19
Yorum
9
Beğeni
0,0
Puan
1300
Okunma
- “Öğretmenim!...”
Ses, hastanenin zemin kat basıncıyla loş boşluğunda büyüdü sanki. Bana dendiğini düşünerek arkama döndüğümde, kollarını açarak koşan yaşlı görünümlü gencecik bir kadın bedeni gördüm. Üzerindeki her şey çok koyu renkti, örtüden sarkan saçları ve yüreğinin yansıdığı yüzü gibi...
Tanımakta çok zorlandım Fatma’yı. O evlendikten birkaç ay sonra zorunlu görev yerimden memleketime dönmüştüm. Birkaç yıl aileyle telefonla görüşmüş, hoşbeş etmiş ama Fatma’dan hiç söz etmemiştik. Konuyu ne zaman ona getirsem, laf kalabalığına getirip ( ben oradan ayrıldığımda on dört çocukları vardı ) bazılarını hiç tanımadığım yirmi bir çocukla ilgili havadan sudan şeyler anlatırlardı. Belli ki yürekleri rahatsızdı, konuşmak istemiyorlardı.
Sımsıkı sarıldı bana Fatma. Ayrılıp ayrılıp bir daha. İki sözcükten sonra bir daha...
O sırada ışık hızıyla o kadar çok şey anlattı ki... Ben şaşkın ama elleri ellerimde onu dinliyordum. Neden sonra aklına geldi. Beni duvarın önündeki bankta oturan iki büklüm, yaşlı adamın yanına götürdü.
Kesik kesik soluyan, gözlerinin feri kaçmış adamı omuzundan dürttü. Adam zar zor başını kaldırdı. Ne olduğunu anlamamış bir ifadeyle şakır gibi konuşan genç kadına bakıyordu.
- Bunun şimdi kulakları da duymaz, dedi Fatma. Eğildi, iki elinin ağzının kenarlarında birleştirip olanca gücüyle bağırdı:
- Tanıdın mı Öğretmenimi?... Hani bizim evde kalıyordu. Seninle evlenmemi istememişti!..
Dondum kaldım, ne diyeceğimi bilemedim. Adam isteksizce kafasını ‘evet’ anlamında salladı, çenesi göğsüne düştü, kendi âlemine döndü.
O zaman zorunlu görev yerime atamam yapılmıştı ama kiralanacak boş ev yoktu. Deprem bölgesi olan bu kasabada yığma usulle yapılan bütün evler son büyük depremde çökmüş, büyük kayıplar yaşanmış, devlet her aileye bir ev yapmıştı. Kasabada iki katlı olan iki bina vardı sadece. Biri askeriyeydi, diğeri de devlet dairelerinin birer oda halinde hizmet verdiği kaymakamlıktı.
Biz de mecburen bir evin odasına bir ev kirası ödeyerek kalmıştık Fatmaların evinde annemle.
O gün Fatma’yı alanlar benim memleketimin bir dağ köyünden gelenlermiş meğer!... En azından yanlış amaçla almak isteyenlerin eline düşmemiş diye o haline şükrettiğimi hatırlıyorum Fatma’nın. Yaşını beklemişler, nikah kıymışlar. Bu arada iki çocuğu olmuştu. Adam yaşlı ve hasta olduğu için çiftçilikle ilgili her şeyi tek başına götürmüştü.
Yüzü, elleri ve bedeni farklı yaşlardaydı sanki Fatma’nın. Bu kabul edilebilir bir tezatlık değildi. Gencecik bir kadının büyütülme bedeli adına pazarlık yapılarak ‘kim daha çok verirse’ onunla evlendirilmesi, geleceğe ait hayalleri ve umutları olabileceğinin hiç düşünülmemesi.... ve daha da acısı... kadının da bunu ‘böyle olması gerekiyormuş’ yaklaşımıyla kabullenmesi... içimi acıtıyordu.
Fatma’yı ve yaşadıklarını düşündükçe doğrularım dik duramıyordu!...
Evdeki pazarlık sırasında babayı ‘fiyat’ konusunda zor ikna etmişlerdi. Akrabalardan bazıları erkek tarafı olmuş, iki grup sanki kapışmıştı. O sırada babanın ‘yok olmaz!...’ itirazlarına kızının yaşının küçüklüğünü sebep göstereceğini beklerken... baba:
- Yok vallah olmaz, çok ucuz !.. kurtarmıyor!... demişti.
Baba, adamın ablasının şaşkın bakışlarını görünce açıklama gereği duymuştu:
- Benim kızım eğitimlidir. Beşi bitirdi, okuma yazma biliyor. O kadar masraf ettim ben ona... Kurtarmaz!..
Değer, buna göre bir daha hesaplanmış ve Fatma verilmişti!..
Oysa gideceği evde genç bir bedenin iş gücü ve adama bir kadın gerekiyordu. Fatma’nın diploması (!) kimseyi ilgilendirmiyordu.
