TÜRKEN RAUS!!! (TÜRKLER DEFOLUN!)
TÜRKEN RAUS!!! (TÜRKLER DEFOLUN!)
Dortmund’un semalarında karabulutlar küme küme öbeklenmiş, diretiyorlar dağılmamak için. Şimşeklerin, gök gürültüsünün şiddetli yağmurun habercisi gibi bugün... Sokak ışıkları, güne ayarlanmış zamanlı sistemle sönünce hâlâ sokakların yüzüne sabah aydınlığı düşmedi. Zifiri karanlık gökyüzü ve iç karartıcı, can sıkıcı. Güneşin kendini göstermesi imkansız maviliği silinmiş gökyüzünde. Önüne setler germiş yağmur yüklü karabulutlar. Güz mevsiminin sabaha düşürdüğü çiğlerin üşütücü serinliğinde insanlar otobüs, tramvay duraklarına koştururcasına telaşlı telaşlı adımlıyorlar. İşe gidecekler alaca karanlığa esneyerek, hafif öksürükler bırakarak caddeye iştahı kesilmiş bedbinlikle isteksiz yürüyorlardı.
Çok geçmeden yollar yavaş yavaş kalabalıklaşıyor. Bisikleti, motoru ile işe gidenler yağmurluklarını sırtlarına geçirilmiş vaziyette ilerliyorlar ekmeklerini seferber ettikleri fabrikalara, okullara, dairelere doğru. Yağmuru ve ayazı eksik olmayan şehrin üzerine sanki kabus çökmüşçesine suskun ve otobüslerin, tranvayların, arabaların gürültülerine kulaklarını tıkamışçasına öylece duruyor. Dev binalar mağrur mağrur bakıyor insanlara. Kuşların bile cılız çıkıyor sesleri. Onlarda mı sabahın mahmurluğuna teslim? Bazı ağaçların sararmaya yüz tutmuş yaprakları rüzgârın ’kalkın haydi!’ selenişine hafifçe kımıldıyorlar ama iştahsız. Tranvay durağına bir an önce tranvaya yetişmek için boynundan sırtına geçirdiği erzak çantası ve şemsiyesi ile ilerleyen Hakan, yürürken sanki memleket türküsü söylermişcesine mırıltanıyordu!
’Ah ülen gurbet ahhh! Memlekette olsaydım sabahın bu saatlerinde toprağımızın kokusu buram buram burnumuza akın eder, sonbaharın ıhlamur ağaçlarının güzelliği mest ederdi bizi. Semaları ezanımızla inler, yüreklerimize nurlar saçardı. Bir sabah olsun ezanı duyamadım ya bu şehirde, ağrıma gidiyor! Ne yapacaksın vatan islâm değil, insanlar müslüman değil. Allah’a çok şükür ekmeğimizi burada kazanacakmışız, buna da çok duacıyım. Bu vatan bize alnımızın hakkını hep verdi. Allah var yukarıda; hiç bir zorluk çekmedim mahallemde ne de çalıştığım iş yerinde. lmanlar sanki bizden birileri gibiler. İş yerinde bana ’Şön Türk’ derler de başka şey demezler!’ gülümsedi bunları kendi kendine mırıldanırken.
Tranvay durağına vardığında kalabalığın arasına girip kendi istikametine gidecek trenvayı ayakta beklemeye başladı. Sessizce duruyordu yanına yaklaşan iş arkadaşı İlteriş’ın ona selam verip, günaydın deyinceye kadar. Selamını alarak ’günaydın, günün hayırlar getirmesini söyledi!’ ona. Sağdan-soldan sohbet etmeye başladılar. Çocukların durumlarını, hayat şartlarını dile getiriyorlardı birbirlerine kısacık bekleme süresince. Bir kaç metre ileride yaşları yirmi beş, otuz arasında kulakları küpeli, kaşlarında iğneler takılı, saçları hayatında sabun, tarak ve temizlik görmemiş dağınık saçlı, kot pantolonları yırtık pırtık, suratlarından melanet okunan iki Alman genç bunlara dönerek:
__ Heeyyy siz Türk’olar! Bu ülkeden defolup gidin kendi ülkenize, orada Türkçe konuşun! Burası asil Alman ırkının anavatanı! Gelmiş burada Türkçe konuşuyorsunuz. Defolun şıvayzın (domuzlar) diyerek köpük saçan ağızlarından küfürler ederek üzerlerine doğru gelmeye başladılar.
