- 491 Okunma
- 0 Yorum
- 0 Beğeni
İçimize çöküyoruz çünkü çok fazla dışımız var
"Kışın ne giyeyim, yazın ne giyeyim, derken kıymetli ömür harcanıp gitti."
Şeyh Sadi-i Şirazî (k.s.)
Takipçilerim elbette farkındadır. Bir süredir yazılarımda (yanlış hatırlamıyorsam Hayy ve Kayyum isimlerinin kardeşliğini anlamaya çalıştığım yazılarla başladı bu yolculuk) ’yüzeye yayılmak’ ile ’derine dalmak’ arasındaki farkı anlamaya/anlatmaya çalışıyorum. Ve şunu iddia ediyorum: Sekülerleşmenin özünde bu ’ayrım’ vardır. Yani bir insan ’yüzeye yayılma’yı ’derinleşme’yle karıştırmaya başladığında ’dünyevileşmeye’ de başlar. Çünkü dünyevilik özünde bir boyut eksiltmedir. Nasıl bir boyut eksiltme? Varlığın anlamını ’derinlerde bir gaybın bilgisine ulaşmaya çalışarak’ değil de ’yüzeyde daha çok şahitlik toplayarak’ açıklamaya çalışmaktır. Mürşidim eserlerinde dinin ’birincisini’ felsefenin ise ’ikincisini’ yapmaya çalıştığını söyler. (Birçok kereler/tarzlarda söyler.) En barizlerinden birisi 12. Söz’ün hemen başında yeralan temsildir. Fakat temsil uzun. Özet geçeceğim.
"Hikmet-i Kur’âniye ile hikmet-i fenniyenin farklarına şu gelecek hikâye-i temsiliye dürbünüyle bak..." diye başlayan bu temsilde bir ’Hâkim-i Namdar’ Kur’an’ı mucizeliğine yakışır şekilde yazdırır. Hem de "Hakaikının tenevvüüne işaret için, bazı mücessem hurufatını elmas ve zümrütle ve bir kısmını lü’lü’ ve akikle ve bir taifesini pırlanta ve mercanla ve bir nev’ini altın ve gümüşle yazdı(rır)." Yani manaca çok derin olanı yüzeyce de zenginleştirir. Güzelliğini yüzüne yayar. Peki sonra? "Sonra o hâkim, şu musannâ ve murassâ Kur’ân’ı, bir ecnebî feylesofa ve bir Müslüman âlime gösterdi. Hem tecrübe, hem mükâfat için emretti ki: Herbiriniz, bunun hikmetine dair bir eser yazınız."
Devamını yerinden okuyalım: "Evvelâ o feylesof, sonra o âlim, ona dair birer kitap telif ettiler. Fakat feylesofun kitabı, yalnız harflerin nakışlarından ve münasebetlerinden ve vaziyetlerinden ve cevherlerinin hâsiyetlerinden ve tarifatından bahseder, mânâsına hiç ilişmez. Çünkü o ecnebî adam, Arabî hattı okumayı hiç bilmez. Hattâ o müzeyyen Kur’ân’ı, bilmiyor ki bir kitaptır ve mânâyı ifade eden yazıdır. Belki ona münakkaş bir antika nazarıyla bakıyor. Lâkin, çendan Arabî bilmiyor, fakat çok iyi bir mühendistir, güzel bir tasvircidir, mahir bir kimyagerdir, sarraf bir cevhercidir. İşte, o adam, bu san’atlara göre eserini yazdı.
Amma Müslüman âlim ise, ona baktığı vakit anladı ki, o, Kitâb-ı Mübîndir, Kur’ân-ı Hakîmdir. İşte, bu hakperest zat, ne tezyinat-ı zahirisine ehemmiyet verdi ve ne de hurufun nukuşuyla iştigal etti. Belki öyle birşeyle meşgul oldu ki, milyon mertebe öteki adamın iştigal ettiği meselelerinden daha âli, daha galî, daha lâtif, daha şerif, daha nâfi, daha cami’... Çünkü, nukuşun perdesi altında olan hakaik-ı kudsiyesinden ve envâr-ı esrarından bahsederek gayet güzel bir tefsir-i şerif yazdı."
İşte, arkadaşlar, temsildeki feylesof benim ’yüzeye yayılmak’ dediğim ’yalancı bir derinlik’ ile avunuyor. Âlim ise ’hakiki derinlik’ olan ’anlama’ uzanmaya çalışıyor. Ve mezkûr temsil hakikate bizi şuradan bağlıyor: "Eğer temsili fehmettinse, bak, hakikatin yüzünü de gör: Amma o müzeyyen Kur’ân ise, şu musannâ kâinattır. O hâkim ise, Hakîm-i Ezelîdir. Ve o iki adam ise, birisi, yani ecnebîsi, ilm-i felsefe ve hükemâsıdır. Diğeri Kur’ân ve şakirtleridir."
