- 864 Okunma
- 0 Yorum
- 1 Beğeni
YİTİK DÜNYALAR
YİTİK DÜNYALAR 11
Akşama doğru avukat yazıhaneye geldi. Bir gün boyu yaşadığı yorgunluk yüzüne sinmiş gibiydi. Patronunun önündeki koltuklardan birine yavaşça kendini bırakıverdi. Elindeki dosyayı ve içinden çıkardığı makbuzu uzattı.
-Davadan vaz geçirdik kadını, dedi. Zaten kimsesi de yok. Davacı olmayacak, ayrıca dediğimiz paraya da razı oldu. Evlat acısını unutup , hayatın gerçekleriyle baş başa kalmış zavallı. Bize sadece
“ Ben kendi acımla buraya geliyorum, yavrumu arabasıyla çiğneyen adam avukatını gönderiyor!” diye serzenişte bulundu. Fakat teklifimizi kabul etti.
-Kimi kimsesi yok muydu yanında?
-Altı yaşındaki oğlundan başka kimsesi yokmuş. Kocası üç yıl önce ölmüş. Bunu siz de biliyorsunuz zaten. İki sözünden biri “ Yavrucağımı çok zor büyüttüm” demesiydi.
-O günden sonra geceler bana zehir oldu Servet Bey, dedi genç adam. Uygun bir zamanda , hele kendime geleyim- bir ziyarete gidelim, dedi. Üzüntüyle karışık sıkıntıdan elindeki kalemi bir işaret çubuğu gibi sallıyordu. İnsanın başına her şey geliyor ama bu kaza olduğu günden bu yana sağlıklı düşünemiyorum. Çocuk sokakta nasıl birden karşıma çıktı, bilmiyorum. Ömrüm boyunca çekeceğim bir azabı yaşıyorum. Bir gün yanına gidelim kadının, yoksa derdimden öleceğim. İlk günler beni öldürmek istiyordu adeta. Şimdi biraz sakinleşmiştir.
-Sakinleşmek zorunda, hayat devam ediyor. Acı silinmez ama hafifler.
-Benim içinse hayat durdu, hep o kaza anı. Hiç aklımdan çıkmıyor. Bir gün onu ziyarete gidelim. Sen de gel lütfen, utanıyorum.
************************************
Güneşli bir ikindi vakti, parkta genç kadın masalardan birindeki sandalyede sakince oturuyordu. Yavaşça yanına vardılar.
-Merhaba Melike Hanım. Biz geldik, dedi Avukat düşük bir ses tonuyla. Kadın başını hafifçe kaldırıp tekrar masayı seyre döndü.
-Buyrun, oturun, sizi dinliyorum, dedi. Yüzünde fırtınada batan bir gemiden kurtulmuş gemicilerin yitirdiklerine kahrolmalarıyla, canlarını kurtarmalarının allak bullak ettiği ruh dünyalarının yansımaları vardı. Tedirgin ve suçlu bir tavırla kendilerini sandalyelere bıraktılar.
-Bennn, yaşananlardan çok ızdırap çekiyorum Hanımefendi. Ne diyeceğimi bilmiyorum..
-Siz bunları mahkemede söylemediniz mi, niçin aynı şeyleri tekrarlıyorsunuz?
-Kusura bakmayın, sizin acılarınızı paylaşmak istiyorum.
- Paylaşın o zaman, ölen çocuğumu mu getireceksiniz geri?
-Gücümün yettiklerini paylaşacağım efendim, yoksa yaşayamayacağım. Bana siz, bir katil gözüyle baktıkça kendimi affedemem. Bir baş işaretiyle avukatın yanlarından uzaklaşmasını istedi.
-Sizi dinlemek ve yardım etmek istiyorum. Onun için buradayım. Hepimizin çocuğu var, çok zor olduğunu biliyorum.
-Ben kendi problemlerimi çözebilirim, dedi Genç kadın.
-Elbette. Bunu tahmin edebiliyorum, ancak yine de bir insana ihtiyacınız olmalı. Sizin akrabalarınız yok mu burada? Genç kadın bu soru üzerine biraz sinirlenmiş göründü.
-Beni acılarımla baş başa bırakın, dedi.
-Hayır, açıklamaya mecbur değilsiniz. Bir insan olarak soruyorum. Lütfen, bilmek istiyorum, dedi Servet Bey.
Genç kadın yüz hatlarını gererek :
-Burada hiç kimsem yok, ancak bu acımasız şehirde beni yıkılmadan ayakta tutan Allah’ım var! Diye seslendivakur bir ses tonuyla.
Behçet Bey, kendi ve çevresinde gördüğü birçok çilekeş insanın yaşadıkları zorlukları anlattı. Doğumundan bir hafta sonra ölen bebeğinden duyduğu üzüntüyü ifade etti. Kendini affettirmek için her şeyi yapıyordu. Konuşmanın sonunda üç gün sonra görüşmek üzere anlaştılar. Kadını arabayla götürmeyi ikna edemedi. O, hiçbir şey olmamış gibi hareket etmeye hazır değildi.
***********************************
Üçüncü gün öğleden önce Beşiktaş limanı önünde buluştular. Behçet’in önceden isteği üzerine Melike Hanım’ın ufak tefek banka borçlarını ödeyip, bir lokantaya oturdular. Genç kadın, hayatının hangi yerinde olduğunu tanımlayamadığı bu insan ile olan bu yeni duruma ruhen hazır değildi. Ancak hayatın içindeki ihtiyaçlar beklemezdi. Behçet ise içindeki vicdan azabından kurtulmanın yegane yolu olarak gördüğü bu kadın için her türlü fedakarlığı yapmaya hazırdı.
