel olarak inmeye başlar. Bu sular günlerce boz bulanık akar, akar. Şehrin caddelerindeki su arkları , ağzına kadar dolup adeta ırmaklarla yarış ederler. Yeterli alt yapı şebekesine sahip olmayan sokaklarda çizmesiz yürümek hemen hemen imkansızdır. Karasu ırmağı bu hareketliliğe daha fazla ilgisiz kalamaz koltukları kabaran mağrur adamlar gibi taşar, şişer ve coşar. İnsanlar, baharla birlikte çok sevdikleri “ uçkun”a da kavuşmanın sevincini yaşarlar. Sonra lâleler. Divan şiirlerine konu olan, şairlerin baş tacı çiçeklerin sultanı kızıl laleler… bu topraklarda benzersizdirler. Günlerce solmayan bu eşsiz çiçekler, yarin dudağı, kanlı göz yaşıdır adeta.
Harun dükkanının bulunduğu cadde boyunca dikilen kavak, söğüt gibi ağaçların bakımına çok önem verir. Gerçi bir çoğu çocuklarca sökülür ve bir sonraki yıla pek bir ağaç kalmaz. Fakat o yine de her yıl tekrarlanan bu törenden bıkmaz. Son günlerde de dükkanına daha bir özenle bakmaya başladı. Dükkanının önüne kürsü denilen üstü “u” harfini andıran kötürge sandalye karışımı oturaklardan üç *beş tane atıyordu. Yaşça büyük kişileri oturtup onlarla *dikkatlice sohbet ediyordu. Bunu sık sık yapmaya başlamıştı. Artık sakallarını düzenli bir biçimde kesiyor, güzel kokulardan sürünüyordu. Bu fevkalade bir durumdu. Onu yakından tanıyanlar bu durumu rahatlıkla fark edebilirdi…
O gün Harun pek sıkıntılıydı. Sık sık saatine bakıyor komşusu öğretmenin gelmesini bekliyordu. Böyle akşam vakitleri onun gelmesini iple çekerdi. Bazen yiyecek bir şeyler hazırlar,birlikte öğün savuştururlardı. Ancak bu seferki bekleyiş diğerleri gibi sıradan değildi. Beklediği adam gelir gelmez dükkanın içine girdiler. Genç öğretmenin çantasını dükkana koyup, çaycıya iki çay söyledi. Harun’un ailesi, ileriki mahallede Harun’un beğendiği ve anlaştığı bir kızı istemeye gidecekti. Namık, arkadaşını evlenmeye ikna etmişti. Harun’un ailesini kahreden hali nihayet son bulacak, hayatı bir düzene girecekti...
Namık Bey sabahleyin kapının ziliyle uyandı. Pencereden baktı, Harun “ Aç kapıyı” diyordu… İçeri girdi . yorulmuş, bitmiş, tükenmiş bir görüntüsü vardı.
-Hayırdır? Sen bu vakitte dükkanda olurdun. Açmadın mı?
- Hiçbir şey yok gözümde. Bizim iş olmamış.
-?….
-Ne kötü bahtım varmış. Şu hale bak !
-Ne demişler ?
-Bizim kız nişanlıdır, demişler. Babam kızmış annemin yanında “Bana bu yaştan sonra bir de nişanlı kız istetti” diye.
-Ama nasıl olur, kızın kardeşleri bile istiyordu.
-Ben de anlamadım, dedi Harun. Yalnız, böyle olmamalıydı.
-O zamanla hallolur dedi genç öğretmen .Daha başkasını bulursun, ama o halde neden sizinkileri kabul ettiler?
-???
