- 1474 Okunma
- 0 Yorum
- 0 Beğeni
Hazan
Acı bir gerçek varki insan dünyaya gelirken çırıl çıplak dünyaya geliyorsun. Geldikten sonra kendisine nimetler veriliyor geçlik gibi güzellik gibi güç kuvet akıl ihtiras hırs tüm dünya nimetleri kendisine emanet ediliyor. Zamanla bunları yavaş yayaş gerçek sahibine iade etme zamanı gelince ölümle her şeyi iade edip musalla taşına geliyor. Ey insan o musalla taşına gelmeden fırsat elde iken emanete hıyanet etme.
İnsan şu kısa dünya hayıtında kendisinde olan güzel hasletlerden başkalarına da vermek suretiyle yaşadığı ortamı dünyada cennet haline getirebilmek mümkündür. Bu malı olan malından makamı mevkii olan hizmetinden ilmi olan bilgisinden sanatı olan sanatından insanlığa vermekle kendisini borçlu addetmelidir. Aksi takdirde dünyayı kendisi için düşünür kıskançlık hırs ihtiras işin içine girerse ortalık geçimsiz insan ve huzursuz toplum haline geliriz ki bu sonuç dünya nimetleri içerisinde cehennemi ahirete bırakmadan yaşamış oluruz. Yarın geç olabilir aldığın nefesi vermeye senetin yok yani olüm gelmeden rabinin sana verdiği emanetlerin kıymetini bil ihanet etmeden sahibine iade etmeyi bil.
Bir zengin bey hanımına soruyor ben yakışıklı mıyım hanımı evet beyim der bey ben kuvvetli kudret sahibi miyim hanımı evet bey der bey ben zengin miyim hanımı evet bey işte bu kadar mal mülk servetin var der böyle bir çok soru sıralar bey bu her şey bende mevcut olduğu halde ben hep tedirgin ve mutsuzum fakat şu hizmetçim var ya o hep mutlu mesut bu nedendir diye sorar hanımı bey siz doksan dokuz kuralını uygulayın der o nedir hanım. Hanımı siz bir keseye doksandokuz tane altın koyun üzerine de yüz altın var içinde yazın gece hizmetçinin kapısına asın kapıyı çalarak hizmetçiye seslenin ben size bir emanet bıraktım o sizin malınızdır deyin ve gelin sonra hizmetçiyi takip edin bakın bakalım ne yapıyor der. Bey hanımının dediğini yapar hizmetçini kapısına astığı keseyi hizmetçi kapıyı açıp alır içeri gider bakar bir kese altın üzerinde içinde yüz altın var notunu görür keseyi açar ve hemen içindeki altınları sayar doksandokuz altın var hay Allah der bir altın herhalde keseyi alırken karanlıkta düşürmüşüm der. Kapıyı tekrar açar kendisi hanımı çocukları sabaha kadar karanlıkta altını arar bir türlü bulamaz tabi uykusuz bitap bir şekilde sabah olur. Kızar asık surat hanımına çocuklarına eksik altını bulmadıkları için sitem eder velhasıl keyifsizdir. Bu durumu gören bey hanımının 99 kuralı ne anlama geldiğini anlamıştır. Şöyle ki Allah’ü Teâlâ’nın bize hibe ettiği 99 nimetini unutur hırs ve ihtirasla o eksik olan bir nimeti aramaya kalkarsak hem kendi dünyamızı hem de çevremizdeki insanların hayatını cehenneme çevirmiş oluruz. Bu savaşlar bu ölümler neden diye kendi kendimize insanlık adına sormuyor muyuz? Abaca neden
Bu sebepten dolayı bu kâinata yaşayan bütün mahlûkatın hakkı var insanların hakkı kadar böceğin börtünün ve hatta mikrobun bile yaşam hakkı var her kes mikrobu kötü bir şey zan eder mikrobu yaratan rabbime şükürler olsun ki mikrobu yaratmış demekten de kendimi alamıyorum.
