- 816 Okunma
- 1 Yorum
- 1 Beğeni
İnsanı tefekkür ederek Allah'ı bilmek doğru mu?
"Onun hak olduğu meydana çıkıncaya kadar varlığımızın belgelerini onlara hem dış dünyada ve hem de kendi içlerinde göstereceğiz. Rabbinin her şeye şahit olması yetmez mi?" (Fussilet sûresi, 53)
Bana bu soruyu sosyalmedyada bir kardeş yöneltti. Doğrusu, hiç düşünmediğim birşeydi, iyi de geldi. Sorunun özeti şu: Cenab-ı Hakkın din-i ilahîsini veya emr-i/nehy-i ilahîlerini ’O öyle emrettiği/nehyettiği için yapmak’ neyimize yetmiyor ki, bir de, o ibadetlerle ’kendiliğimiz’ arasında bağlar kurmak zorunda hissediyoruz kendimizi? Mesela: Namazın edası zaten farz bir görev iken, "Namaz insanı şöyle yapar. Namaz insana böyle hissettirir. Namaz insanın şusudur-busudur!" tarzı tesbitlere ne gerek var? Üstelik, bu tür tesbitleri yaparken, bazen insaniyetimiz üzerinden Allah’ın tasarrufatındaki hikmete çıkarımlar yapıyoruz. "Biz nasıl ki çocuğumuzu terbiye etmek için sık sık ona ’Şöyle yap! Böyle yap!’ diyoruz, Cenab-ı Hak da namaz ile günde beş vakit bize ’Şöyle olun! Böyle olun!’ demiş oluyor. Hatırlatıyor..." gibi şeyler söylüyoruz. Kendimiz üzerinden Allah’a dair böyle çıkarımlar yapmamız nasıl doğru olur?
Sorunun ikinci kısmını ilkinden önce cevaplayalım. Kendiliğimiz üzerinden Cenab-ı Hakkın yaratışına dair çıkarımlar yapmamız aslında bize Kur’an’ın öğrettiği birşeydir. Kur’an-ı Hakîm’de pekçok yerde Cenab-ı Hak kendi isimlerini/sıfatlarını anlayabilmek için bize hallerimizi örnek gösterir. Misalen der: "Allah, geçimsiz efendileri olan bir adamla, yalnız bir kişiye bağlı olan bir adamı misal olarak verir. Bu ikisi eşit midir? Övülmek Allah içindir fakat çoğu bilmezler." (Zümer sûresi, 29) Burada bu misalin verildiği makam ’tevhid ile yaratıştaki kolaylık’tır. Hatta aynı metodu tefsirinde kullanan mürşidim der ki:
"Meselâ, nasıl ki yüz nefer bir zâbitin idaresine verilse, bir neferin yüz zâbitin idarelerine verilmesinden yüz derece daha kolay olduğu gibi; bir ordunun teçhizat-ı askeriyesi bir merkez, bir kanun, bir fabrika ve bir padişahın emrine verildiği vakit, adeta kemiyeten bir neferin teçhizatı kadar kolaylaştığı gibi, bir neferin teçhizat-ı askeriyesi müteaddit merkezlere, müteaddit fabrikalara, müteaddit kumandanlara havalesi de, adeta bir ordunun teçhizatı kadar kemiyeten müşkilâtlı oluyor. Çünkü birtek neferin teçhizatı için, bütün orduya lâzım olan fabrikaların bulunması gerektir. (...) İşte bu misaller gibi yüzler misaller var, gösteriyorlar ki, vahdette nihayet derecede suhuletle vücuda gelen binler mevcut, şirkte ve kesrette birtek mevcuttan daha ziyade kolay olur."
Yani, hayatın içinden bu tip örneklerde bize öğretilmek istenen, "Vahdette/birlikte yaratış, düzeni sağlayış veya onu koruyuş kolaydır. Fakat şirkte/çoklukta yaratış, düzeni sağlayış ve onu koruyuş zordur!" hakikatidir. Bizzat Cenab-ı Hak ’kelamında’ ve Resulü aleyhissalatuvesselam ’sünnetinde’ bu türden bir tedrise yer verdikleri için biz de buna benzer misalleri kullanırız. Elbette burada hepten çerçevesiz değiliz. Bizim ilk çerçevemiz Cenab-ı Hakkın subhaniyetidir. Onu kusurlardan tenzih ederiz. Bu nedenle de kendi üzerimizden geliştirdiğimiz marifetlerde Onun subhaniyetini sürekli aklımızda tutarız. Bizde varolan böylesi misaller, hâşâ, Onun eyleyişini, isimlerini veya sıfatlarını ’tanımlamak’ için değil ’işaret etmek’ içindir. Bizi irşad içindir. Yani böylesi ayetleri şu ayet-i celile takyid eder: "Göklerin ve yerin yaratanı, size içinizden eşler, çift çift hayvanlar var etmiştir. Bu suretle, çoğalmanızı sağlamıştır. Onun benzeri hiçbir şey yoktur. O, işitendir, görendir." (Şura sûresi, 11)
Ve yine mürşidim der: "Evet, bütün kâinatı bir saray, bir ev gibi muntazam idare eden ve yıldızları zerreler gibi hikmetli ve kolay çeviren ve gezdiren ve zerrâtı muntazam memurlar gibi istihdam eden Zât-ı Akdes-i İlâhînin şerîki, nazîri, zıddı, niddi olmadığı gibi, (Ayetin kısa bir meali: ’Onun benzeri hiçbir şey yoktur. O, işitendir, görendir!’) Fakat (Ayetin kısa bir meali: ’Göklerde ve yerde tecelli eden en yüce sıfatlar Onundur. Onun kudreti herşeye galiptir. Onun hikmeti herşeyi kuşatır!’) sırrıyla, mesel ve temsil ile şuûnâtına ve sıfât ve esmâsına bakılır. Demek, mesel ve temsil, şuûnât nokta-i nazarında vardır."