-Hayır da şer de bizim için, dedi. Bütün mesele her zorluğun üstesinden gelebilmekte. Bu şehirde herkesin derdi, mücadelesi var; koşturuyor. Ben de gece gündüz çalışıyorum bazen. Daha iyisini yapmak için. Sen neler yapıyorsun, gelecekle ilgili planların neler? Diyerek konuşmasına zemin hazırladı. Genç Kadın, sakin sakin anlatmaya başladı:
-İlk zamanlar eşim vardı, birlikte çalıştığım arkadaşlarım vardı. Kimseye ihtiyacım yoktu. Memlekette beni istemediğim birisine vermek istemişti babam, onun için sevdiğim İsmail’le kaçtık, geldik buraya. İşimiz, sonra çocuğumuz oldu. Önce İsmail’i kaybettim, şimdi de oğlumu. Belki anne babama karşı çıkmasaydım bunların hiç birisi olmayacaktı. Artık onlara da dönemem. Şimdi hayatta değiller. Behçet, bir an küçük oğlu ile iki kızını gözünün önüne getirdi ve sebep olduğu faciada kendi payını düşündü. İçi burkulmuş ve kendisine karşı daha büyük bir öfke duymaya başlamıştı.
-Ben yaşadıkça kimsesiz olmayacaksınız. Sana hayatta ne gerekse vermeye hazırım, lütfen bana izin verin. Size bir ev alalım, işinize de devam edersiniz. İsterseniz iyi birisiyle de evlendiririm sizi. Genç kadın allak bullak olmuş duygularıyla yaşadıkları arasında dengeyi kuramaz olmuştu. Bir yanda kendine hayatı vaat eden, öbür taraftan oğlunu arabayla ezen bir adam vardı karşısında. Ancak “Sizi evlendiririm” sözü sinirine dokunmuştu. Ondan koca isteyen mi vardı?
-Şu anda hiçbir şeyi düşünemeyecek haldeyim. Anlıyor musunuz? Dedi.
-Tabi ki. Fakat, yalnız ve çaresiz olmadığınızı bilmenizi isterim. Melike başını birden kaldırarak yeşil gözleriyle karşısındakini süzdü:
-Hepimizin evi, yolu ailesi var. Sizin de eşiniz, çocuklarınız var. Behçet, bu söz üzerine bozuldu. Yüzü adeta donmuştu. Sesi biraz asabi bir tonla dudaklarından dökülüyordu:
-Ben yanlış bir şey yapmıyorum. Erkek olmak, bir yönüyle sorumlu olduğun herkese zaman ayırabilmektir. Melike yutkundu. Karşısındaki kişi kendisini sorumlu olduğu insan olarak görüyordu. Babası ve kocasından başka kimse tarafından himaye edilmemiş, erkeklerin çoğu onu faydalanılacak bir eşya gibi görmüştü. O ise dürüstlüğü en büyük değer olarak görür, kolaycılığa asla izin vermezdi. Hayatındaki en büyük zorluklar kocası ölünce başlamıştı. Can ciğer iş arkadaşları bile her gün bir araya gelirken, şimdi kocalarını kıskanır, çok seyrek gelir gider olmuşlardı. Fakat bu karşısındaki adamın aile hayatını riske atarak kendisiyle ilgilenmek istiyor olması, ona çok anlamlı gelmişti. Üstelik Behçet Bey çok yakışıklı bir adamdı. İstese kendisi gibi kaç tanesini bulurdu. Belki de vardı. Fakat o, sebep ne olursa olsun kendisiyle ilgilenen birisi vardı, bu güzeldi.. Gözlerini genç adamın meraklı gözlerine dikip:
-Yapacağınız her türlü yardımdan şükran duyarım, ancak sizin bir aileniz var. Çok sık bir araya gelmeyelim, diyerek başını önüne eğdi.
-Sizin hayatınıza hiç müdahale etmem, dedi Behçet. Siz sadece yardım etmeme izin verin. Hayatta hepimize, yakınımızda bir insan lazım. Dünyanın gerçeği bu! Bu koca şehirde tek başına ayakta kalamazsınız! Diyerek ikna etmeye çalıştı.
…………………………….
Melike, evde yine uykusuz bir gece geçirdi. Akşam misafirlikte beraber olduğu arkadaşları birçok tavsiyede bulunuyor, işle, sosyal ilişkilerle ilgili bir çok yol gösteriyorlardı. Sanki hayat onun değil herkesindi. Herkes ona bir çok şeyler söylüyor, bol bol akıl veriyor, ayakta kalması için hiçbir şey vermiyorlardı. Bunu sadece çocuğunun ölümüne sebep olan adam yapıyordu. Bu nasıl bir dünyaydı? Onun mutluluğu veya insanca yaşaması, biricik çocuğu, can paresinin ölmesini mi bekliyordu? Düşünmekten veya beklemekten başka hiç bir şey yapamıyordu. Ağlamaktan adeta gözleri kuruyacaktı. Sonunda her şeyi zamana bırakmaya karar verdi. Behçet Bey’in ödeyeceği tazminatla satın alacağı eve girecek ,kırık dökük hayatını toparlayacak ,kendisini anlayan, seven düzgün birisi ile hayatını birleştirecekti. Bunun için acele etmeyecekti. Çünkü ilk evliliği böyle körü körüne olmuştu.
“Aşk insanın gözünü kör eder” derler de doğruymuş. Bunun yüzünden ailesine sırtını dönmemiş miydi? Onların duası yerine bedduasını almamış mıydı? O rahmetlileri üzmese kocasız kalacak değildi ya? Fakat ağabeyi Rüstem yok mu? Hep onun serserilikleri sebep olmuştu buna. Elindeki avucundaki bütün gündelik kazançlarını alır, içer her bir rezilliği işlerdi. Anne babası da buna göz yumardı. Bir gün çalıştıklarını vermek istemeyince, ağabeyi ona nasıl meydan dayağı atmıştı da anne babasının “gık”ı bile çıkmamıştı. Bu evde geleceğini göremiyordu. İyi kötü aklı başında birini bulmalı, kendi hayatını kurmalıydı. Ev temizler, çocuk bakar büyük şehirde olur giderlerdi. Yeter ki “İki gönül bir olsun” du. Buradan daha kötü olmazdı. Bütün yaşadıkları bir film gibi gözünün önünden geçti. Vakit sabah olmuştu…
…………………………….