Oradakiler sabahın üzerlerinden atamadıkları uyku mahmurluğu uyuşukluğunda işe gitmeyi beklerlerken, aniden gelişen olay karşısında şaşkınlıkla irkildiler bu sözler karşısında! Herkesin gözleri onlar üzerinde ama onları durduracak hiç bir girişim yapmadılar. Ya korktular, ya da ’amaaannn bize ne! Zaten hakaret ettikleri nasıl olsa Türkler!’ diye mi düşündüler, bilinmiyordu olaya uzak kalışlarına bakılırsa. Korkmuşta olabilirlerdi. Son zamanlarda Alman Neo Nazilerin özellikle Türklere karşı giriştikleri vahşilikler katliama varan boyutlarda olması yılgınlığa sebebiyette vermiş olabilir duraktakileri! Bir Türk ailenin evini kundaklamaları daha üç ay bile geçmemiş; beş Türk yanarak, dumandan boğularak öldürülmüşlerdi. Geceleri kahvehanelere, camilere saldırmaları, başörtülü Türk kadınlarına, kızlarına lafla sarkıntılık ederek iyice azıtmışlardı. Almanya genelinde Hitlerin o katil ruhu dolaşmaya başlamıştı devletin gizli ve kontrollü himayesinde! Türkler işlerine ve işyerlerine giderken aniden saldıracakları endişesini taşıyorlardı. Korku sarmıştı Türkleri. Kısa zaman içinde ülkeyi saran bu vahşiliği ne medya kuruluşları, ne de devletin istihbarat güçleri, polisleri önleme tedbirleri alıyorlardı. ’Derin devletin bir planı mıydı?’ diye düşünmeye başlamıştı siyaset analizcileri.
Birinin adı Hans, diğerinin adı Björn adlı iki alman ırkçısı, kalabalığın korkak bakışları arasında Hakan ve İlteriş’in yanına kadar geldiler. Kudurmuş kinlerinden akan salyaları ile daha şiddetli bağırmaya baladılar. İki Türk neye uğradıklarını şaşkınlıkla onlara bakıyordu. Üzerlerine doğru gelenlere bir şey diyemediler. İlteriş kısılmış sesi ile:
__ Beyler biz size ne yaptık ki? İşimize gidiyoruz. Yıllarımızı biz bu ülkeye verdik ve anavatanımızdan hiç ayırt etmedik burayı. Burasıda bizim vatanımız! der demez Björn kudurmuşluğunun şiddeti artarak saldırdı İlteriş’e!
__ Defolup gidin ülkemizden! Almanya Almanlarındır!
__ Tamam, bizde yıllarca burada yaşadığımız ve çocuklarımız burada doğduğuna gğre biz de sizin gibi Alman’ız, Farkımız sadece saç ve ten rengimiz, dedi İlteriş. Hemen elini motkemerinin iç cebine el atarak Alman pasaportunu çıkardı. Kudurmuş bu iki almanın gözlerine sokarcasına gösterdi!