Yani, bu türden okumalar, ’çerçeveye almak’ için değil, ’farkına varmak’ içindir. Müslümanın, şirk teolojilerine kıyasla, Allah’ı anlamak için kullandığı insan tefekkürlerinde bu fark vardır: Allah’ı kendisine benzetmez. Kendisinden hareketle Allah’ı anlamaya çalışır. Sözgelimi: Yunan teolojisi/mitolojisi kendi tanrı/tanrılar tasavvurunu insan üzerine bina eder, ancak bunu çerçeve gibi kullanır, yani onunla sınırlar. Tanrısını insana benzetir. Fakat bir müslüman kendi üzerinden yaptığı hiçbir okumayı Allah’ın zatını, sıfatını, isimlerini veya fiilerini ’sınırlamak’ için kullanmaz. Onun farkına varmak için, işaret etmek için, olabilirliğini nefsine/şeytanına anlatabilmek için kullanır. Farkımız budur.
Buradan şuraya da geçelim: Peki, bir insanın, insaniyeti üzerinden yaptığı okumaların her defasında Allah’a işaret edebileceğinden nasıl emin oluruz? Belki de üzerine konuştuğumuz parçamızdan/yanımızdan Allah görünmemektedir?
Arkadaşlar, bizi yaratan Allah olduğu için, elbette üzerimizdeki her nakıştan ustalığına bir işaret vardır. Subhaniyetiyle tartıldıktan ve ehl-i sünnetin mizanlarıyla uyumlu olduktan sonra bu tür marifet yolculuklarının tehlikeli bir yanı yoktur. Eğer bu noktada güvensizlik "Belki de her yönümüz Allah’a işaret etmiyor!" gibi bir tereddütten kaynaklanıyorsa, bu tereddüt yanlıştır, çünkü her ’şey’de Allah’a bir/birçok şekilde işaret/işaretler vardır. Bu tevhidin gereğidir.
Öyle ya! Birşey Allah’a işaret etmiyorsa pekâlâ bu durum ’şirkin argümanı’ haline gelebilir. "Bu Allah’a işaret etmiyordu. Ben de ona bakarak Allah’tan başka ilahlar olabileceğini düşündüm!" denilebilir. Böyle dese birisi ve bu sözünde hakikat de olsa o zaman elbette şirkin de hakverilecek bir delili olur. Hâşâ, biz Rabbimizi, şirke hakverdirecek deliller yaratmaktan tenzih ederiz. O yaratmışsa, ki elbette herşeyi O yaratmıştır, herşeyden Ona giden yollar vardır.
Sorunun bir diğer parçası ’böyle tefekkürlere duyulan ihtiyaç’ hakkında idi. Doğrudur. Birşeyi ’yalnız emredildiği için yapmak’ elbette faziletli bir iştir. Fakat bizler (itiraf edelim ki) o kadar faziletli değiliz. Evet. Bu türden tefekkürlere duyduğumuz ihtiyaç öncelikle bizim kalitemizden(!) kaynaklanıyor. Biz "Namaz beş vakittir kardeşim. Allah emretmiştir. Resulü aleyhissalatuvesselam da öğretmiştir. Kılınacaktır!" deyip namazlarımızı kılamadığımız için bunları üretiyoruz. Bu da bir parça bizim insaniyetimize bakıyor. Çünkü yalnızca akıldan ibaret değiliz. Yalnızca kalpten ibaret değiliz. Ahirzaman şartlarında epey şımarmış bir nefsimiz de var. Ona da dert anlatmak zorunda kalıyoruz.
Hatta herbir latifemize, bu türden tefekkürler/analizler eşlinde, ayrı ayrı nasihatler ediyoruz. İknaya uğraşıyoruz. Böylece ibadetlerde sebatımızı sağlıyoruz. Veya akaidde ziyade delil elde etmiş oluyor ve imanımızı bu delillerle kalbimize tutturarak varlığını koruyoruz. İnşaallah koruyoruz. Umudumuz bu yönde. Yani işin özünde üç şey var: 1) Bu metodun meşruiyetini Kur’an ve sünnet tasdik ediyor. 2) Bu metodun meşruiyetini tevhid gerektiriyor. 3) Bu metodun fıtratımıza gösterdiği uyum da gerekliliğinden haber veriyor. Sorunun herbir parçası bu şıklardan birisinden cevap alıyor. Allah istikametten ayırmasın.
YORUMLAR
Yazınızi okumadan yanıt vermek istedim, attığınız başlığadir yorumum.
Biz emâneti göklere, yere ve dağlara teklif ettik; hepsi de yüklenmekten kaçındılar ve ondan korktular. İnsan ise onu yüklendi.
akıl, beş duyu, konuşma ve anlama kabiliyeti sadece insanda.
tefekkür de insanın sorumluluğunda.
Sevgi ve saygılarımla