Başta belirtmeliyim ki Devletlerin, Sistemlerin, Ahlakın, Erdemlerin, Adaletin, Kanunun, Hukukun, Popüler Düşüncelerin, Dünyalık adına her ne varsa bu düşüncelerin yerine vicdanımın sesiz sesini dinleyenlerden olmaya gayret ettim. Sevgide güneş gibi ol. Dostluk ve kardeşlikte akarsu gibi ol. Hataları örtmede gece gibi ol. Tevazuda toprak gibi ol. Öfkede ölü gibi ol. Cahilin karşısında kitap gibi sesiz ol. Her ne olursan ol. Ya olduğun gibi görün ya göründüğün gibi ol. Diyen Hz Mevlana ile fikrim çatışa bilir olduğunu fark ettim. Mesle Hz Mevlana cahil karşısında kitap gibi sesiz ol derken itiraz edesim gelir. Çünkü İbn Kayyim de el-Cevabu’l-vafî adlı eserinde (s.136) şu ifadelere yer vermiştir: “Batıl / yanlış şeyleri söyleyerek insanlara nasihat eden, konuşan şeytandır. Hakkı söylemekten sakınan ise dilsiz şeytandır.” Yani halk arasında “haksızlık karşısında susan dilsiz şeytandır.” Sözünü nereye koyacağız. Şimdiye kadar hiç kimseyi cahil olarak görmedim. Bilmediğini fark ettiysem de, benim bilmediklerimi de o biliyordur diye, ondan faydalanmaya çalıştım. Delinin bile bir fikrinin olduğunu fark ettim bazen deliden bile öğrendiklerim oldu. Hiçbir zaman da bu konuda yanılmadım… Konuşmanın, anlaşmanın kıymetini başkalarını daha çok dinlerken anladım. Umutluyum umudum var
ÜMİT SİSİ KALKARMI DAĞLARDA ACEP
Özlem duydum geçse de yıllar ÜMİT içinde bir kor
Ne yazar demek kolay anlat anlatabilsen şu gönüle sor
Neler geldi geçti hayal dünyamda bağrıma bir hele vur
Selam olsun ne çıkar bir ık bir mık yapmaz yavrum.
Suskun akan gönül dünyam Fırat gibi
Kucaklar açar Keban da Karasu MURAT gibi
İçim içime sığmaz küheylan kırat gibi
Kaçan ceylanın peşindeki kurt gibi
Dağlarda biriken volkan gibi patlayasım gelir.
Enginlere inen sönmüş lavlar gibi susayasım gelir.
Boruk Boruk katmer katmer taşlaşmış yüreklere
Bir sondaj gibi gönülere delik delik delesim gelir.
Bazen olayların farklılığı karşısında gizlenmek isteseniz bile görünüşünüzle ulu orta hayretler içinde garip dersiniz. Bazen de beklenmedik bir anda baş başa kaldıklarınızı garipsersiniz. Bazen anlam veremediğiniz olayları ve kişileri garip karşılarsınız. Bazen doğru bir formülle sonuç alamamanızı garipsersiniz. Bazen umulmadık sonuçlarda dehşete düşerek inanmakta zorlandıklarınızı garipsersiniz. Bazen imkân dâhilinde olmayan sonuçları, tuhaflıkları garipsersiniz. Bazen anlam veremediğiniz olayları garip karşılarsınız. Bazen hayal kırıklıklarına sebep olan olayları ve kişileri garipsersiniz. Bazen de sizi garip görebilirler veya siz garip olabilirsiniz.
Evet gariiip Çok…
Yaşananlar çok garip geliyor insana. Öyle ki insanın kendine yakın gördüğü kişileri ve kişilerin davranışlarını garipsemesi, kendisinin anlaşılmaz olması bir o kadar çok garip ki İnsanlığın erdem haritasının renga renk uyumlu ahenklerinde, desenlerin değişik şekillerdeki güzelliklerinde, engin okyanusların derin zenginliklerinde, şelalelerin huzur veren şırıltılarında, çağlayanların sürükleyici azgınlıklarında, fırtınaların hırçın kollarında bir o kadar mücadeleci vakur duruş ile gönül ikliminin her mevsiminde coşku ile yaşayan, sahranın sonsuz uzunluğunda rotası belli bir o kadar belki de türünün son örneği de olsa adam gibi adam olunmasına rağmen ben merkezli tablolar ne garip değil mi?
Korkular, hırslar, endişeler, beklentilerin kol gezdiği hayatta cömertçe insan onurunu rencide etmek ve insanları sıkıntılara koymak ne garip değil mi? Bazen tek başına aklın anlamakta zorlandığı gariplikler ne garip! Garip hem de çok garip. Öyle gariplik ki kimlerin adı gerçekten Garip! Gariplikler, garabetler ve garibanlar… Vatanından, memleketinden uzak kalandır gariban. Bulunduğu ortama yabancıdır gariban. Tanımadıkları ile beraber olmanın şaşkınlığını yaşayandır gariban. Mekânların, iklimlerin, düşüncelerin fersah fersah uzağında kalarak öz yurdunda yalnız kalandır gariban. Sevgiden, merhametten, sıcak bir yuvadan uzak kalandır, yetim ve öksüz kalandır gariban. Gurbette olandır gariban. Bütün sıkıntılar, zorluklar, dışlanmışlıklar karşısında onurlu ve ilkeli bir şekilde yaşadıkları ile garip görünendir gariban. Gariban gariptir. Gariplikse gariptir. İnsanların varlıkları ile geldiği yerde gücüne güç katarak gücü elinde bulundurmak ne gariptir. Herhangi bir şeyi hak edenlere hakkını vermemek, üstelik makamların gücü ile keyfiliği yaşamak anlaşılması güç bir garipliktir. Bir lütuf tarzında davranarak dünü unutarak, yarını da dikkate almamak da asıl garipliktir.