İlteriş’in Alman pasaportunu gören Nazi iki Alman daha da deliye döndüler. Ses tonlarını yükselterek en şiddetli, ağıza alınmayacak küfürler savurmaya başladılar. Björn yanındaki arkadaşı Hansa’da gaz vererek onu ateşliyordu. Belki de planları gereği böyleydi! İki Türk’e bir şeyler yapacakları gün gibi aşikardı. Planlanmış bir harekete tıpa tıp uyuyordu hareketleri! Olup bitene bakarken etrafındakiler; Hans’ın iki elide cebindeydi ve sağ elini motkemerinin cebinden çıkarır çıkarmaz sustalı bıçağın otamatiğine bastı ve İlteriş’in üzerine atılarak tam kalbinin olduğu kısma öyle bir şiddetle sapladı ki; saplaması ve çekmesi ile birlikte kalabalığı yara yara bağrışlar arasında arkadaşı ile kaçıp uzaklaştılar. İlteriş kendini savunacak fırsatı bulamadan yediği sustalı ile yığılıp kaldı olduğu yere. Hakan İlterişin üzerine kapaklandı haykırarak!
__ Ne olur polisi ve ambulansı arayın. Engel olamadınız bu iki faşist Alman ırçısına! Bari polis ve ambulans çağırın derken hem bağırıyor, hem ağlıyordu.
İlteriş yığılıp kaldığı parke taşlarla döşeli tranvay durağına. Kanı akıyordu soğuk parke taşlarının üzerine. Sadece inliyordu İlteriş. Yıllardır yaşadığı Almanya’da böyle bir ırkçı saldırılara hiç maruz kalmamıştı. Ve tahmin bile edemiyordu böyle bir olayın başına geleceğini. Eğer tahmin etmiş olsaydı tedbir amaçlı o da yanında bir şeyler bulundurabilirdi ama ırkçı hareketleri güçlü Alman devletinin önleyebileceğini sanıyordu! Irkçı, soykırımcı, şovanist hareketlerin sönüp gideceğini hayal ederken, aksine her geçen gün Alman faşistlerinin 1938 ve 1945 yılları arasında özellikle Türk Karaim Musevilerine uyguladıkları katliamlara doğru gidildiğinin farkına varamıyordu Türkler. Dün Musevi Karaim Türklerine uyguladıkları soykırım hareketini şimdi müslüman Türklere başlatıyorlardı. Katil dedeleri Adolf Hitlerin son kalıntıları, derin devletin özel planları ile yıllar önce uyutulmuş Nazileri hücrelerinden uyandırılıp, alınlarındaki ve bayraklarındaki kara ve kan lekesi temizlenmemiş Almanya’nın tüm şehirlerinin sokaklarında yeşermeye başlamıştı faşizmin tohumları.
On beş dakika geçmişti olaydan sonra. Polis ve ambulans sirenlerini sonuna kadar açarak ve mavi ışıklarını parlata parlata geldiler. Polis ertafı boşaltarak kordan altına aldı sarı şeritler çekerek. İlk yardım görevlileri koşar adımlarla girdiler durağa. Yerde iniltileri gittikçe zayıflayan İlteriş’i alıp sedyenin üzerine yatırdılar. Üzerindekileri makasla kesip çıkardılar. Bıcağın indiği yere acil pansuman yapılarak hemen ambulansa bindirilip Hakan’la birlikte Dortrmunt’un en teferruatlı hastahanesine götürülürken duraktakiler sadece ama sadece bakıyorlardı. Polis oradakilerden bilgi almak istemesine rağmen kimse gerekli bilgiyi vermediler ve gerçeği polise anlatmadılar içlerine sinmiş ırkçılık duygularının etkisinde kalarak. Polis bu durum karşısında endişelense de elindeki not defterine bir şeyler yazıp diğer üç polisle birlikte büroya gittiler. Büroya iki arkadaşını bırakarak hastahane yolunu tuttu rapor yazmaya çalışan polis diğer polis memuru ile . Hastahanede Hakan’ı ve dinleyebilirlerse İlteriş’i dinleyeceklerdi olayın aslını öğrenmek için. İki faşist ırkçı, kalabalıklar arasından sıyrılıp kaçıp gitmişlerdi ama onlarında bir an önce bulunması için acil alarm verilmişti sivil ve resmi polislere. O muhitte devreye sokulmuştu emniyet. Ellerinde de yeterince deliller vardı Alman polisinin Nazi üyeleri hakkında ve ayrıca fotoğrafları arşiflerindeydi. İlk suçları değildi ki bu! Her fırsatta özellikle Türklere laf atıyorlar, en bariz küfürler ediyorlardı!