Ekim ayının ortalarıydı. Melike‘nin yeni eve girmesinden beş ay geçmişti. Hayatının akışı değişmişti. Bir elektrik malzemeleri satan mağazaya girmiş, işine ara vermeden devam ediyordu. Acı ve ıstıraptan uzaklaşmak için bir müddet turlarla başka şehirleri gezdi. Ancak, acılar insanla beraber her yere gidiyordu. On beş gün sonra hayata bıraktığı yerden devam etmeye başladı. Behçet Bey, bir perdenin arkasındaki Karagöz oynatıcısı gibi, onun her şeyinden haberdar, fakat hiçbir şeyden habersiz kör, sağır ve dilsiz oynatıcı gibi takibini sürdürüyordu. Melike için Behçet, parası için sevilen bir üvey babaydı adeta. Onu yakışıklı ve çekici buluyor, fakat onun gibi evli ve kendisine destek olan bir adamı sevmek veya arzulamak bütün büyüyü bozabilir, daha büyük felaketlere sebep olabilirdi. Geceleri onu düşünse de onunla ortak bir gelecekleri olamazdı. Bu yüzden Behçet Bey’in isteğiyle ara sıra bir araya geliyorlar, yardım almakla birlikte aradaki mesafeyi koruyordu.
**********************************************
O günden sonra Melike’yi görmek, onunla konuşmak Behçet Bey için vaz geçilmez bir tutku haline gelmeye başlamıştı. Bu kadını niçin çok görmek istiyordu? Melike ona kimdi? Acaba haddi aşmış, bu konuyu çok mu büyütmüştü? Ne yapmalı veya nasıl sürdürmeliydi ilişkisini. Kaza sonrası işin tatlıya bağlanmış olması, eşi Nehir Hanım’ı çok sevindirmiş, kocası bir büyük felakete düşmeden kurtulmuştu çünkü. Ama ara sıra onu gördüğünü, onunla ilgilendiğini bilmiyordu. Bilse her kadın gibi kocasını kıskanırdı elbette. Bu durum Behçet Bey’i n canını sıktı. Evet, kadın kendi eşinden daha güzel değildi. Ama onda kendisini etkileyen cazip bir taraf da vardı. Daha içten, daha tabiî davranışı onu çok sevimli yapıyordu. Ama en önemlisi de içindeki vicdan azabını dindiren biricik ilaçtı. Ona bu kadar yatırım yapmışken, kadının başka birinin olmasını düşündü. Bütün emekleri boşa gitmiş , o zamana kadar yaptıklarıyla kendisini de aptal yerine koymuş olacaktı. En derin kıskançlık hisleri harekete geçmiş, bir yandan terliyor, bir yandan da etrafına anlamsız anlamsız bakıyordu. Yatağında bir sağa bir sola dönerek sabahı etti.
Artık genç kadına uğramak, fırsat düşürüp para vermek, hediye almak Behçet için çok büyük bir tutku halini almıştı. Fakat genç kadın onun bütün girişimlerini başarılı bir şekilde atlatıyor, sınırı aşmıyordu. Genç adamın onunla ilgilenmesinin sebebi, çok trajik bir gerekçeye dayandığından, çaresiz kadının koyduğu mesafeyi kabulleniyordu. Bir gün balık lokantasında :
-Melike Hanım, medeni durumunuzda bir değişiklik düşünmüyor musunuz? Diye ağzından kaçırıverdi.
-Siz bu kadar yaşanılandan sonra, bu işleri kolay mı sanıyorsunuz? Diye cevap verdi Genç kadın.. Ses tonunu o kadar etkili söylemişti ki bir sitemden çok uyarı doluydu içi. Behçet, kadından özür dileyerek , onu teskin etmeye çalıştı. Bu durumda kendisinin de payı olduğunu hatırlayınca yine vicdan azabına ve pişmanlığa kendini bırakıvermişti. Artık onu bir kadın gibi değil, bir insan olarak görmeye çalışacaktı…Bir daha da böyle sorular sormamalıydı.
******************************************
Beşinci ayın sonunda hiç umulmadık bir şey oldu. Melike’nin ağabeyi Rüstem, eşini ve birkaç akrabasını da alıp habersizce çıkıp geldi. Şehre kaçıp geldikten sonra evdekilerle görüşse de araları hiç sıcak olmamıştı. Çünkü bu kadar acı çekmesindeki payın çoğu onlarındı. Şimdilik buna göz yumacaktı.Genç kadın, bir yandan sevinç, bir yandan da hayret içinde kalmış, ne yapacağını şaşırmıştı. Misafirler beş gün evinde kaldılar. Ağabeyi üç hafta sonra yine geldi. Ona göre dul bir kadın yalnız kalamazdı. Bu koca şehirde her şey olurdu. Ağabeyi, Melike’ nin fikrini bile sormuyordu. Çünkü eğer kız kardeşinin başına bir şey gelirse, ailenin şerefi iki paralık olurdu. Gelen misafirlerden birinin dul oğlu onun için münasip bir kişiydi.
Fakat, Rüstem’in genç kadının önüne koyduğu, Sakarya’da babalarından kalan bir fındık bahçesiyle iki katlı evin kendisine devredilmesiyle ilgili noter kâğıdı, ağabeyin asıl derdinin ne olduğunu ele vermişti.
- İmzalamam dedi, genç kadın. Ben de hakkımı istiyorum.
-Sen, o hakkını ananın babanın sözünü dinlemeyip, ne idiği belirsiz bir adamla kaçarak kaybettin. Hak istiyorsan, o zaman yürü, memlekete gidelim! Dedi. Rüstem. Genç kadın olacağı biliyordu, burada kendisine bağırıp çağıran adam memlekette ne yapmazdı. Sakince:
-Bak Ağabey, önce ahrete gitmiş kocama saygısızlık yapma bu bir. Hâla onun soyadını taşıyorum. Ben buraya kendim geldim, buradan da kendim giderim, bu iki. Başımı sokacağım bir evim, karnımı doyuracağım bir işim var. Ayrıca bu kadar acının üstüne bir kocanın hiç gereği de yok, bu üç. Biz kardeşiz, bunu hiç bir şey değiştiremez, ama benim memlekette çok acı ve çaresiz günlerim oldu. Oraya geri dönemem. Mirastan hakkımı isterim, bu da dört. İyisi mi, herkes yerinde sağ olsun, dedi.
-Seni buralarda başkasının kapaması ol, diye mi bırakmamı istiyorsun? Diye gürledi Rüstem. Hangi parayla satın aldın burayı?