Baharın, kar yağan soğuk bölgelerde daha derin yaşandığı söylenir. Burada da bu yıl karlar erimiş, kar suları adeta bir halayık gibi bütün şehirle birlikte sokakları yıkamıştı. Tabiat yavaş yavaş canlanmaktaydı. Dağlar yeşilin her tonuyla insanları adeta büyülüyordu. Şehrin etrafındaki ve yakınındaki meyve ağaçları çiçeklerini açmış, kalkan karın yokluğunu belli etmiyorlardı. Ahırdaki hayvanlar bile, uzun kışın mahrumiyetinden kurtulup, dışarı çıkmanın sevinciyle bayram ediyorlardı. Uçkunlar çarşıda boy göstermeye başladı. Köylüler yolların açılması ile birlikte şehre akın etmekteydiler. Kar onlar için bir rahmetti, bereketti. Tedbir alınmadığında da bir felaketti. Karda donanlar, çığ altında kalanlar, doğum yaparken ölenler…uçsuz bucaksız dağlar, yüzyıllardır böyle nice acıklı hadiseler insanların hafızasına yerleşmiş kalmıştır.
Bahar ayının gelmesi, Harun’u birkaç yönden memnun eder. Birincisi; köylüler bir çok alış *verişi ondan yaparlar. İkincisi; ağaçlarını budar ve geleceği için büyük umut beslediği bu ağaçların gelişmesi onu çok mutlu eder. Fakat, bu bahar ayı onun burnundan gelmişti. Önce şehirde meydana *gelen şiddetli fırtına başkalarının evi gibi onun evinin de çatısını alıp götürmüştü. Gökten simsiyah yağmur yağıyordu. İnsanlar bunu Amerika-Irak savaşındaki yanan petrole bağlıyorlardı. Sonra evlilik teklifinin geri çevrilmesi ona son darbe olmuştu.
Bir bahar günü kuşluk vakti, Harun, dükkanında beklerken içeriye orta boylu esmer bir kadın girdi.
-Oğlum Harun, seninle konuşmaya geldim, dedi
!....?
Bu kadın istettiği kız Zühre’nin annesiydi.
-Söyleyeceklerimi söyleyeyim oğlum, ondan sonra gideyim. Gelen giden olmadan sözümü bitireyim, dedi.
Harun’un yer göstermesine rağmen:
-Yok , ben oturmayayım. Kulağıma kadar geldi. Bize beddua edip kendin kahroluyormuşsun. Şimdi sözümü iyi dinle!:Ben sana kızımı seve seve verirdim. Fakat, senin bilmediğin bir şey var. Bundan kaç yıl önce benim kocam bir cinayete karıştı. Karşı taraf Zühre’nin kan bedeliyle kendilerine verilmesi karşılığında kan davamızdan vaz geçeriz, dediler. Benim kızım bu hadiseye kurban oldu. Onun için sana derim ki ;istersen kaderinize razı olup nasibini başka yerde ara ; istersen kızımı al kaçır hepimizi öldürt! Kendin bilirsin.
Harun bir iki dakikada belki de bütün ömrünce yaşayacağı en ağır sarsıntıyla ne yapıp ne diyeceğini bilemedi.
- Kızınızı bundan sonra içimden söküp atmaya çalışacağım. Bunu kimseden korktuğum için değil, sizlerin başına bir şey gelmesin diye söylüyorum. Canınız sağ olsun, dedi.
***********************************************
Serin nisan günlerinden biriydi. Bulutlar bir gün önceki yağışın ardından dağılmamış, adeta yeniden yağmak için toplanmaya çalışıyordu. Karadeniz, her zamanki gibi hırçın ve öfkeliydi. Açıkta tek tük teknelere rastlanıyordu. Bahar ayının gelmesiyle ağaçlar denizin mavisine inat, yeşilin her türlü tonunu yine gururla sunmaya başlamıştı. Namık Bey, iki yıl önce geldiği bu yere az çok alışmıştı. Gerçi Doğu’nun sert ve soğuk ikliminden gelmiş olmasına rağmen Karadeniz’in yağışlı ve nemli havası onu bazen yatağa düşürüyordu. Ama o yine de halinden şikayetçi değildi. Daha önce görmediği, yaşamadığı bir çok ilginç şeyi tanıma fırsatı bulmuştu: Taze balık, bol fındık, tarih kokan mekanlar, hayatla iç içe olan deniz. Ve onun bir parçası olan Şehzadeler şehri.