Hakan, bütün gün hastahanede kaldı. Ameliyattan çıkmasını bekliyordu sağ olarak. Doktorlar, yoğun bakım ünitesinden henüz haber vermemişlerdi İlteriş’in durumu ile ilgili. Hakan İlteriş’in ailesine, üç çocuğuna haber verip vermemekte tereddüt etmiş ve doktorların vereceği haberin ışığında telefon etmeyi düşünüyordu. Ne diyeceğini de pek bilemiyordu İlteriş’in ailesine. Sabah işe giderken İlteriş’in eşi Ayyüce ona kahvaltısını hazırlamış, giderken de alnından öperek evden ayrılmıştı gülümsemelerle. Ayyüce, kocasını çok severek evlenmiş ve ona üç pırlanta evlat vermişti. Hakan, Ayyüce hanıma durumu bildirdiği an, onun ne hallere düşeceğini kestirebiliyordu. Korktuğu, acı bir durumun başına gelmemesi idi. İlteriş’in ameliyattan çıkmasını beklediği bekleme salonunda bildiği tüm duaları okuyordu. ’Allah’ım ne olur arkadaşıma yardım et! Sen de şahitsin olaya! Ne olur yardım et! Senin yer yüzünde şerefi ile halifeliğini yapmış biz Türkleri koru, yardımını esirgeme ne olur!..’ diye dualarla Allah’a yalvarıyordu. İçinden bütün bildiği sureleri okudu.
Hakan, çalıştığı iş yerine de haber verememişti telaşından olsa gerek! Hastahanenin ve polisin vereceği raporu iş yerine ’gösteririm’ diye içi ferahtı bir aksiliğin çıkmamasına. Çalıştığı döküm fabrikasında yirmi yıllık usta başısı idi. Şefleri tarafından çok sevilen, takdir edilen işçilerinden biriydi o. Bir gün hasta kalmışlığı yoktu iş yerine ama son zamanlarda en küçük bir ihmal dahi bahane edilerek bir çok iş yeri Türklere çıkış veriyordu. Doğu bloklarından gelen işçileri köle gibi az ücretle çalıştırdıklarından onları alıyorlardı patronlar. Artık dünlerin Almanya’sı değildi bu zaman! Türkler için hayat yavaş yavaş durma noktasına veya bitiş noktasına doğru gidiyordu. Irkçılık rüzgârı gün geçtikçe ülkeyi bir baştan başa etkisi altına almaya başlamıştı. Özellikle Türkler ve diğer yabancıları korku sarmıştı! Bazı şehirlerde gece sokaklarda gezmeye bile cesaret edilip dışarı çıkılamaz hal alıyordu. Gezilmeye gidenlerde topluca gidiyorlardı. O denli tehlike arz ediyordu ki ’medeniyetin beşiği’ diye yutturdukları ülke!
Hakan düşünceli düşünceli otururken iri yapılı, uzun boylu, gözünde siyah gözlüğü olan beyaz gömlekli biri yanına yaklaşarak:
__ Bayım ben doktorum, dediğinde Hakan koltuğundan irkilerek ayağa fırladı. Gözleri yuvalarından çıkarcasına doktora dikkatlice bakmaya başladı. Doktor tok, mağrur sesi ile devam etti sözüne. Bugün sabah getirilen bıçak darbesi alan kişinin yakını mısınız siz? dedi.
Hakan, şöyle bir yutkundu, kendini toparlayarak hazır ol vaziyetine geçti, sanki suçlu kişi gibi başı önünde eğik hekime baktı.