Melike’nin aklı başından gitmişti adeta. Ağabeyinin hiddetine hiç aldırmadan:
-Ağabey, şimdi buradan git, elimden bir kaza çıkarma! Öz kardeşine iftira atacak kadar küçülen bir insanın benim yanımda işi yok. Sen bana hiç bir zaman sahip çıkmadın, ben, bundan sonra da başımın çaresine bakarım! Diyerek kapıyı gösterdi...Öfkeli adam, bu yaralayıca sözlerle birden bire canavar kesiliverdi. Hedef gözetmeksizin galiz küfürlerle yumruk, tokat, tekme ne varsa indirmeye başladı. Genç kadın, feryat ediyor, ancak kimse yardımına gelmiyordu. "Hazırlan götüreceğim seni!" sözüne "Benim cesedimi götürürsün!" diyordu Genç kadın. Nihayet, yarım saatlik bir boğuşma ve bağrışmadan sonra, komşuların haber vermesiyle kapıya bir polis ekibi geldi...
**********************************************
O gün öğle üzeri, iş sırasında Behçet Bey’e bir telefon geldi. Telefon, polis karakolundan geliyordu... Melike, o patırtı ile telefonu evde bırakmıştı. Polis ondan adını verdiği karakola kadar gelmesini söyledi. Behçet önce şaşırdı, sonra kendini toplayıp:
-Tamam, dedi. Kırk beş dakika sonra ordayım!
****************************
Karakolda ifade alınıyor, genç kadına ayrıntılarla ilgili sorular yöneltiliyordu. Böyle belalı bir işte, ona dünyada Behçet’ten başka kimse yardımcı olamazdı. Çünkü şikâyetçi olduğu kişi ağabeyiydi. Bu da insanın içini çok acıtan bir şeydi. Behçet, olay hakkında ayrıntılı bilgi aldı. Hem şaşırmış, hem de öfkelenmişti. Komiser olayı özetledikten sonra:
-Hanım kardeşim, bakınız, eğer bu şekilde şikâyetçi olursanız, ağabeyiniz hapsi boylar. Yeni kanunlar kadınlara yönelik suçları affetmiyor, bir de aile içi bir şiddetse daha ağır olur. Bu işin sonucunu iyi düşünün, sonra pişman olmayın, nihayet bu kişi sizin ağabeyiniz...
Genç kadın, Behçet’le bir kenara çekilip, durumu bir müddet müzakere etti. Behçet Bey, ağlayan genç kadını teselli etmekte güçlük çekiyordu.
-Bir daha yapamaz, dedi. Boş ver, mahkemelerde bir de kardeşinle uğraşma. Gözünü korkutsunlar. Def olup gitsin işine...
Melike başını çaresizce "peki" anlamında salladı...
* -Ama, bir daha aynı şeyleri yaşamak istemiyorum, yüzünü de görmeyeyim! Rüstem, bir yıl kardeşinin ev veya işyerine yaklaşmama şartıyla serbest bırakıldı.
Yazı çizi işlerinden sonra herkes karakoldan ayrıldı. Behçet, Melike’yi ikindi vakti bir pastaneye götürüp, ona hafif bir şeyler yedirdi. Yemek yemeğe gücü yoktu kadının. Solmuş; gözü, yüzü mosmor, bitkin bir haldeydi. Fakat bütün bu harap olmuş yüzünde asaletin ve metanetin varlığı sapasağlam duruyordu. Hayatının en hassas günlerinden birini yaşıyordu. Acı, iki insanın ortasında bir bıçak gibi duruyordu. Behçet, Melike’yi fazla eğleşmeden evine götürdü. Eve girdiler, yine konuşmaktan çok sessizlik hakimdi. Genç kadına destek verici, ümit aşılayan sözler söylemeliydi. Genç adam bin bir dereden su getiriyor, kadının derdine derman olmaya çalışıyordu.
-Çok korkuyorum, dedi. Çocukluğumdaki bütün korktuğum şeylerden kurtuldum, derken şimdi bir kabus gibi yine karşıma çıktı. Bir yandan anlatıyor, bir yandan da titriyordu.
Bir insan yedisinde neyse yetmişinde de oydu. Ellerin ağabeyleri kardeşlerini göklere çıkarır, sırtında taşır, onun ağabeyi ise yaşı erip, emekli olmasına rağmen hiç değişmemişti. Aile içi mesele olduğundan , herkes “ Kol kırılır, yen içinde kalır” diye düşünürdü. Genç adam:
-Ağabeyinle iyi olmanı ben de isterim, ancak seni kimse huzursuz etmemeli. Eğer huzurlu olacaksan, memleketine yerleş, yok, eğer kararın burada kalmaksa kimsenin seni üzmesine izin verme, burada yaşa, mutlu ol, ben yanındayım, seni mutsuz eden kim olursa olsun, “Canını okurum” deyiverdi.
Sonra ikisi de derin bir düşünceye dalmışlardı. “Adamın canını okumak.” Genç adam bunu hangi sıfatla yapacaktı? Genç kadın Behçet’le bir bağları olmadığını o zaman anladı. "Keşke bir bağları olsaydı aralarında." Böyle düşünürken, kendisini ve Behçet Bey’i içine sokacağı durumu bir film şeridi gibi seyretti adeta. Böylesi daha iyiydi.
-Kötü bir şey olursa, ben size haber veririm Behçet Bey, dedi Melike. Şimdilik böyle devam etsin bakalım, diye sürdürdü konuşmasını.
Nihayet ayrılma zamanı gelmiş, vakit akşam olmuştu. Behçet müsaade isteyerek kapıya yöneldi. “Benden bir istediğiniz var mı?” gibilerinden baktı. Melike, o anda korku ve çaresizliğin de verdiği içgüdüyle kollarını Behçet’in boynuna dolayarak
-Sadece varlığınız yeter, size minnettarım, diyerek göz yaşlarını genç adamın omuzlarına döktü. Bugün gitme, yemeği birlikte yiyelim. Beni yalnız bırakmayın, çok mahcubum ve korku içindeyim diyordu genç kadın.. Bu kadar derdin arasında, mutfakta hazırladığı yemeklerden koydu. Mutfak hiçbir şeyin eksik olmadığı tertipli ve zengindi. Melike’nin güzelliği adeta mutfağa işlenmiş, genç kadın, mekân ve eşya ile adeta yekvücut olmuştu. Bu Behçet’in gözünden hiç kaçmıyordu. Böyle bir kadınla mutlu olmamak mümkün değildi. Adeta sarhoş olmuştu. Kahvelerini bitirdikten sonra:
- Peki, dedi Behçet Bey, beni evden merak ederler. Unutma, ben her zaman yanındayım...
