- 690 Okunma
- 1 Yorum
- 2 Beğeni
HUZURLU BİR ÖLÜ OLABİLİRDİM...
Huzurlu bir ölü olabilirdim ama huzursuz bir ölümsüz olmayı seçtim. Lanet geçmişin intikamı almaksa payıma düşen bir nebze de olsa huzurdan nasiplenmek belli ki bir düş.
Sıcak iklimlerden gelen bir rüzgârım sanırım yaftalandığım kadar epriyen hayallerimin de katkısı var bunda. Bir zehir misali ahalinin yüreği ihlali sanırsın ki doğduğumdan beri mevsimlerin adı çıktı.
Gündüz gözüyle etrafa bakmayı pek sevmiyorum zaten yarasa kanatlarımla konacak yer bulamıyorum. Bulmaktan yana derdim aslında bulamamaktan.
Hayli yıpratıcı ölümü kabullenmek bana göre ise dünyanın en kolay işi zaten yıpranmış bir defterin hangi sayfasına konarım ki şu siyah ve iri cüssemle?
Ördüğüm yelekler asla sahibine ulaşmadı belki de sahipsizliğimin meramını bulmak adına örmekle iştigal ettiğim hele ki kendi başıma ördüğüm çoraplar yok mu… Genelde teki kayıp bu sefer başka bir renkle eşleştiriyorum ve prim vermeyen hangi renkse sonsuza kadar uzağında kalmak vazgeçilmezim tıpkı uzağımdaki keşişlerin istiflediği o iri cüsseli lenduha.
Aklımın mermerlerine yazılar yazıyorum uyumadığım gecenin lanetine bürünen kayıp izleklerde ben en patavatsız şarkıyı çalıp da dünden… dün, dediğime de bakmayın hani ne de olsa anda bile tezahür etmiyorum.
İri kopçaları var aklımın bir de kancaları. Gece kapıya dayandığında uçuşa geçiyorum belki bir düşü sahiplenmek belki de düşüşe geçen o iri gövdeli yolcu uçağının ölüm seferindeki yolcularını karşılamak adına.
Dün gömdüm kuzenlerimi aslında ben de onlar tarafından çoktan gömülmüştüm.
İki kuzenim var anne tarafından, baba tarafından kim ise canları cehenneme.
Bir ara karşı karşıya gelmiştim sanırım yaşım yirmilerin ortasındaydı ve de ben hayallerimin ortasına çöreklenmiş henüz böğrüme tekme yememişken.
Şikâyetim yok insanlardan yoksa –di’li geçmiş mi kullanmalıydım belki de rivayet babında.
Gönül gözüm de kapalıydı o zamanlar sadece yakın görme alanıma girenleri seviyordum ve aşklarımın dibine mütemadiyen gübre ekiyordum.
Zor oluyordu o gübreyi bulmak ne de olsa insanlık hala tenhalarda idi ve bu kadar da kirlenmemiş.
Ben pek mi kirliydim de şartlanıyordum günün yirmi dört saati zaten kanatlarım da kuluçkadaydı ve sadece şaibeli ayaklarımla uzun voltalar atıyordum.
İhanet neydi, dememin maliyeti ağır oldu doğrusu. Parçalanmış hayatımda mali yatırımlar yapmakla iştigal olduğum için parçaları değil de paracıklarımı kutsuyordu zaman ve banka denen tefeci zihniyet.
Bir boyuttan hangisine geçmeliydim ki?
Önce altınlarımı bozdurdum üstelik özgür irademle yapmıştım bunu derken döviz alıp battım. Belli ki estetik ameliyat olup şeklimin şemailimin değişme ihtimali bir sonraki bahara idi.
Sabahları uyanırdım ertesi sabaha kadar da uyumazdım demek ki uyumak diye bir kavramla fazla içli dışlı değilmişim.
Huzurlu ölüler bazen ziyaretime geliyordu ve ardına bakmadan… kaçan yine o davetsiz misafirlerdi ne de olsa ölülerden korkmazdım ben yaşını başını almış ölüleri de başında taşıyan.
Kıblem neresi miydi?
Annemin kucağı tabii ki.
Kuzey yıldızımı yeni kaybetmiştim.
Kaybedeceğim fazla bir şey yoktu o aralar ne de olsa kendime haiz değildim ve kendim’in ne anlama denk düştüğünü henüz keşfetmemiştim yine de bulduğumu sanıyordum oysaki kaybettiğim sadece aklımın kaçkın mahiyeti ile ısrarla beni uyardığı kısa zaman dilimleri idi.
Dilimi eşek arısı soksa da ben hala ağzım beş karış açık davet ediyordum tüm beyanlarını yürek minvalinde kutsanan bir kalıp olarak kalmaya mecbur… sözüm ona varlığım; sözüm ona varlığımın katsayısı; sözüm ona aşkla yoğrulan yüreklerin ne kadar da itibarlı olduğuna dair varsayımlar yaptığım…
Öykünmek neydi ki?
Ölmekle içli dışlı olmuş gözüksem de ben hiç ölmemiştim ve bilmezdim yaşayan insanların aşktan nasıl öldüğünü.
Derken baklayı ağzından çıkardı o çatık kaşlı adam ve yanındaki küçük kıza tam da itiraf ederken nasıl da ağzından kaçtığına… hayır, hayret filan etmemişti zaten küçük kız varlığından bihaberdi nefsinin insanlarının özellikle de kendi nefsi.
Bir yarasa olmayı dilemeyen tek ben de değildim üstelik.
İşe yarayacağını bilseydim ilk gün saklanırdım mağarama. Teyakkuzda olduğum bir rahmet belki de yine sivri beyanların henüz batmadığı…
Zafiyetlerdi yüreği küstüren iyi de herkes mi zayıftı?
Yanımdaki XXL kadın, göbeğini hoplata hoplata nasıl da gülüyordu:
‘’Acıyorum biliyor musun?’’
Acıkmış mıydı yoksa acımak nedir bilir miydi de bana dönüp söylemişti bu tuhaf soru cümlesini?
‘’Çok mu?’’ dedim.
‘’Yemiyorsan bana ver. Zaten ufacık kızsın. Nerene yiyeceksin bunca yemeği?’’
Masamda ne yemek vardı ne de…
‘’Uzat o salata tabağını.’’
Yeşil yaprakları az sonra indirecek iken mideye kadın işveli bir kahkaha attı.
‘’Merak etme, şekerim. Sırrımızı kimseye söylemem.’’
İki kişinin bildiği… iyi de ne o ne de ben biliyordum üstelik sır saklamayı henüz başaramamışken üstüne üstük sırlarımı henüz edinmemişken…
Hayret dolu yüzüm.
Kıvanç dolu yüreğim.
Özrüm.
Ben bir yarasa idim o günden sonra ve ölülerle arası iyi olan.
Huzurlu bir ölü olmayı mademki reddetmiştim…
YORUMLAR
Kim istemez ki huzurlu bir ölü olmayı...
Pardon... "Aklı başında olan kim istemez ki... " olacaktı...
Güzel ve anlamlı bir yazıydı.
Kutluyorum Kızım.
Gülüm Çamlısoy
Çok teşekkür ediyorum.
Ellerinizden öpüyorum.
Sevgi ve saygılarımla...