- 603 Okunma
- 1 Yorum
- 0 Beğeni
Çöplüğün generali nasıl halife-i arza dönüşecek?
"Onların Rableri katındaki mükafatı, temelli ve sonsuz kalacakları, içlerinden ırmaklar akan Adn cennetleridir. Allah onlardan razıdır. Onlar da Allah’tan razıdır. Bu Rabbinden korkan kimseyedir." (Beyyine sûresi, 8)
Arkadaşım, imanla şükrün arasını açıyoruz, hata yapıyoruz. Şükrü, ’imanın kendisine’ yapılacak birşey gibi değil, ’hazza müteveccih’miş gibi tarif ediyoruz. (Nimet ile imanı da birbirinden koparmış oluyoruz böylece. Şükür, imandan kopuk, ayrıca yapılması gereken bir görev gibi duruyor.) İmanın kendisinin nasıl bir nimet olduğu ise bu ’nimetler kesreti’ içinde görünürlüğünü yitiriyor. Nimet tanımımız kalbin (ve de şubesi olan aklın) diyarından uzaklaşarak hazzın diyarına yaklaşıyor. Tadılanın nimet olduğunu takdir eden mantığımız akla gelenin de (en az onun kadar) nimet olduğu düşüncesinden uzaklaşıyor. Çünkü aklın alanını nimet alanından farklı bir yerde konumlandırıyor. Kalbin alanını nimet alanından farklı bir yerde yerleştiriyor. Dışımız Onun (c.c.) oluyor yalnız. İçimiz yine bizim(!) kalıyor. "Oraya akanlar hariç..." diyor nefsimiz, "bana ne verdiyse nimettir."
Hatırlayalım: Karun’un şirki gizliydi. Karun, Allah’a başkasını değil, kendisini ortak koşmuştu. Onun "Bu bana ilmimle verildi!" derken kastettiği "Bunu tam olarak O verdi sayılmaz. Ben de kazandım! Ben de birşeyler yaptım!" demek değil miydi? (Zekat emrine muhatap olduğuna göre Karun inançlı biliniyordu da.) Çünkü o servetini elde ediş sürecinde istifade ettiği akıl/emek alanını ’bağış’ diyarından çıkarmıştı. Onun dünyasında bağış, aklın, kalbin ve iradenin çabasından hariçte kalan bölgeyi temsil ediyordu. Belki bir anda da olmadı bu kayış onda. Yavaş yavaş inşa etti şeytan bu tanımları. Tıpkı Mesnevî-i Nuriye’de bize aktarılan süreç gibi:
"Evham, şübehat, dalâletin menşe’ ve mahzenlerinden biri: Nefis, kendisini kader ve sıfât-ı İlâhiyenin tecelliyat dairesinden hariç addeder. Sonra tecelliyata mazhar olanlardan birisinin mevkiinde kendisini farz eder, onda fenâ olur. Sonra, başlar, bazı tevillerle o şeyi de Allah’ın mülkünden, tasarrufundan çıkartır. Kendisinin girmiş olduğu şirk-i hafîye girdirir. Ve şirk-i hafîden aldığı bazı halleri o mâsuma da aksettirir."
İmanın, Bediüzzaman’ın ifadesiyle, ’bütün nimetlerin başı ve nimetleri hakikî nimet yapan ve bütün zîşuuru ademin hadsiz musibetlerinden kurtaran’ oluşu tam da bu süreçte gerçekleşir. İman, başta kendin olmak üzere, herşeyi Allah’a intisablı/bağlantılı bir şekilde tarif etmektir çünkü. Küfür nasıl ’hariçte bırakmakla’ ilerlerse, iman da tam tersi bir şekilde ’daire içine almakla’ fonksiyonunu yürütür. Yani, sahiplenile sahiplenile şirke düşülür, elden çıkara çıkara iman edilir. Bu bir açıdan da şu demektir: Küfür bütünün anlamını parçalarken, iman, parçayı ’bütünün anlamına’ çağırır.
Ali Şeriatî’nin de İslam Bilim isimli kitabında güzelce ifade ettiği gibi, tevhid ve küfür, birbiriyle barışmayacak iki farklı ’algılayış biçimi’dir. İman eden varlığı farklı algılamaya başlar. Küfre düşen şahitliklerini daha farklı algılar. Ortamızdaki nesne değişmese de bizim ona dair yorumlarımız değişir. Çünkü mü’min varlığı ötesiyle birlikte tanımlar. Küfrün böyle bir şansı yoktur. Herşeyi buranın içinde, varlığına inandığı gerçekliğin boyutları üzerine kapanmış olarak, sınırlı imkanlarla anlamlandırmak zorundadır. Bu açıdan, Kur’an’da imanın gaybla bağlanması, mü’minlerin ’gayba iman edenler’ olarak övülmesi, onların sahip olduğu bu hazineye (yani varlığın şahid olunandan ötesine sahip oluşuna) bir vurgudur aynı zamanda.