__ Hayır doktor bey akrabam değil ama aynı mahallede otururuz. Evlerimiz bir birine çok yakın, iki sokak ötede. Her sabah işe birlikte aynı tranvay durağından bineriz. Arkadaşım ameliyata alınmıştı gelir gelmez. Bu zamana kadar durumu ile ilgili hiç bilgi verilmedi. Ben de endişe içerisinde bu saate kadar bekledim ve hâlâ ailesine, çocuklarına korkumdan bir haberde veremedim durumunu bilmediğimden dedi, demesine ama gözlerinden yaşlar yavaşça aşağıya inmeye başladığını gören doktor:
__ Lütfen sakin olunuz! Buyurun odama geçip arkadaşınızın durumu ile ilgili bilgiyi ben vereceğim, dedi.
Koridoru biraz yürüdüler. Bir odanın önüne geldiklerinde kapısında özenle yazılmış ’ Dr. Müller Adalwolf’ yazısı asılı idi. Doktor kapıyı açarak:
__ Buyurun içeri. Burası benim odam, dedi Dr. Müller.
Çekinerek içeri giren Hakan, önce içerideki masayı, duvarlarda asılı yağlıboya tablolarını süzdü. Deri koltuklara baktı ama oturmadı. Doktor masasına geçip koltuğuna otururken:
__ Neden oturmadınız? Buyurun beyefendi Türk
__ Teşekkür ederim doktor bey, dedi ve yanı başında durduğu koltuğa gömülüverdi yorgun ve moralsiz haliyle.
Dr. Müller, tebessüm ederek söze başladı:
__ Hastamız çok şükür ölümü atlattı. Çok şanslıymış. Bıçak darbesi tam kalbinin üç milim aşağısına isabet etmiş. Kanaması fazlaydı, o bizi biraz uğraştırdı ama Tanrı’nın yardımı ile kurtuldu. Fakat en az iki hafta yatması gerekiyor burada müşehade altında tutmamış için, der demez Hakan ayağa fırladı. Dr. Müller’e giderek onu tebrik etti, kucakladı sevinç gözyaşlarıyla. Dr. Müller çok tecrübeli ve anlayışlı bir insandı. O da onun o hareketine karşılık sırtını sıvazladı, oturması için rica etti. Dr Müller Hakan’a göstererek:
__ Az bekle hemen geliyorum, dedi
Hakan, Dr. Müller’in nereye gideceğini ve ne için gittiğini düşünürken dr. Müller elinde iki kahve bardağı ile girdi içeri. Hakan’a ve kendisine dışarıdaki kahve otomatiğinden kahve alıp getirmişti. Hakan şaşırmışlığını gizleyemeden kısa bir teşekkür etti.
__ Müsaade ederseniz arkadaşımın ailesini arayabilir miyim dr. Müller efendi?
__ Elbette, dedi ve dr.Müller büronun telefonunu uzattı ona. Buyurun buradan telefon edebilirsiniz!
Hakan doktorla gerekenleri konuştuktan sonra arkadaşının hanımı Ayyüce’yi ve evlatlarını bekliyordu bekleme salonunda. İçine ferah dolmuştu. İçinden Almanlara karşı düşünceleri sıralanıyordu kafasında. ’ Şu Naziler hortlamasaydı, ne güzeldi Almanya. Hiç bir sorunumuz olmamıştı Alman komşularımızla. Birbirinize misafirliğe gider gelirdik. Biz onların, onlar bizim dini bayramları kutlardık, hediyeler verirdik! Yılbaşı eğlencelerini beraber yaptığımız olurdu. Aramızı açanlara lanet olsun! Irçılık belasını milletlere saranları Allah kahretsin!’ diyordu kötü emel taşıyanlara karşı. Asla kin gütmüyordu Alman halkına. Bu olay karşısında bile sağ duyusunu muhafaza etmişti.