Son zamanlarda Kafkasya ve Rusya’dan gelenler şehrin insan dokusunu değiştirmeye başlamıştı. Çok çeşitli ve ucuz ürünler ve bunları sergileyen insanlar… İşte bu noktadan sonra her şey o kadar masum değildi. Anadolu’nun bu örf ve adetlerine derinden bağlı insanlarından bazıları gelen ticari mallardan çok, bunları getiren insanlarla ilgilenmeye başladılar. Birkaç yıl içerisinde toplumun içine düştüğü durum vahimdi. Aileler parçalanıyor, genç kuşak bambaşka bir kimliğe bürünüyordu. Eşler arasındaki güven çok ağır yaralar almıştı. Erkekler yabancı kadınlarda sahte mutluluk ve macera arıyor, ocaklar sönüyordu.
Namık Bey, okuldaki öğrencilerini zaman buldukça uyarırdı...Gördüğü manzaralar onu bu konuda hayal kırıklıklarına uğratmıştı…
Burada dost sohbetleri, şehir turu, civar illere seyahat derken zaman su gibi akmış, iki yıl geçmişti. Şehrin eski kısmında iki odalı bir ev tutmuştu. Yalnız olduğu için bu iki oda ona fazlasıyla yetiyor, hatta bazen misafir bile kabul ediyordu. Zaman zaman civar illere gezmeye gider ,bunun haricinde şehirden ayrılmazdı.
O gün teneffüs ziliyle birlikte öğrenciler kendilerini dışarı atmıştı. Namık Bey adeti olduğu gibi o teneffüste de öğrencilerin getirdiği Matematik sorularını çözüyordu. Yine masasının etrafı öğrencilerce çevriliydi. Bir ara nöbetçi öğrenci kalabalık içinden başını sokarak kısık sesiyle haykırdı:
-Hocam, iki ziyaretçiniz var!
-Kimmiş yavrucuğum?
-Bilmiyorum hocam, öğretmenler odasında bekliyorlar, diyerek söylendi. Giderken Namık Bey:
-Şu soruyu çözeyim, geliyorum oğlum. Söyle, beklesinler, diye ilave etti.
Öğretmenler odasına girdiğinde gördüğü ani şokla sarsıldı. Karşısında yıllar önce unuttuğu bir masalın kahramanları bekliyordu… Harun ile bir kadın . Harun ‘a hasretle sarıldı.
-Bunu neye borçluyum? Diye kulağına fısıldadı.
- Öncesini biliyorsun, dedi arkadaşı.
Bir saat daha dersim var. Beni burada bekleyin diye tembih ederek ayrıldı.
…………….
Mayıs ayıyla birlikte kış kesin olarak geride kalmıştı. Karadeniz’in derinliklerinden gelen deniz kokusu, baharın gelişiyle dağları kaplayan kır çiçeklerinin kokusuna karışıyor; sert mizaçlı Karadeniz insanının gönüllerinde gizli kalan duygularını açığa çıkarıyordu. Şehrin trafiği sahil boyunca doğuya ve batıya akmaktaydı. Namık Bey, o gün öğleyin okul çıkışı evine geldi. Evdeki misafirler çıkmadan önce en son hazırlıklarını yapıyordu. Harun ve Zühre bir aydır misafir kalmıştı. Çevredeki bildik insanlara Harun kendisine ziyaret etmek için gelen kardeşi olarak tanıtmıştı. Harun kaçmaya karar verdiğinde “büyük şehirlere kaçarsak bizi bulurlar” düşüncesiyle farklı bir yol izlemiş, Zühre ile İstanbul yerine Karadeniz’e gitmeye karar vermişti. Onun asıl amacı Türkiye dışına çıkmaktı. Hayata oralarda yeniden başlamak istiyorlardı. Arkadaşı Namık Bey’in yaşadığı bu şehir, onun için çok uygun bir yerdi. Çünkü yeni Rusya’da bir çok işçi ve iş koluna ihtiyaç olduğunu duymuştu. Namık Bey onu Soçi’ye iki ayda bir gelip giden bir tekstil tüccarıyla tanıştırdı. Bu kişi Yalçın Bey’di. Kızı Namık Beyin öğrencisiydi. ikisi dost olmuşlardı. Geldiğinde mutlaka Namık Bey’i görür, Rusya’yla ilgili pek çok şey anlatırdı. Ona Harun’un durumunu anlatmış, onu Rusya’ya götürüp uygun bir işe yerleştirmesini rica etmişti. Yalçın Bey Harun’a yapabileceği işleri sormuş ve kararını vermişti. Soçi’de bir fırıncıya işten anlayan bir adam lazımdı. Harun çocukluğunda kalfalık derecesinde fırında çalışmıştı. “Tam bana göre iş" diyerek büyük bir sevinçle razı oldu.