Behçet, bu kadar yoğun bir günden sonra, Melike’yi yalnız bırakmak gerektiğini düşündü. Vakit akşamı geçmişti ve evine varmalıydı.
-Benden acilen istediğiniz bir şey var mı Melike Hanım? Diye sordu. Genç kadın bu veda zamanında, bütün duygularının ağırlığını taşıyamaz hale gelmişti. Bir şekilde birine sığınma gereği duyuyordu.
-Teşekkür ederim, size minnettarım, dedi.
-Yarın sizi ararım, ani bir gelişme olursa haberim olsun, dedi. Arabasını binerek uzaklaştı.
***********************************
Kar dile gelen duyguların dudaktan dökülmesi gibi tane tane gökyüzünden düşüyordu. Behçet, unutmak istediği hisler gibi yağan karın toprağı örtmesinden derin bir zevk duyuyordu. Gün boyu iş toplantılarının birinden çıkıp diğerine girmişti. Verim arttırıcı önlemler, ihracatı teşvik eden düzenlemeler, derken bir gün daha bitmişti. O akşam arkadaşlarıyla iş yemeğine davetliydiler. Bu, herkesin yeni fırsatlar için kolladığı bir zamandı. Nehir Hanım’ı, çocukları bırakıp gelmesi için çağırdı. Trafik yoğun olduğundan taksi iki saatlik bir zamanı beklemesi gerekecekti. O sırada Melike’den bir telefon geldi. Evine davet ediyordu. Son görüşmelerinden on gün geçmişti. Bu seferki davet hiç alışık olunmayan bir tarzdaydı. Ses üzgün ve içli bir tonda ve ev telefonuyla yapılmıştı.
-Beni affedin Melike Hanım, dedi. Eşimle bu gece bir iş yemeğine davetliyim. Genç kadın, üsteleyip, ısrar etmeden;
-Siz bilirsiniz o zaman, diyerek telefonu kapadı.
******************************************
Behçet, ertesi gün iş bitimi Melike’nin evine gitti. Gerçi üstünde bir gün öncesinin yorgunluğu vardı. Ama Melike gereksiz çağırmazdı. Arabasını sitenin bahçesine almak için kadından yardım istedi. Kadın, sallana sallana ve sanki bir robot gibi sadece söylenenleri yapıyor ve hiç konuşmuyordu. İçeri girdiler, Behçet bir koltuğun üzerine oturdu, görmeye hiç alışkın olmadığı, haline şaşırdığı Melike’nin yüzünden ve gözlerinden bir şeyler anlamaya çalışıyordu. Genç kadın öne eğdiği başını yukarı kaldırarak kaküllerinin arasından yüzünü gösterdi.
-Hasta falan mısınız? dedi Behçet.
-Hayır değilim, kahvenizi nasıl istersiniz? Diye soruya soruyla cevap verdi
-Bırak şimdi , bir şey mi var? Niçin böylesin?
-Sizin orta kahvenizi getireyim, sonra devam ederiz, dedi. Yüzünde asabi bir görünüş vardı. Şuursuzca kapıya yöneldi. Mutfaktan da tıkırtılar geliyor, Behçet’in merakı gittikçe artıyordu. Nihayet kahve tepsisiyle kahveler geldi. Genç kadın karşı koltuğa oturmuş, tükenmiş haline ilaveten, yüzünden boşalan terleri durmadan siliyordu.
-Hayrola dün bir şey mi vardı?
-Evet, dedi Genç Kadın, ama artık bitti. Oğlumun yaş günüydü, sizi onun için çağırmıştım.
-…………………………
Melike, yeşil pınarlarının en derin yerinden göz yaşlarını bırakmış, hiçbir vicdanın tamir edemeyeceği kalbine kendini teslim etmişti. Bu yeni haber Behçet’i bir anda kahretti. Söyleyecek söz bulamadı, sadece sustu. Genç Kadın, ıslak gözlerini silmeden tepsiye boş fincanları koydu. Behçet bu esnada biraz dikkat edince daha büyük bir şoka uğradı: Melike sarhoştu, burnuyla dikkatli koklayınca alkol kokusu hissediliyordu. Bunu ondan hiç beklemezdi Genç Adam. Demek ki çektiği acılar, genç kadının iç dünyasını kontrol edilemez bir hale sokmuştu. Bunun birinci sorumlusu da kendisiydi. Ağlasa rahatlayacaktı, ağlayamıyordu. Yirmi dakika kadar donmuş kalmıştı. Melike’nin yaptığı işlerin farkında bile değildi, ancak, genç kadının soğuk, incinmiş ve çökmüş görünüşü onu bitirmişti. Mutfakta bir şeyler yapan genç kadının yanına giderek:
-Bırak bunları, ben buraya bunun için gelmedim, dedi. Belindeki tabancasını çıkararak kadına uzattı:
-Eğer kurtulmak ve öç almak istiyorsan, öldür beni, dedi. Melike gözlerini kapatarak, ellerinin ikisini de ters yöne sallayarak hem ağlıyor hem de hıçkırarak inliyordu:
-Bu kadar acıya artık dayanamıyorum, dedi. Ayakta zor duruyordu. Genç adam, kadının başını göğsüne yasladı. O zaman genç kadının ağlayışı daha da arttı. Sonra Melike’nin kulağına yavaşça fısıldadı:
-Bu gece beni misafir kabul eder misin? Genç kadın üzüntü ve sarhoşlukla beraber şimdi de kendisini şok eden duygu fırtınasının ortasında yuvarlanan bir gemiden farksızdı. Yalnızca:
-Sizin eviniz yok mu? Diyebildi.
