- 541 Okunma
- 0 Yorum
- 0 Beğeni
Düşmek fiili üzerine
Kendimi düzensizliğin peşinden sürülüyorum. Uzun uzun zamanlardan beridir serkeşlik namını taşıyor bünyem. Bazen düşkün olmayı düşlediğim zamanlar geliyor aklıma. Düşlerimi gerçek mi yapıyorum acaba. Beni zamanın bir yerinde var oluşumu unutmuş nice insanlar tanıdım halbuki. Bir de hiç var olduğumdan haberi olmayan nicelerini. Zengini dilencisi açı toku düşkünü ayyaşı sarhoşu müptezeli aşığı sevdalısı psikopatı iyisiyle kötüsüyle doldurdum yirmi dokuz yılımı insanlar içinde. Hali vakti yerinde olanlar,insanlarla çokça alay edenler, karıyı kızı çok sevenlerden tutta keşi, alkoliği, psikopatı nelerin nelerini gördüm. Ama en çok düşkünler düştü aklıma. En çok onların hayatlarını merak edip neden bu hale düştüler diye merak ettim. Vardır bir sebebi diyerek baktım hepsine. Kim bilir ne bu haller hangi sebebten ötürü düştü. Nedensiz değildir gibi bişey. Nedeni olmayan hiç bir olay bu sebebi doğurmaz. Zayıflıktan da değildir muhtemelen. Ben düşkün olmanın mükemmel bir inceliğin eseri olarak gördüm hep. Çoğunun kötü olduğunu düşünür insanlar. Kötü yaşam süren herkes kötüdür. Değer yargıları yeni dünya düzeninde muhtaç olunan her şeyin maddiyat üzerine kurulu olması nedeniyle incelik peşine düşenler pek az rastlanır oldu bu günlerde. Oysa ki birinin sevdadan ötürü düşkünlüğü, birinin olmayan aileye duyulan özlemin düşkünlüğü, kimininse bunca telaşa düşen insanların birbirlerinin farkına varmadan maraton koşusu gibi sokakları doldurup boşalttığı, servis araçlarının yükünce taşıdığı, kornalar, inşaatlar, vitrinler arasında dolaşan insanların acizliğini gördüğü bu düşkünlük onlara baktığım zaman incelik olarak gözüktü gözüme. Çoğunu acımak fiilinin dışında insan olarak gördüm. Acırsam hayatın onlara yüklediği bu inceliği yok sayardım çünkü. Hayatlarına müdahale etmek istemedim. Ancak benimle kesiştiği vakit yolları herkes gibi barikatlar kurup hor görmek görmek yerine onlardan biriymiş gibi davranıp bir nebze de olsa var olduklarını hissetmelerini sağlamak geçti içimden çoğu zaman. Bir gün gazetede görmüştüm bir düşkünü. Bildiğimiz hayatların bilmediğimiz hikayeleri çıkınca karşısına insanın haliyle şaşıyor durumun garipliğine. Her gün kahvehanenin açılmasını bekleyip benden önce gelirdi sabahın beşinde bu düşkün. Taş duvar üzerinde tir tir titreyerek oturduğunu görürdüm. Adını hiç sormadım. O da hiç söylemezdi. " Oo Müdür geç kaldın. Müdür duble çay yap bana. Müdür gel müdür git."
Ben kahveyi açar, ocağın altını yakar, eski garaja gidip koltuğumun altına gazeteleri kıstırır, bir kaç poğaça börek ile dönerken geri, kahveyi beklerdi müdür. Televizyonun altında oturur dışarı anlamsızca seyrederdi çoğu zaman. Evsiz barksız olduğunu bildiğim halde üstü başı düzgündü ama hiç mantıklı konuşma faslına girmezdi benimle bile. Su ısınınca çayı koyar, klimayı açardım ısınsın diye. Birde şarapçı Orhan vardı. Çok kişinin bildiği şehrin en büyük düşkünü. O da gelirdi birazdan. Bazen Şarapçı Orhan müdürden önce gelirdi. Müdürle çay olunca aldığım poğaçaları yerdik. Elbiseleri temizdi ama kokardı yine de. Bir gün dayanamayıp sormuştum.
- Müdür senin ev nerde?
En son hangi kahve kapatırsa o gün evim orası dedi.
- Müdür üşümüyor musun soğuklarda.?