Aslanı kediye boğdurmak. Canavarın ısırdığı yerin kirasını bile istemesi, bana karışmayan yılan bin yaşasın nı kabullenir davranışlar sergilemek, ben tok olayım başkası bana ne tarzında tutum ve davranış sergilemek, her şeye bir bedel biçilmesi, duygulardan çok şekil itibarı ile insan olmak, dahası insan demek için bin şahit lazım sözünün gerçekliğini görmek ne garip! İşte bu yüzdendir ki ben derim malı olan malından makamı mevkii olan hizmetinden ilmi olan bilgisinden insanlığa vermekle kendisini borçlu addetmelidir.
Sözlük anlamı dışında birçok mecazi anlamlar yüklenmiş garibe. Garip, gariban ya! Garip ve garibanlar için ne şiirler söylenmiş, ne ağıtlar yakılmamış, ne türküler söylenmemiş ki garibe(ana). İyi ki aklın ve maddenin yanlışlarını düzelten gönül, kalp, mana, vicdan, teslimiyet, şefkat, sevgi ve sabır isminde dostlar var. Ya bunlardan yoksun, aklın ve maddenin önyargılı bir şekilde etkisinde beyinlerde kopan fırtınalar sonrası hissiyata yenik düşülseydi. Kişi kendine ve çevresine zarar verseydi. O güzelim hayat karartılsa, hayatın sonsuz uçurumunda insanlar yuvarlansaydı, hayat sonsuz bir cehennem olsaydı. Garip, hem de çok garip!
Akıl, ama aklıselimi kullanabilmek garip olmayan. İyiler, düşünürler, mucitler anlaşılamamış garip kalmamışlar mı? Ölümle önceleri garip karşılananları haklı görmek mi gariplik, yoksa gerçeği geç anlayanların halleri mi gariplik? Gariplik ne garip! Akıl anlamakta zorlanıyor garipleri ve gariplikleri. Gariplikleri olgunlukla, teslimiyetle karşılayarak güzeli örnek alabilmek ve her şeye rağmen ilkelerden taviz vermeden, bıkkınlık göstermeden “bu da geçer ya hu” diyerek hayattan ders alarak hayatı anlamlandırabilmek. Asıl mesele bu. Hüzün tarlalarında bile mutluluk tohumu serpebilmek. Hem de toprağın bütün engellemelerine rağmen yeryüzüne umutla merhaba diyebilmek.
Ne olursa olsun insan güzeldir. Boşuna dememiş Mevlana” Yaradılanı hoş gör, Yaradandan dolayı” diye. Çirkinlikler içerisinde güzellikleri görebilmek, güzellikleri olgun hale getirebilmek, ayrık otları ile dolu bir sahra üzerinde şifa otunu göz ardı etmek de bir garipliktir. İyi, doğru, güzel ve değerlerle ufuklar açılarak insanlık kapsısının açılması ile anlam kazanır hayat. Sahi gariplik nerede, asıl garip kim acaba? Diyerek yine hazreti Mevlana’nın Edep sahibi, yediği tokattın sahibini aramaz sebebini arar. Sözü ne güzel değilmi?
Günün 24 saat olduğunu bilmeyenimiz yoktur. Haftanın da yedi gün olduğunu bilmeyenimiz olmadığı gibi şimdi bu günlerin anlamı ve haftanın anlamının nerden geldiğini hiç düşündünüz mü? Sorusuyla başlayalım.
Günü tarif etmek gerekirse güneşin sabah ufuktan doğup akşam battıktan sonra ertesi sabah yeniden doğuşuna dek geçen yani, bir gün ve bir gecelik zamana "gün" diyoruz. Günün süresi güneş gününe göre tarif ediyoruz ekvatordan kuzeye ve güneye gidildikçe ve mevsime göre gündüzün uzayıp geçelerin kısalması ya da tam tersi gecelerin uzayıp gündüzün kısalması söz konusudur fakat bu günü fazla etkileyen bir durum değildir.