-Bundan sonra sizin ayak bastığınız her yer, benim evim sayılır, dedi Genç Adam…
**************************************************
Gökten düşen suyun tekrar buharlaşması gibi, hayat, hep aynı kısır döngülerle akmaya devam ediyordu. Yaşayan ve yaşanan, ancak dönme iradesinin bile farkında olmadığı dünya misali, Behçet, adeta koşmak ve başkalarını mutlu etmek haline gelen dünyasına alışmıştı. Eşinin istediği şeyleri satın almalı, onun istediği yerlere gitmeli, akrabalarıyla ve arkadaşlarıyla görüşmeli, çocuklarını özel okullarda okutmalı, onlara iyi bir baba, eşine sadık bir koca olmalıydı. Şimdi de hayatının bu en verimli çağında, bir kazayla başına gelen facia, onu bir başka kadının kollarına atmıştı. Onun da isteklerini yapmalı, zaman ayırmalıydı. Bir zamanların kudretli adamı, bu kader kurbanı kadını incitmekten korkuyor, her dediğini yerine getiriyordu.
-Sen istemesen de benim çiçeğimi soldurdun, bana gölgesinde oturacağım bir fidan ver. Bunun için de dini nikâh isterim, demişti.
Ona hiç “hayır” diyemiyordu. Ona karşı olan hisleri birçok şeyin önüne geçmişti. Eski monoton yaşayışından, efsane gibi bir dünyaya geçmişti sanki. Bir gün boyunca biriken yorgunluğu, onun yeşil gözlerinde bitiyor, dünyanın bütün yükü onun kucağında kayboluveriyordu. En güzel şarkılar, onun ağzından duyduğu bir tek cümle kadar güzel olamazdı. Hiçbir sevgi onunki kadar vazgeçilmez değildi. Hiçbir hatıra Melike’nin yanında geçen zaman kadar iz bırakamazdı. Bu kadını her şeyiyle seviyordu, ona, onsuz yaşayamayacak kadar bağlanmıştı. Onun için her şeyi de göze almıştı. Fakat gizli bir beraberlik yüzünden insanların ayıplaması, meslek itibarı, eşinin yollarını ayırma isteği ihtimali onu böyle yaşamaya zorluyordu. Belki, nihayetinde olacak olan kepazelikler yerlere saçılacak, itibarı iki paralık olacaktı. Ama gün doğmadan neler doğardı. Ölümüne sebep olduğu bir çocuğun annesine sahip çıkma duygusu ise onun bu duygu savaşındaki tek silahıydı. Mutluluğunu da üzüntüsünü de yalnız yaşamaktan başka çareleri yoktu.
************************************
Bugün hava yağmurlu ve trafik yoğundu. Behçet arabasıyla işyerine gidiyordu. Trafik sıkışıklığından biraz müzik dinliyor, biraz etrafı seyrediyordu. O sırada çalan telefondaki komiser onu …….’daki karakola çağırıyor, mutlaka gelmesini istiyordu. Genç adam işyerini arayarak talimatlar verdi. Arabanın istikametini değiştirerek karakola doğru yola çıktı.
Komiser, durumu izah etti:
-Melike ….. adında bir kadın,, bu sabah evinden işyerine çalışmağa gitmek için evinden çıkmış, servis aracına binmeden topuğundan tabancayla vurulmuş. Behçet’e dönüp:
- Kadının burada pek akrabası yok, telefon kaydında geçen kişilere ulaştık. En fazla konuştuğu kişi sizsiniz. Onunla yakınlığınız nedir? Behçet başından bir kova kaynar su dökülmüşçesine hayretler içinde kaldı.
-Sadece zor zamanlarında yardımcı olduğu bir arkadaşıyım. Hay Allah, ne zaman olmuş, şimdi nerede, ne durumda? Gibi soruları peşi peşine sıralıyor, bir an önce ona ulaşmak için sabırsızlanıyordu.
-Şimdi..................’daki devlet hastanesinde yatıyor, dedi komiser. Allah vere de sağlığına kavuşur. Biz her ihtimale karşı memleketinden ağabeyini de çağırttık.
-!!!!!!!!!!
-Ben de gideyim o zaman, dedi Genç Adam.
-Bakın Behçet Bey, dedi komiser sesini yükselterek, bu ciddi bir vaka. Öyle baştan savılacak bir iş değil. Silahlı saldırı bu. Aynı zamanda topuktan vurma. Bildiğimiz “bu işi yama” kabilinden mafyatik bir mesaj. Bunun fail veya faillerini bulmalıyız. Bize yardım etmelisiniz. Siz de şüphelilerdensiniz. İfadenizi almak için çağırıldınız.
- ????????????????
-Bu kadınla gönül ilişkiniz var mı?
-Bakın, ben dürüst bir aile babası ve iş adamıyım. Bütün hayatım da şeffaf. Bu kadınla insani gerekçelerle yardım etmekten başka bir ilişkim yok.
-Biz tutanağı hazırlayalım, eğer avukatınız varsa gelsin, ifadenizi alalım. Sonra ağabeyinin de ifadesine başvuracağız. Birlikte çalıştıkları arkadaşlarını da. Peki, siz bu kadının hamile olduğunu biliyor muydunuz?
-???????????? Genç adamın gözünden iradesi dışında gözyaşları dökülmeye başladı. Metanetini kaybetmişti. Sanki, bütün insanlardan sakladıkları ıztırapları, gizli duyguları gözyaşlarıyla boşalıyor, onu bir parça olsun rahatlatıyordu.