Elini sallayıp geçti. Ama el sallayışın içinde üşümekte vardı, çaresizlikte vardı, düşkünlük hayli fazla vardı. Sus da şunları yiyelim der gibi.
Çayı içer içmez giderdi müdür. Kaldırımlar sanki gün doğunca ilk onun ayakkabılarını öpmek istiyor gibi bişey demeden giderdi. Bazen farketmezdim bile gittiğini. Çay parası falan yok. Hiç vereyim de demedi.
Gazetelerin içindeki gereksiz ekleri bulmacaları ayırıp bir koliye doldurduktam sonra gazetelerin dağılmasını önlemek için zımbalamıştım. Henüz işe gidecek olanlar, karısı kahvaltı hazırlamayanlar, okul öğrencileri dolmadan kahveye gazetelere göz gezdirdim. Tirajı yüksek ulusal bir gazetenin üçüncü sayfadaki cinayet intikam tecavüz hırsızlık haberlerinin arasında küçük puntolarla yazılmış yazının arasında vesikalık bir fotoprafını gördüm müdürün. Haberin başlığında "Öz kardeşlerini kabul etmedi" yazıyordu. Gazeteyi alıp yanına koştum. Haberin yer aldığı kısmı önüne getirerek "müdür bu sen misin? Dedim. Müdür durdu gazeteye baktı. Hızlı konuştuğu ve ön dişlerinin bir kaçının eksik olmasından dolayı kısık anlamsızca bir şeyler dedi müdür. Beni geçiştirmek istiyordu muhtemelen. Ama aklımda kalan onu bunca yıl aramayıp bundan sonra kardeşimiz deyip yanlarına almak istemeleriydi. " ben onları tanımıyorum" dedi müdür. "Ne yapayım bu yaştan sonra. Hiç arayıp sormamışlar şimdi biz senin kardeşiniz diyorlar".
Kalktı gitti müdür. Arkasından baktım. Kısa boylu adamın yavaş attığı adımları sürüye sürüye kaldırımları selamladı.. Arabaların binaların arasından kayboldu.
Düşkün dedim ama ayıp olur mu bilmiyorum yine de. Bir insan düşmüşse muhakkak bir nedeni olmalı. Düşkünlüğün onlarda nasıl bir düşünce yapısı oluşturduğunu merak ettim hep. Şarapçı Orhan mesela. Bir gün yine sabah kahveyi açıp Orhan amcayı almıştım içeri. Kapının önünden biri geçmiş sanki içeride çok farklı bir şey farkettim gibi hızla geri dönüp içeri girdi. Orhan amca her zaman oturduğu yerde kocaman sürgülü pencerenin açılan kanadının önündeki masada oturuyordu. Adam birden "vay benim Orhan ustam" deyip oturdu yanına. Halini hatırını sormaya başladı. Orhan amca asla mantıklı cümle kurmaz genelde para ister şarap ister bolca da küfür ederdi. Tanımadı da zaten adamı. Adam kendine bir çay söyledi. Çayı masaya bırakırken "sen Orhan amcanın kim olduğunu biliyor musun” diye sordu bana. Ben gördüğüm kadar biliyorum abi. Her gün gelir saat on olunca kalkar gider dedim. Adam kendiliğinden anlatmaya başladı bu sefer.
" ben orhan amcanın çırağıydım zamanında. Manisada orhan amcanın üzerine sayacı bulunmaz, valiler memurlar belediyeciler kaymakamlar ona yaptırırdı ayakkabılarını. Bu gün manisada onlarca usta var hepsi bunu çırağıydı. Ama kimse sahip çıkmadı Orhan amcaya. (peki sen neden sahip çıkmadın madem, bu halde olduğunu bildiğin halde diyesim gelmişti). Orhan amcanın bir karısı vardı. Şerifeydi adı. O kadar güzel bir kadındı ki Manisa’da çarşıya Uluparka çıktığında bütün millet ona bakar onunla aynı yolda yürümeye çalışır. trafikte arabalardaki insanlar bile durur onun güzelliğini seyrederdi. Öyle böyle bir afetti işte. Bir gün karısı Orhan amcayı İzmirli bir adam ile bırakıp kaçmış. Orhan amca Şerifeyi çok sevdiğinden kendini şaraba verdi. İnsan düşmeye görsün. Elde avuçta ne var gitti. Dükkan gitti. O kadar amir memur uğramaz oldu. Herşeyini kaybetti. Sonra işte insanların böyle soytarısı oldu. Adam çayı içip Orhan amcanın da içtiklerini ödedikten sonra vedalaşıp çıktı kahveden. Orhan amca oralı bile değildi. Az önce biri yanına oturmuş da konuşmuş falan onu için yok hükmünde olacak kadar düşkündü Orhan amca. Müdüre göre daha bezgin ve dağınık üst baş ile masada oturan Orhan amca cebinde sigarasını çıkarıp yaktı çamur gibi kirli elleriyle. Onu izlemeye ve yaşadıklarını düşünmeye çalışıp empati kurmaya çalıştım. Kaba kirli ve sigaradan sararmış sakalı bıyığını içinde küçücük ağzından çıkan sigara dumanıyla birlikte "Çay ver kahveci" dedi ince sesiyle.