Hastaneye neden geldiklerini sordum... Adam hastaydı, hem de çok!... Gözleri neredeyse hiç görmüyordu, kulakları da işlevini yitirmişti. Hastalıkları olduğu için çevreden evlendirilemeyince Türkiye’nin öbür ucundan medet ummuşlardı.
İçerden adları okundu. Adam yerinden kımıldadı, kalkamadı. Fatma eğilip sırtladı adamı, içeri girdiler. Bekledim çaresizce çıkmalarını...
Biraz sonra iki ayakta iki beden çıktılar dışarı, banka yaklaşan Fatma büyük bir özenle sırtından indirdi adamı, oturttu. Saç baş dağılmış, örtüsü kaymış, mantosu çıkmak için bir omuzunu zorluyordu. Üstünü başını düzeltti ve bana dönüp omuzunu silkerek:
- Çok yaşamaz dedi doktor. Napayım, köye dönecez herhal... dedi...
Öpüştük, ağlaştık, vedalaştık...
....................................
Yaklaşık on yıl kadar sonra buradaki tanıdıklarına memleketten gelenler olduğunu duydum, ziyaretlerine gittim... Çok sevindiler, birbirlerini çağırdılar, tanımayanlar beni anlattılar.. Ama ‘muzip bir gülümseme’ hepsinin dudağının kenarında duruyordu. Sevinçle mahcubiyet arası biraz da ‘sürpriiiz!’ efektli bu gülüşü onlarda zaman zaman gördüğüm için çok da didiklemedim aklımda.
Sohbet arasında arkamdaki kapı açıldı, herkesin gözü aynı anda oraya kaydı ve sustular. Belli belirsiz bir fısıltı sesi duyuyordum sadece...
Birden her yer simsiyah oldu ve burnuma tanıdık, ağır bir yağ kokusu doldu. Yüzümde saçları hissettim bir an ve gülerken cilveleşen bir kadının beden ağırlığı indi omuzlarıma... Arkadan eğilip yanaklarımdan öpmeye başladı. Gözlerim kapalıydı ama gülüşünün tınısından tanıdım Fatma’yı...
Sarıldık uzun uzun... Bu sefer daha genç, daha hayat dolu, daha mutlu, daha ‘kadın’ buldum onu... Sıradan bir şey anlatır gibi anlattı bana:
- Hani seninle karşılamıştık ya!.. Köye döndükten birkaç ay sonra öldü bizimki... Ben iki çocukla kaldım... Bilirsin bizim oralarda baba ocağına dönmek yok!... hele çocuklarla... Ben evlendiğimde ilkokula giden bir erkek kardeşi vardı. Hamamda ben yıkardım onu, annelik ettim, büyüttüm ellerimle...
Sonra birden gözleri ışıldamaya ve anlatırken kıkırdamaya başladı Fatma... Odadakiler hikayeyi bildikleri için bir taraftan onaylayan ifadelerle başlarını sallıyorlar, arada bir de ‘seni gidi seniii’... der gibi muzipçe gülüyorlardı.
- Sonra abisi ölünce askere gitmeden onunla evlendirdiler beni!... Bir zaman yaşlı baktım, sonra bir zaman da çocuk koca büyüttüm!.. Askerden geldiğinde oğlumuz doğmuştu... Bir süre çok mutlu yaşadık ama onun da köyde bir sevdiği vardı, aklı onda kaldı... Kıyamadım, nikahımı verdim!.. Şimdi iki ev arasında gidip geliyor!..
‘Boşveeer!..’ der gibi elini havada birkaç kez salladı, sonra kolları yanına düştü...
Birden hastanedeki Fatma kadar yaşlandı. Yüzüne ağır bir hüzün çöktü. Artık annesi gibi o da kumalıydı... Ama ‘büyük kuma’ payesinden de pek memnundu!.. Bu mertebeyi yakalamış olmanın gizli bir gururu sızıyordu gözlerinden.
Birden bir çıtırtı işittim kesif bir çilek kokusuyla beraber. Fatma dişlerinin arasında pembiş pembiş görünen sakızını usta manevralarla ağzında çeviriyor, yanağını içerden çiğnermiş gibi dişlerinin arasında gezdirirken patlattığı baloncuklarıyla oyun oynuyordu sanki... Bu dünyadan kopmuş başka bir aleme geçmiş gibi yüzü ifadesizdi, aklı sakızındaydı...
Birkaç dakikaya kaç Fatma girmişti, sayamadım. Hangisi ’kendisiydi’... onu da bilemedim!...
Bu sakızda bir keramet vardı!..
28.07. 2018 serap IRKÖRÜCÜ
Anı/Öykümü ’Günün Yazısı’ olarak değerlendiren ve onurlandıran Seçici Kurul Üyelerine çok teşekkür ederim...
Saygılarımla...
Serap IRKÖRÜCÜ