Canının sıkıntısını dağıtmak için kantine indi Ayyüce ve çocuklarının gelmesini beklerken. Geçip bir masaya meşrubatını içerken tv’de haberleri izliyordu. Sabah olan olayın haberi geldi önüne. Haber sunucusu tranvay durağında çekilen görüntüleri yayınlarken, haberi anlatıyordu eline tutuşturulan metinden.
’ Sayın seyirciler bu sabah tranvay durağında işe gitmek için bekleyenler arasında iki Türk olay çıkarttı. Alman bir gençte duruma müdahale etmek isteyince; Türk elindeki bıçağı vermemek isterken boğuşma sırasında Türk’ün kendi bedenine saplandı ve polis kontrolünde hastahaneye kaldırıldı!’
Bu yalan haberi yapanlara bastı kalayı. En ağır sözler söylemek istedi ama Türk’ün karakter yapısının buna müsaade etmeyeceğini bildiğinden şunu söyledi içinden. ’ Adalet eğer tarafsız olacaksa bu ülkede; o zaman sizlerle mahkemede hesaplaşırız yalancılar’ dedi. Acı bir gülümseme ile meşrubatını içmeye devam etti.
İlteriş hastahanede iki hafta kalması gerekirken hızlı iyileşme gösterdiğinden bir hafta kaldıktan sonra iyileşerek evine dönmüştü. Hanımı Ayyüce ve çocukları beş vakit namazlarında Allah’a şükrediyorlardı babaları İlteriş’in sağ kurtulduğuna. Onlarda dışarı çıkarken, alışverişe giderlerken korkuyorlardı mahallelerinde baş gösteren ırkçı hareketlerinden. Özellikler ırkçılık gençler arasında yaygınlaşıyordu mahallelerinde. Güvenleri gittikçe tükeniyordu Alman devletine ve emniyet güçlerine karşı. Şaşkınlık içinde ’dünya devletleri arasında iyi bir güce ve istihbarata sahip Alman devleti nasıl olurda Nazilerle baş edemez!’ diyordu ırkçılığa karşı olanlar. Yabancıların kendi güvenliklerini de sağlamaları mümkün değildi. Bir Türk bıçak yakalatsa başına gelmedik kalmıyordu emniyette. Günlerce sorguda psikolojik baskı ile sindiriliyorlardı. Korku veriliyordu çapraz sorgulamalarda!
Bir ay kadar geçmişti bu olay üzerinden. Bir şehirde bu sefer polis terörü baş gösterdi. Türk tv kanalında haberleri izlerken İlteriş, olayın vuku bulduğu yerde bir Türk gencini polisler yere yatırarak işkence yapıyorlardı tekmeleyerek, vurarak. Bir poliste elinde tuttuğu polis köpeğini yerde elleri kelepçeli halde yatırılmış gencin üzerine saldırtıyordu ve orada toplanmış Türklerin olaya müdahalesi olmaması için onlarda tehdit ediyordu polislerce. İlteriş bu görüntüleri görür görmez Alman tv’lerinin haberlerini taradı. Hiç birinde böyle bir habere rast gelmedi. Alman kanallarında dolaşırken rast geldiği haberde, başbakanları Merkel’in Türkler için söylediği sözlerdi! Merkel’in sözlerini duyan İlteriş ve hanımı Ayyüce çılgına dönmesine yetmişti!
Almanya’daki Türklerin, Almanya’ya sadakat göstermeleri gerektiğini, Almanya’ya uyum sağlayamadıklarını... vs sözleri ile Almanya’daki toplumu Almanlaştırma, Alman ırkına katma düşünceleri Nazi yapılandırmalarına kimlerin gizli eli olduğuna dair bu açıklamalar açığa veriyordu! Bu durumlar yakın gelecekte çok ciddi tehlike rüzgarları eseceğinin habercisiydi. Türklerin gelecekte musevi Karaim Türkleri ve Yahudilerin başına gelen gaz odalarında imha, kadınların, yaşlıların ve çocukların açlığa, susuzluğa terk edilerek katledilmesi, hapishanelerde sessizce öldürülenler yeniden mi hortlayacaktı yoksa? Her yabancı müslümanda ve özellikle Türk’ler de gelecek korkusu başlıyordu yüreklerinde...