Gaflet yüzeysel bir derinliktir. Dalgınlıktır. Ama yüzeyde bir dalgınlıktır. Derinlere körleştirir. Bugünse aslında hepimiz ’yataya yayılmak’ ile ’derinlere dalmak’ arasında mütereddidiz. Bana sorsanız, yüzeye yayıldığım zamanları, derinlere daldığım zamanlardan çok daha fazla buluyorum. Çünkü görüyorum: ’Genel kültür’ dediğim alan dahi aslında ’yüzeyde bir yayılma’ vaadediyor. Beynimi bilgi çöplüğüne dönüştüren bu uğraşın dahi, eğer ondan aldıklarımı marifetullaha bağlayamazsam, bir derinliği yok.
’Âlim’ ile ’aydın’ da buradan ayrılır. Aydın ’yüzeye dair bilgisi çok olan’dır. Âlim ise ’derinlerin bilgisine sahip’tir. Ahirzamanda, teknolojinin imkanlarıyla beslenen, ’yüzeye yayılmalı’ bir ’sahte derinlik anlayışı’ kendisini matah saydırdığı için, derinlerin bilgisinde hünerli, fakat yüzeyde bilgisi az olan insanların kıymeti kalmamıştır. (Veya çok azalmıştır.) Mürşidim yine Münazarat’ta geçen dört kıyas-ı fasit (yanlış kıyaslama) içinde şunları da sayar:
"(1) Mâneviyatı maddiyata kıyas edip Avrupa sözünü onda dahi hüccet tutmak. (2) Hem de bazıfünun-u cedideyi bilmeyen ulemanın sözünü ulûm-u diniyede dahi kabul etmemek. (3) Hem de fünun-u cedidede mahareti için gurura gelip, dinde de nefsine itimad etmek. (4) Hem de, selefi halefe, maziyi hâle kıyas edip haksız itirazda bulunmak."
Bediüzzaman’a göre bunların tamamı yanlış kıyaslamalardır. Çünkü farklı bilgi alanlarını eşitlemektedirler. ’Yüzeyin bilgisi’ ile ’derinlerin bilgisini’ eş tutarak bu eşleştirme üzerinden çıkarımlar yapmaktadırlar. Burada şunun da altını çizelim hemen: Elbette yüzey bilgisinin, doğru kullanıldığı zamanlarda, derinlerin bilgisine dönüşebilirliği vardır. Fakat bu dönüşümü sağlayacak olan yine derinlerin bilgisidir. Yani aslolan ’ziya’ ulum-u diniyedir.
Buradan Medeniyet Tasavvurları progamında Suat Alkan abinin söylediği (bence kıymetli) birşeye geleceğim. Demişti ki Suat abi: "Batı sanatı fotoğrafın icadından sonra somuttan soyuta yöneldi. Çünkü somutu ortaya koyma açısından bu teknolojiyle yarışamayacaklarını farkettiler. Bu noktadaki emeklerini terkedip soyut sanatlara yöneldiler..." Burada Suat abinin ’somut’ ve ’soyut’ ifadeleriyle kastettiği manayı ben yukarıda zikrettiğim şekillerde anlamıştım. Yani somut olan aslında ’yüzeysel olan’dı. Tıpkı bir buzdağının yüzeye çıkan kısmı gibi ’dışarıdan bakınca görünen’di. Soyut ise o şeyin hakikatiydi. Kuşatılamayandı. Varlığı seziliyordu ama tüm detaylarıyla kendisini elevermiyordu.
Bu tesbitinin devamında Suat abi, İslam’ın (Bediüzzaman’ın tabiriyle) hüsn-i mücerrede (soyut güzelliğe) Batı’dan çok daha önce uyanmış olmasını ’sûretperestlik tezahürü’ sayılabilecek şeylere karşı olumsuz tavrıyla ilgili olduğunu ifade etti. İslam sanatçıları sûret resmetmekten kaçınmışlardı. Evet. Ama insanın anlamını da en güzel şekliyle onların metinlerinde buluyordunuz. Yine, salt bir tezahürün değil, bir mananın ifadesi olan kelimeleri/cümleleri hat sanatı çerçevesinde ’görselleştirerek’ size taşıyorlardı. Yani İslam sanatlarında ’görünürlüğün yüzü’ derinlere bakıyordu. Diğer bütün sanatlarında da bu türden tezahürler vardı. Heykel yapmıyor fakat hayrat yapıyorlardı. Yaptıklarının az boyutlu şuhut âlemine değil çok boyutlu gayp âlemine bakmasını istiyorlardı.
Bu mesele beni ’tesettür’ hakkında da epey düşündürdü. Kadın gibi görsel güzelliği yüksek bir varlığın İslam’da (erkekten daha ziyade) tesettürle görevlendirilmesi yine bir derinlere/aslolana yönlendiriş olabilir miydi? Açık-saçıklığın günümüze göre çok düşük düzeyde olduğu zamanlarda, Batı romanlarında dahi, karakterlerin, duyguların, aşkların, fikirlerin, anlatıların, hislerin ve hissedişlerin daha ’derin/nitelikli’ oldukları nazara çarpıyordu. Fakat ar perdesini hepten yırtmış açık-saçıklık dönemine gelindiğinde, başka birçok şey olabilecek derinleyesi güzeller, artık sadece seksi idiler. Derinlikleri ise sadece dekoltelerinin derinliği idi. Çünkü yüzey derinlikleri yutarak büyüyordu. Yüzeye yayılış arttıkça derinlik kayboluyordu.