-Kendisi bana hayatımdaki en yakın iki kadından birisidir. Onunla seviyesiz hiçbir ilişkim yoktur. Varlığından yeni haberdar olduğum hamileliği de dahil her türlü sorumluluğu üstleniyorum…
*************************
Ameliyathanenin önünde bekleyen insanlara karıştı. Hasta insanlar beyaz sedyelerde, beyaz kıyafetlerle sarılmış halde içeri alınıyordu. Bir çok hasta yakını belki son defa görecekleri sevgililerinin içeri girişlerini hüzünle seyrediyorlardı. Herkes hemşirelerden, hasta bakıcılardan , bulabilirlerse doktorlardan bir şeyler öğrenmeye çalışıyordu. Behçet, kapıdaki nöbetçilerden Melike’nin anestezi odasından henüz yeni getirildiğini öğrendi. Ameliyatın ne kadar süreceği meçhuldü. Ama bekleyecekti. En son küçük kızı Gamze’nin doğumunda bu şekilde eşini heyecanla beklemişti. O zaman bir korkusu yoktu. Fakat şimdi kendi hayatının neresinde yer aldığı bile belli olmayan zavallı bir kadının akıbetini bekliyordu. Korku ve merhametle dolu iç acısıyla kıvranıyordu. Cep telefonuna sarılarak, iş yerindeki yetkili adamına talimatlar verdikten sonra telefonunu kapadı. Yine beklemeye koyulmuştu ki bir telefon daha geldi. Kapatmaya niyetlendiği sırada, eşinin ismini gördü.
-Bora ile İpek’in nikâhına gitmeyecek miydik, neredesin? Sözüne ne cevap vereceğini bilemedi.
-Şehir dışındayım canım, dedi. Kusura bakmasınlar.
-Olur mu canım, nikâh şahidi olacaksın, sonra yüzlerine nasıl bakarız?
-Bak Nehirciğim, çok yoğun işlerim var. Bir arkadaşım hastanede. Onunla ilgilenmem lâzım.
-Canım her şeyin yeri ayrı. Düğün de cenaze de insanlar için. Şimdi bu yakışır mı? Hem kim o arkadaşın?
-Eski bir mahalle arkadaşım. Onunla ilgilenmem lâzım. Diyerek işin içinden çıkmak istedi. Ancak genç kadın kolay kolay pes edecek gibi değildi.
-Ben gerçekten bundan sonra el gün içine çıkamam. Bravo, bunu da becerdin, diyerek öfkeyle telefonu kapadı.
Şu garip durum onun aklını da karmakarışık etmişti. Bu kadını tanıdığından beri her şey garipti zaten. Şimdi ameliyattan çıkacaktı ve onu bekleyen, onun için üzülen bir insanı bile yoktu. İç dünyasından bir parça kopmuştu sanki. Utanmasa yine ağlayacaktı. Birazdan Melike’nin sedyede sarılı vücudu görüldü. Hemen koşup durumunu öğrenmek istedi. Ancak kendisinden önce bir adam ile bir kadının sedyenin peşinden gidip, etrafındaki kişilere sorular soruyor, doktora ulaşmaya çalışıyordu. Behçet operatöre ulaşıp, hastayı işaret ederek:
-Durumu nasıl Doktor Bey? Diye sordu. Bunu sesi titreyerek söyleyebilmişti.
- Ben görevimi yaptım. Kurşunları çıkardım, hasta şu anda nekâhat döneminde nesi oluyorsunuz? Diye sordu.
-Yakın aile dostuyum, dedi Behçet. Ne gerekiyorsa yapayım.
-Önce yoğun bakımdan çıkmasını bekleyelim, dedi operatör. Şimdi dua edelim de gözlerini açsın. Sonra ortada polisiye bir vaka var. Sadece birinci derece yakınlarına bilgi verebilirim. Behçet Bey o gün çıktı, özel hastanedeki arkadaşı olan Doktor Akif Bey’ i aradı. Kendisine sağlıklı bilgiler vereceğine dair güvenceden sonra hastaneden ayrıldı.
Hastaneden çıkınca eve gitmek istemedi. Arabasını direksiyonunda elleri titriyor, önündeki araçları güçlükle takip ediyordu. Yaşadıklarının bir kabus olduğunu birisi ona anlatmalıydı. Yahut bir rüya olan yaşananlardan sonra bu kabustan uyanmalıydı. Önce bir balıkçı lokantasına gidip karnını doyurdu. Burası Melike’yle aylar önce oturdukları yerdi. Ayakları onu yine buraya çekmişti. O gün ne güzel geçmişti. Zavallı kadın küçücük jestlerle ne kadar mutlu oluyordu. Sonra kendi eşi geldi aklına. Onu bir çok konuda memnun etmek ne kadar zordu. Evliliğinin ilk yılları geldi aklına, ne kadar heyecan verici, sürükleyici yıllardı. Eşiyle severek evlenmişlerdi. Öğretmen olan eşi dersleri biter bitmez soluğu onun yanında alır, kimsenin olmadığından emin olduğunda genç kocası onu uzun uzun öperdi. Nehir Hanım, her ziyarete gelişinde “Niçin hep gelmek istiyorum, bilmiyorum. Acaba sana doyamayacak mıyım?” diyerek başını bir suç işlemiş gibi önüne eğer, kocasının başını okşayıp “Ölünceye kadar beraberiz” demesini beklerdi. Behçet Bey’in işleri bitince fırsatını bulup yakın bir yerlere giderler, gezerler, eğlenirlerdi. Sade bir lokantaya gidip karınlarını doyurduktan sonra şehrin kalabalıklarında kaybolur giderlerdi.
Yine böyle bir günde genç hanımın midesi bulanınca ikisi de bunun sebebi üzerinde fikir birliği edip, deliler gibi sevinmişlerdi. İlk misafir, ikincisi, üçüncüsü derken Nehir Hanım ikisi kız, biri oğlan üç çocuk vermişti kocasına. Çok mutlu yıllardı, kuş gibi de uçup gitmişti. Şimdi Melike’nin karnında taşıdığı çocuğu için, sevincini kimseyle paylaşamıyordu. Nehir’le yaşadığı mutluluğu Melike’yle yaşayamıyordu. Hayat, demek böyle zıtlıklarla doluydu.
Onca efsane gibi yıllardan sonra, genç hanım en tehlikeli hatalarını sergilemeye başladı. Artık sadece çocukları vardı, kocası bu tablodaki bir ayrıntıdan ibaretti adeta. Şimdi yaşadıkları ilişki heyecan vermiyor, genç adam buna çocukları için katlanıyordu. Gerçi isterse elinin altında fırsatlar yok değildi. Ancak o, böyle bir şeye alışırsa iş hayatının mahvolacağını biliyor, sevgi ve romantizmi karısıyla yaşamak istiyordu. Ancak onun bir yandan öğretmenliği, diğer yandan anneliği fantezilere pek fırsat bırakmıyordu.