İlteriş okuduğu gazeteyi elinden bıraktı, gözlüğünü çıkardı. Mutfakta kendisine az şekerli Türk kahvesi yapan Ayyüce’ye seslendi:
__ Yüreğimin cananı, aşkımın bitannesi, derken daha cümlesini bitirmemişti ki; söze girdi Ayyüce!.
__ Evimin direği ve yiğidi, ocağımızın babası aşkım, kahven olmak üzere. Bir iki dakikada yanındayım!
__Teşekkür ederim aşkım ama ben başka bir şey söyleyecektim sana!
__ Buyur koca bebeğim, söyle diye seslendi Ayyüce.
__Biz en kısa zamanda pılımızı pırtımızı toparlanıp gidelim bu ülkeden. Gelecek beni çok korkutuyor. Ben ölümden döndüm! Ya dönemeyenler ne olacak! İnan aşkım çok korkmaya başladım ben Alman devlet yönetiminden. Vatanımızda her şeyi hazırlayarak biran önce gidelim buralardan. Yarınlar bize ölüm getirecek gibi. Yahudiler gibi bizi de yakacaklar bunlar! Korkum büyük!
Ayyüce salona elinde az şekerli iki kahve ile gelmişti. Kahve tepsisini orta masaya koyarak onu ayakta karşılayan eşine sıkıca sarılıp kucakladı, yanaklarından öptü.
__ Haklısın bitanem! dedi Ayyüce.
Hakan, sıcacık sarılmaları devam ederken, duvardaki Türk bayrağını eşine göstererek:
__ Aşkım, evimin, yüreğimin cananı Ayyüce’m; öleceksek; sanlı, şerefli şu al bayrağımızın gölgesi altında ölelim!.. Buralar bize artık yâr olmayacak!..
Kahveler soğurken, onlar birbirine sarılı vaziyette ağlaşıyorlardı yarınlarının korkusu ve endişesi ile!..
-
Zafer Direniş
...
Lahey-Hollanda
YORUMLAR
Türkün TÜRK TEN BAŞKA DOSTU YOKTUR.
AYRICA BİZİ BİZDEN BAŞKASI DA YIKAMAZ O DA AYRI BİR SORUN
YANİ İÇİMİZDE Kİ HAİNLERİ NE YAPACAĞIZ
İŞTE MUHTEŞEM BİR YAZIYLA BUNUN İSPATI
DERS ALINACAK BİR DURUM
BİR OLALIM İRİ OLALIM DİRİ OLALIM DER HÜNKAR HACIBEKTAŞİ VELİ
ERENLER DEMİNE HÜ DER KUTLARIM DEĞERLİ YAZINI
SAYGILARIMLA
direniş
ben hikayelerimde genelde yaşanmış olayları yazarım.
ilgi ile okuduğunuz için teşekkür ederim
selam ve saygı ile uzaklardan
Evet; yazıyı okudum,sanki bir an Almanya da yım sandım kendimi.Buna benzer olaylar hep oluyordu orada...şu an yazamıyorum,saygılar. Çok güzel anlatmışsınız.
direniş
Almanya'da olan olayları hikayeleştirmeye çalıştım ama sadece Almanya'da yok ırkçı hareketleri, komşu ülkelerde de var. Fransa'da, Belçika'da, Hollanda'da İngiltere'de vs...
İstemediğimiz olayların hiç olmaması ama oluyor ve her geçen gün devam ediyor artarak...
Okuduğun ve değerlendirdiğin için teşekkür ederim Aygün.
saygı ve selamlar uzaklardan