Özetle: Modern kadın ve erkek ’görünürlük’ aşkıyla ’derinlikten’ vazgeçiyor gibiydi. İnsanlık tarihi boyunca ’dışının güzelliğiyle’ bu kadar ilgilenen insancıklar hiç varolmuşlar mıydı? Yüzey takıntısına hiç bu kadar para harcanmış mıydı? Gayretler bu kadar onda temerküz etmiş miydi? Ben, bu vesileyle, tesettürün ’kalkan oluş sırrını’ bir de şu yönüyle anladım: Evet. Tesettür insanı günahlardan koruyordu. Fakat öncelikle ’yüzeyinde boğulmaktan’ koruyordu. Tevazu sahibi olmanın insanı kibrin zararlarından koruması gibi koruyordu. Diğergamlığın bencilliğin boğuculuğundan koruması gibi koruyordu. Hatta belki bu türden kem hisler dahi yüzey aşkının benliğimizi ele geçirmesiyle tetikleniyorlardı.
İşyerimin penceresi gençleri rahatlıkla izleyebileceğim bir imkan sunuyor. Bakarken farkediyorum. Tesettürsüz kadın yüzeyinin daha çok baskısı altında. Daha çok tetikte. Görünürlüğün bedelini hiç geçmeyecek bir telaşla ödüyor. Güzel olmaya çalışıyor. Güzel kalmaya çalışıyor. Sadece yüzüyle değil görünen her yeriyle. Hatta dar elbiselerin sararak görünür kıldığı yerleriyle bile. Mesture kadınlar daha rahatlar. Hatta çarşaflı olanlar neredeyse endişesiz. Görünme türlerinin teke indirgenmesi onları beğenilme endişesinden kurtarmış gibi. Bu çok başka bir özgürlük. Derinlere dalabilme özgürlüğü. Yüzeyin zorbalığından kurtulabilme özgürlüğü.
Belki de İslam, bu türden ’görünürlük yasaklarını’ yine bizim için, yani yüzeyin baskısından/etkisinden kurtulmamız için emrediyor. Çünkü Rahman ve Rahim olan Allahımız bizi ’derinlik’ için halkediyor. Derinlerin bilgisini kuşanmamız için imtihan ediyor. Görünürlük ise dikkatimizi manamızdan çekip yüzeyimize yayıyor. Instagram, twitter, facebook, moda, trendler, yeni çıkanlar, ünlüler, giyilenler, giyilmeyenler, görünmeler, görünmeler, görünmeler... Bunca telaş içinde derine ayıracak vaktimiz çok azaldı.
Tesettürlü bir kadın benim gözümü/dikkatimi kendisiyle daha az meşgul ettiği kadar kendisini de kendisiyle daha az meşgul ediyor. Zihni enesi etrafında dönmüyor. Asıl konuyu kendisi bilmiyor. Daha da ötesi: Bu duruşuyla tüm insanlığa birşey söylüyor. Diyor ki: "Bana bu güzellik verildi. Benim için bir imtihan kılındı. Fakat ben ’derinlerin güzelliğine ulaşma adına’ bundaki dikkatimi azalttım. Öteledim. Yendim. Bu sayede yüzeyinde boğulmayan bir hayatım var benim. Daha az görünerek daha derin varolmanın sırrına erdim. Göz sahipleri! Beni dinleyin. Siz de derinlik arıyorsanız görünürlüğün esaretinden kurtulun. Göreceksiniz ki nakışlara takılmadığınızda anlamlar daha da çoğalacak. Kitap size kendisini o zaman okutacak. Kalbiniz dikkatini yüzeyden çekip derinliğe verecek."
Bu anlamda tesettür bir yaşama bakış şekli gibi geliyor bana. Nasıl varolacağının seçimi gibi. Ahirzamandaki yaşlı kadınların imanlarını öven hadis-i şerifi de daha farklı bir pencereden anlamanın imkanını sunuyor bu bakış. (Yaşlı kadınlar görünmenin esaretinden kurtulmuşlardır.) Bu bakış şeklini hayata yaymamız lazım. Neden? Gırtlağımıza kadar yüzeye battık çünkü. Her yanımız vıcık vıcık yüzey oldu. Şimdilerde hem kadının hem erkeğin derinliği yüzündeki makyajın derinliği kadar. İçimizdeki sarsıntılar ise aşırı kalınlaşmış/yoğunlaşmış yüzeyin ağırlığı. İçimize çöküyoruz arkadaşım. İçimize çöküyoruz. Çünkü çok fazla dışımız var.
YORUMLAR
Henüz yorum yapılmamış.