Mürşidim ’imanın nimetiyetine’ çok vurgu yapıyor. Hatta bu gözle dikkat edilse, metinlerinde en çok vurgu yaptığı şeylerden birisinin ’imanın nimetiyet ciheti’ olduğu görünüyor. Bunun anlamı biraz da şu: İman bizzat hayatı güzelleştiren birşey. Dünyayı anlamsızlıktan, bir çöplük olmaktan, yokluğa gitmekten kurtaran birşey. Nimet demek de aslında bu demek. Birşey hakkında nimet dediğimizde kastettiğimiz onun hayırlı yani vücudî (varlıksal) oluşu. Vardenin varedişine uyumlu oluşu. O uyumla ’büyük anlama’ katılışı. Bizi sonsuzluğun parçası kılışı.
Bize birşeyler katışı. Zenginleştirişi. Aleyhissalatuvesselamın buyurduğu; "Din kolaylıktır..." hadisi, genelde ’amellerin hafifliği’ ile tevil edilse de aslında iman, daha ameller hesaba katılmadan, yaşamı/yaşamayı kolaylaştırandır. İmanın verdiği bakış açısı hem gönül huzuru, hem akıl ferahıdır. "Kadere iman eden, kederden emin olur!" diyen güzeller de buna işaret etmiştir. Bu noktada, arkadaşım, özellikle 23. Söz’ün ifade etmek istediğim şeye güzel bir delil olduğu kanaatindeyim:
"İman bir intisaptır. Öyle ise, insan, iman ile insanda tezahür eden san’at-ı İlâhiye ve nukuş-u esmâ-i Rabbâniye itibarıyla bir kıymet alır. Küfür o nisbeti kat’ eder. O kat’dan san’at-ı Rabbâniye gizlenir. Kıymeti dahi yalnız madde itibarıyla olur. Madde ise, hem fâniye, hem zâile, hem muvakkat bir hayat-ı hayvanî olduğundan, kıymeti hiç hükmündedir."
Sanma söyleyeceklerim bu kadar. Şuna güzel bir örneğim de var. Okuduğum bir kitaptan. İsmi: Çöplüğün Generali. Bu romandaki birkaç satır, dünyayı, yalnız maddesiyle anlamlandırmaya çalışmanın nasıl ’değersizleştirici’ birşey olduğunu gösteriyor. Şöyle söylüyor doktor karakterimiz romanda: "Bazen yaptığım işin, bütün bu ameliyatların, bu yaşam kurtarma saplantısının neye yaradığını düşünüyorum da... Yaşamın kendisi bu kadar acımasızsa onu uzatmaya çalışmak neye yarar?" Uzağa gitmeyelim. Aslında bu sorgulama intiharın da arkasında yatan gerekçeden haber veriyor: Yanlış olanın uzatılmaması.
Kullandığı ifadelerden pek de inançlı olmadığını anladığımız yazarın, yine aynı roman içinde, sık sık ’hayatın acımasızlığına ve anlamsızlığına’ vurgu yapması, imanın ’şükrü bizzat hakeden’ birşey olduğunu göstermeye yetmiyor mu? Çünkü birşeye şükretmek bir açıdan da o şeyin varlığından razı olmaktır. Razı olmak ise doğru bulmak ile mümkündür. Doğru bulabilmek içinse o şeyin kendisinden başka şeylere (onu anlamlı kılabilecek bir gayba mesela) bağlanmasına ihtiyacımız vardır. Zira o şey bazen bizzat ’çirkin’ görünür de güzelleşmek için ’neticelere’ ihtiyaç duyar.
Zübeyir Tercan ağabeyin Holografik Bakış’taki enfes misaliyle: Bir insanın kesilmesini anlamlandırabilmek oranın ameliyathane olduğunu bilebilmekle mümkündür. Allah’ın yarattıklarından razı olabilmek onun Esmaü’l-Hüsna’sına inanmakla mümkündür. Ona hakkıyla iman etmeyense, yarattığına belki katlanır/direnir, ama razı olamaz. Tıpkı Yunus Emre’nin işaret ettiği gibi: "Yaratılanı severiz, Yaratan’dan ötürü." İman da zaten bu ’ötürü’nün farkına varmak değil midir? Hatta meşhur ayet-i kerimenin mealinden istifade ile şöyle de diyebiliriz: "Onlar ki ’ötürüye’ iman ederler."
Lafı çok uzattım. Sizi de sıktım. Mürşidimin bir sözüyle bitirmiş olayım: "İman bir intisabdır." Yani: Elhamdülillah. İmandan sonra hiçbirşeyin artık ’kendi başına’ kalma tehlikesi yoktur. İmandan sonra herşey Allah ile (ve dolayısıyla birbiriyle de) bağlanırlar. Ve, ne mutlu bize, kendi başına kalmayanlar yarım da kalmazlar.