Namık Bey bu bir aylık sürede gençlerin nikahını kıydırdı. Rus konsolosluğundan vizelerini aldırdı. Karı-koca Yalçın Beyle birlikte Soçi’ye gidecekler, yeni bir hayata başlayacaklardı…
Geminin kalkışına iki saat vardı. Birlikte yemek yediler. Zühre son bir defa ortalığı topladı. İki arkadaş birlikte kahvelerini içtiler. Harun her şeyi gözden geçirerek bir baş işaretiyle eşine seslendi.
-Haydi!
Üçü birlikte limana girerek valizleri indirdikten sonra ilerlemeye başladılar. Yalçın Bey bir el hareketiyle onlara kendini gösterdi. Namık Bey:
-İnsanoğlunun en iyi ve en kötü tarafı bir şeye çok çabuk alışmasıdır. İnşallah çabuk alışırınız, dedi.
- Hiç merak etme, her şey iyi olacak, dedi Harun.
Kontrolden geçip eşyalarını yerleştirdiler. Harun can dostuna bir defa daha minnet ve sevgi dolu bakışlarla süzdükten sonra sarıldı.
Zühre de:
-Hakkını helal et ağabey, bizim için yaptıklarınızı unutmayacağız! Diyerek vedalaştı.
-Ne yaptım ki? Dedi genç adam. Harun’a dönerek:
-Bana telefon etmeyi unutma, yoksa çok merak ederim, diyerek işaret parmağını salladı.
Yalçın Bey’e:
- Çocuklara göz kulak ol, başka bir şey söylememe gerek yok değil mi? Dedi.
-Hadi sen yoluna git, dedi Yalçın Bey.
Genç öğretmen hüzün dolu gözlerle dostlarını son bir defa süzdü. Her biri Leyla’sını bulmuş Mecnun gibi uzak yerlere gidiyorlardı. Kendisi acaba bu insanlarla kıyaslandığında nasıl bir yere sahipti? Hayatta gidebileceği, uğruna yollara düşebileceği hiçbir kimse yoktu. Kendisini bir an için çok yalnız hissetti. Son bir defa el salladıktan sonra arkasına dönerek yürümeye başladı. Derin bir hüzünle uzaklaşıyordu,.
Yirmi adım yürümüştü ki, üst üste patlayan silah seslerini duydu. Arkasına döndüğünde üç kişinin elleri silahlı bir arabaya binip hızla uzaklaştıklarını gördü. Ortalık bir anda karışmıştı. Güvenlik görevlileri sağa sola yüksek sesle çağrılar yağdırıyor, kalabalığın açılması için uyarıyorlardı. Namık Bey olay yerine koştu . Zühre elindeki çantasıyla sırt üstü yıkılmış, artık dünyada hiç kimseye ödeyeceği bir bedeli kalmamasının huzuruyla gök yüzünün derinliklerini süzüyordu, Harun ise yüzüstü valizlerin üstüne yıkılmış gözleriyle denize doğru bakıyordu. Belki de hırçın dalgalı Karadeniz’i çocukluğunda çimdiği balık tuttuğu Karasu ırmağı sanıyordu…
YORUMLAR
Henüz yorum yapılmamış.