HEP BİR EKSİK SEVİN
Hep sabit bir noktaya bakıyordu adam. Gözlerini hiç kırpmadan gelmesi gereken ama bir türlü gelmeyen birisini bekliyordu. Bir insan bu kadar mı tutkuyla beklenilirdi. Bu kadar mı güzel beklenilirdi. Dakikalarca, saatlerce aynı noktaya bakmak her kalbin işi değildir. Ve bunu günlerce, haftalarca hatta aylarca sürdürebilmek de herkesin işi değildir.
Gözleri yaşlanmıştı. Çok beklemekten olsa gerek! Ya da ağlamaktan gelmediği her dakika için… Böyle anlarda insanın bir dostunun olması nasıl da elzemdir. Bir şarkı mırıldanır, bir çiçek getirir, bir çay yapar ama illaki dikkatini dağıtır. Kimsesi yoktu tahminim bu adamın. Belki de herkesi bildiği kişiyi bekliyordu böylesine özlemle.
- Ne’n var! dedim usulca.
Duymadı beni.
Tekrarladım.
- Ne’n var!
Bir ses bile yetiyor insana bazen. Bir nefes alış…
Elini kaldırdı ve işaret parmağıyla baktığı yeri göstermeye çalıştı. Takip ettim işaret parmağının yöneldiği yeri. Tabiki doğal olarak bir şey anlayamadım.
- Ağaçlar var. dedim sonra “o ağaçların arasında bir yılan gibi kıvrılıp giden stabilize bir yol…”
Yorgun olduğu her halinden belliydi ama koyu bir hüzünde vardı. Demli bir yalnızlık… Ve çaresizlik… O görüneni değil görünmeyeni görmemi istiyordu. Belki de orada eskiden güzel bir ağaç vardı salıncak kurduğu. Yahut çiçek bahçesi… Belki de başka bir şeydi benim anlayamadığım.
- O yoldan gitti. dedi insanın içini acıtan bir ses tonuyla. Ağlamaklı bir sesti bu, hüzünle
yıkanmış, acıyla keskinleşmiş ve umutsuzlukla sıvanmış gibiydi. Dağ gibi bir adamdı ama şimdi aşkın sillesiyle minnacık olmuştu. Kamburu çıkmış gibiydi. Alnında çatlayan topraklara benzeyen çizgiler vardı. Aklı gidip geliyordu yoksa sabit bir noktaya bakar mıydı? Sağlam adamın işi değildi bu yaptığı. Saçları Mecnun’un saçıydı; karmakarışık, upuzun ve kir pas içinde. Sakalları epeyceydi. Belli ki bu adam yaşamdan emekli olmuştu erkenden.
- Çok sevmiştim onu. Bir nazlı yâr bilmiştim. Herkesten sakınmıştım. Bir dediğini iki
yapmamıştım. Gözümün nuruydu o, ömrümün süruru, aklımın gururu, kalbimin onuru.
- N’oldu öyleyse? Niye gitti? diye sordum pervasızca. Hastasına direkt kanser olduğunu
söyleyen psikolojiden anlamayan doktor modundaydım.
Ağlamaya başladı. İçini kanata kanata ağladı. Hıçkıra hıçkıra… Kaç dakika sürdü bu sahne.
Hiçbir şey diyemedim ve yapamadım. Böylesine ağlayanlar zaten kendilerine mendil olanları kaybettiği için bu durumdalar.
- Çok sevmeyeceksin. dedi. “Hep bir eksik seveceksin ki yarına da sevebilesin onu.” Ne
demek istediğini tefekkür ettim ama işin içinden çıkamadım. Biri insan ya sever ya sevmez diye bilirim.
- Özür dilerim ama ne demek istediğinizi anlayamadım. dedim.
- Her kalbin sevilme eşiği farklıdır. Kimine seni seviyorum demek bile mutlulukken kimine
yüreğine söküp vermek de yetmez. Hep daha fazlasını ister ve sen bunu veremezsen o da kendisini daha fazla sevebilecek olanı aramaya gider. Çünkü bunu hak ettiğini düşünür.
- Olur mu böyle?
- Olmuş işte. Onun kör olduğu nokta şuydu: Ben ona sahip olduğum her şeyi verdim. Başkası
belki de sahip olduklarının çok azını verecek. Benim sermayem bir liraydı cebimde. Başkasının beş liradır belki. Ben bir lirayı onun için gözümü kırpmadan harcadım. Çünkü benim kalbimde en kıymetli olan oydu. Varlığım, sermayem ona feda olsun diye düşünüyordum. Cebinde beş lirası olan ise ona bir lira ya da iki lira harcar. Bunu anlayamadı.
- Anladım. dedim.
- İşte bu yüzden hep bir eksik sevin. Yüreğinizdeki bütün sevgiyi bir kerede ortaya koymayın.
Ola ki kıymet bilmeyen denk gelesiniz. Bir ağustos günüydü. Gideceğini biliyordum. Sesimi çıkartmadım. O da bir gölge gibi süzülüp- işaret parmağıyla sabit olarak baktığı noktayı işaret ederek- orada yok olup gitti. İşte o gün bugündür gittiği yerden hatasını anlar da döner diye bekliyorum.
- Giden gelmez. dedim. “Pişman olsa da gelemez, ah etse de gelemez. Gidişi yıkıcı ve kırıcı
olmuş bunu göze alamadığı için de gelemez.”
- Olsun ben bakmaya devam edeceğim. Onun gittiği yoldan geri gelebilme ihtimalidir beni
yaşatan. Herkes beni deli biliyor, mecnun sayıyor. İnsan yüreğinin kölesi olur başkasının değil. Onlar bana deli diye bakıp acırken ben de onlara benim gibi sevemedikleri için acıyıp bakıyorum.
İçim bir tuhaf olmuştu onun yanından ayrılırken. İnsan sahiden sevince bir değişik oluyor diye
düşündüm. Ve bu adamlardan yaşadığımız dünyada fazla kalmamış. Bu yüzden yeni nesle aşina değiller, yeni nesil de onlara aşina değil. Onlar tülün arkasında durup sevgiliye bir yarı nazar kılmanın dahi mahcubiyetini yaşarken günümüz âşıkları aşk üstüne aşk yaşamanın sayısal çokluğuyla mesrur oluyorlar.
Bir gün sonra adamı göremedim.
Sabit olarak baktığı noktaya döndüm.
Bir cenaze arabası gidiyordu, o adamın sevgilisinin gittiği yoldan.
Sonra anladım öldüğünü.
Ölüyken bile aşkının ardından gittiğini…