Çayı içti. Masanın üzerine cebinden çıkardığı elleri gibi kirli bozuk paralardan bir kaçını bıraktıktan sonra yine duyuldu cızıltılı ince sesi.
"kahveci al para"
Parayı aldım. Yerinden doğrulup kapıya yöneldi. Tank gibi ağır cüssesiyle adımlarını sürüdü. Giderken ardında bıraktığı balık ölüsü gibi koku kahveyi yavaş yavaş onunla terketti.
İşte ben de bu günlerde böyle bir düşkünlüğün izinden gidiyorum. Akıl nimetini dinlemeyen bir kalp yaratmış Allah. Kendime söylemiyorum çoğu zaman. Bak dikkat et Hilmi. Bu şekilde devam edersen düşeceksin. Kimse neden düştü demez diyerekten. Gel gelelim kalp akıldan bağımsız hareket ediyor. Her ne kadar şakaklarımda baskı uygulasa da ağrılar biliyorum kalpten gelen bir ses var. Onu susturamıyorum. Korkuyorum bir yandan beni esir alan bu incelik hastalığının getirisinden. Zayıfladım. Biraz iştahımdan uzak, tatsız tutsuz yemeklerden alınan bir kaç lokma. Olamayan sabahların evveliyatı gecelerde uykuyla kavgalı gözler. Ve gecenin bünyesine gizlenmii sinsi düşüncelerim. Yılgınlık, yalnızlık, ıssızlık, görmezden gelinmeler, belirsizlik ve sessizlik. Sessizliğin içindeki gürültüleri duyuyorum çoğu zaman. Yalan değil. Kafamın içinde dümdüz edilmiş bir çöl. Kum kıpırdamıyor bazen. İşte bu noktada düşkünlüğün incelikten geldiğine dair hükümler veriyorum. Bu incelik çaresiz bırakır insanı. Hiçbir söz hiç bir kelime geçmediği vakit kendine, benzerin olan insan oğlunun vicdanı rahatsız eden vurdumduymazlığı canını yakar. Görünmek istersin. Tutunacak bir el ve sıcaklığı ile başka hiç bir telaşı barındırmayan bir gönül arzularsın ama uzaktır. Biraz biraz yollar kurar yollar bulursun ama sonucu hep çıkmaz bir yolun önüne çekilmiş taş duvar.
Düşüyorum galiba dersin. Düşmek fiilinin asıl anlattığı amaca benzemez bu düşmek. Şarapçı Orhan amca, müdür ve daha niceleri gibi. Görürler duyarlar ama Orhan amca ve müdür gibi onları görmez duymaz hissetmezsin. Çünkü çıkarı olmayan yollara girmiştir incelik. Akıl nimeti terk etmişken, kalp tüm sesleri bastırıp koparmıştır gerçek dünyanın ipinden seni. İnce ince düşünürken incelik tüm hayatın anlamsızlığına erdirmiştir.
İşte bu yüzden düşkünlük ile incelik birbiri ile muhtemel bir alaka sergiler. Bir yerlerde birileri düşecek, incelik ipinin üzerinde cambaz gibi yürürken. Düştüğünde duymayacak kadar sağır, görmeyecek kadar kör hissetmeyecdk kadar katı hale gelecek.
Düşkünlüğü geçerken arzuluyorum. Çünkü hissettiğim gördüğüm ve duyduğum sürece acı çekeceğimi biliyorum....
16nisan2018
YORUMLAR
Henüz yorum yapılmamış.