Behçet Bey, Melike’nin bir haftadır ziyaretine gidiyor, pek rastlamak istemese de onun ağabeyi Rüstem’le karşılaşıyor, onunla muhatap olmadan çıkıp gidiyordu. Hastaneden ayrıldığı üçüncü haftaya kadar bu böyle sürdü. Onun içini hastanenin ilaç kokusu değil, Rüstem’in garip tavırları rahatsız ediyordu. Bir hafta telefonla görüştükten sonra eve gitmeye karar verdi. Onu Rüstem’le karısı karşıladı. Evin kırk yıllık sahibi gibi onu ağırlıyorlardı. Genç kadın yatağında bitkin ve moralsiz görülüyordu. Birkaç kalıplaşmış sözden başka bir şey konuşamamışlardı. Artık araları uzunca mesafelerle dolmuştu adeta. Çıkışta Rüstem, kapının dışında kalın bıyıklarını ince alt dudaklarına değdirmek istermişçesine söylendi:
- Buraya girip çıkma kardeşim, dedi millete kötü örnek oluyorsun, bizim mezhebimiz götürmez böyle rezilliklere.
-Anlamadım, dedi Behçet. Ben ne yapıyor muşum? Hayatı tehlikeye giren bir kadının ağabeyi böyle mi konuşur?
-Bu sizi ilgilendirmez kardeşim, bu bizim aile içi meselemiz. Sen bu işe karışma. Bir dul kadının evinde senin ne işin var? Diyerek haykırdı.
-Bana bak, ben seninle uğraşmadım daha dedi Behçet,bu iyi ağabey rolünü de bırak. Kızın hastalığından faydalanıp söz sahibi olmayı da kafandan çıkar. Sizin kanuni veya kanunsuz canını okutmak benim için hiç mesele değil, ama şu kız kardeşinizin hatırı var! Dedi . Eğer bir baskı yapıp, kadına karşı yanlış yaptığınızı görürsem, doğduğuna pişman ederim seni! Diye haykırdı.
-Sen kendi işine bak kardeşim, dedi adam. Burada yerin yok senin. Kendi çoluğun çocuğuna karış. Hem kardeşimin çocuğunu ez, ondan sonra da burada ahkam kes! Ben de senin çocuğu kasti öldürdüğünü söyleyip şikâyet etmez miyim mahkemeye? Behçet, sözün etkisiyle, bu görgüsüz ve patavatsız adamla kavga edip, başını derde sokmamak için ardına bile bakmadan yola çıkmıştı… Arabaya binmeden adama seslendi:
- Elinden geleni ardına koyma! Yalnız tekrar uyarıyorum: kadını rahat bırakın! Yoksa pişman ederim seni!
Behçet , o gün yine rahat değildi. Biraz çocuklarıyla oynadı. Sonra yatak odasına geçtiler. Eşine sarıldı, sanki bir büyüden kurtulmak istercesine gözlerinin ta derinlerine baktı. Gençlik zamanlarındaki o heyecan ve arzular genç kadının dudaklarında kaybolup gitmiş gibiydi. Işığı söndürdü…
…………..
Ertesi gün iş yerindeki toplantıdan sonra yine Melike’nin evine gitti. Evde kimseler yoktu. O hasta haliyle bir yere gidemezdi. O anda korku ve tarif edemediği hislerin etkisiyle yıkılmıştı. Şimdi onu nerede bulacaktı? Büyük ihtimalle Rüstem Ağabeyi ile gitmişti. Eğer işin aslı böyleyse, kendisini bulmak çok zor olacaktı. Bulsa bile yalnız bulamayacaktı tabi ki. Doğru adliyeye gidip durumu savcıya anlattı. Savcı, kadının hayatı tehlikede olduğundan, şehri terk ettiğini, mahkemenin devam edeceğini, suçluların kameradan tespit edildiğini söyledi.
Behçet ne yapacağını bilemiyordu. Melike’nin telefonuna zaten hiç ulaşılamıyordu. Artık ondan haber almak imkansızdı. Kafası karmakarışık oldu. Ona ulaşsa bile ne yapacak, ne diyecekti ? Niçin bırakmış ve niçin gitmişti? Bütün dünyasını dolduran bu insan onu nasıl olup da böyle hiç haber vermeden onu terk etmişti? Şimdi, her sokakta bir iz bırakan bu sevdayı yalnız nasıl yaşayacaktı? İnsan sevdiğine bir veda mektubunu bile çok görür müydü? Onu vuran ve mutluluğuna kurşun sıkan alçak kimdi? “Hiç gerçek bir mutluluk veremedim. Her şeyin sahtesini verdim ona.” dedi. Tek umudu genç kadının bedeninde taşıdığı bebekleriydi. Bütün dünyayı aratacak, onu bulacaktı. O anda gönlünün bir yerinde kaybettiği şeyin ezikliğini hissediyordu. Bu bir çocuğun uçurtmasını kaybetmesinden, bir yolcunun adresi kaybetmesinden daha acı bir şeydi.
Arabasına atlayıp doğru iş yerine gitti. Çalışmalar, alış veriş , sipariş raporları, toplantılar…Hayatı yine böyle akıp gidecek,yeşil gözlü, masum bakışlı kadını bir daha belki hiç göremeyecekti. Büyük bir ihtimalle ağabeyi onu Sakarya’ya götürmüştü. İçinin ne kadar onunla dolu olduğunu, onu kaybedince anlamıştı. Onu sıradan bir şey gibi hatıralarında bir yere koyamazdı, çünkü emek vermişti, onsuz her şeyin boş olduğunu şimdi fark ediyordu. Buruşturduğu kağıt mendilli elini yumruk yaparak masaya vurdu. Fakat bu tür çocuksu davranışlar, onun gibi bir iş verene yakışmazdı. Üç beş gün düşünmeli ve ne yapacağına karar vermeliydi.
Yarım saat sonra eşinden telefon geldi. Üç beş dakikalık bir telefon sohbetinden sonra sordu:
-Nasıl oldu, senin giden hastadan bir haber var mı?
-???
YORUMLAR
Henüz yorum yapılmamış.