Bir başka deyimle gün, bizim kafamızın uydurduğu bir zaman ölçümü değil, bizim dışımızda yani, biz olsak da olmasak da oluşan ve akıp giden bir zaman birimidir. Ay için aynı şeyi söylemek doğru değil gökteki ay’ın, yeryuvarlağının çevresinde on beş gün, küçücük biçimden, hilalden her gün büyüyerek tam bir bütün dolunay olduktan sonra on beş gün de küçülerek en küçük duruma gelişine dek geçen süreye "bir ay" diyoruz. Daha doğru bir deyişle ay bu şekilde büyüyerek ve küçülerek yaptığı iki, dolanımı 59 günde tamamlar. Bir gök ayı 29 gün 12 saat 44 dakika ve 3 saniyedir. Yıla gelince; İnsanlar Önce, on iki gök ayının geçmesi ile oluşan 354 günlük yılın bilincine vardılar. Yani her 12 ay geçtikçe yılın aynı mevsiminin aynı günlerine gelindiğini anladılar. Ancak bu gök ayına dayanan yıl 354 gün 8 saat 48 dakika 36 saniye sürer.
Dünyanın güneş çevresindeki bir dönüşünden oluşan güneş yılı ise 365 gün 5 saat 47 dakika 48 saniyedir. Güneş yılı ay yılından 10 gün 20 saat 59 dakika 12 saniye daha uzundur Bu fark her 33 yılda bir yıl eder; yani 32 güneş yılı yaklaşık olarak 33 ay yılına tekabül eder. Nitekim İslam’ın oruç gibi ibadeti ay takvimine göre yapılmaktadır. Diğer taraftan namaz gibi ibadetin zamanını da güneşe göre tayin edilmiştir.
Güne tekrar dönecek olursak Günün 24’e bölünüp her birine saat denmesi ve bir saatin 60 dakikaya bir dakikanın 60 saniyeye, bir saniyenin 60 saliseye bölünmesi öznel bir ölçü birimidir. Günü 24’e bölünen bir gün aslında 23 saat 56 dakika ve 4.09 saniyedir. Günü tam olarak 24 saate bölebilirdik ya da 30 veya 20 gibi sayılara bölebilirdik bu öznel olan zamanı nasıl böldüğümüze ve taksim ettiğimiz insanlığın bir eseridir. Tabiata devam eden bir döngüden elde edilen bir olgu değildir. Bu ölçü birimini insanlık bazı dayanaklara dayanarak icat edilen bir zaman ölçü birimidir. Bunu da not düştükten sonra haftaya bakalım.
Hafta da öyle... Yılın 365 gününün, yedişer günlük 52 parçaya bölünmesi (7x52=364) de itibaridir. Hâlbuki güneş yılı 365 gün 5 saat 47 dakika 48 saniyedir. Her dört yılda bir 28 gün olan Şubat ayına bir gün ekliyoruz. Dilimize, Kürtçedeki yedi sayısını bildiren (Haft) sözcükten gelme "hafta" yedi günü değil de daha çok ya da daha az günü içine alabilirdi.
Asurlularda hafta beş gündü. Onlar haftaya "Hamuştym" derlerdi ki bu sözcük, asurca gibi Sami bir dil olan Arapçada beş sayısısın adı olan "hamse" sözcüğünün aynıdır. Kuşkusuz Asurlular bu "hamuştum" terimini, dilleri de kendileri de Sami olmayan Sümerlerden alıp kendi dillerine çevirmişlerdir. Anadolu da hüküm sürmüş olan Etiler’in, takvimden pek haberleri yoktu. Günlerin yedilik guruplarda toplanmasını eski Mısırlılar, Kaldeliler ve Yahudiler biliyorlardı. Eski Yunanlılar her ayı onar günlük dönemlere ayırmışlardı. Romalılar, ayın bazı günlerine ayrıcalık tanırlardı, gitgide günleri haftalar halinde dizmeye başladılar ve bu uygulama İmparator Augustus zamanında tamamıyla törenler arasına girdi ve haftanın her günü özel bir Tanrıya adandı.
Birinci gün (pazar)-güneş Tanrısına, 2. gün (pazartesi) -ay Tanrısına, 3. gün (salı) -Mars Tanrısına, 4. gün (çarşamba) -Merkür’e, 5. gün (Perşembe) -Jüpiter’e, 6. gün (Cuma) -Venüs’e, 7. gün (Cumartesi) -Satürn’e adanmıştı.
Kürtçede şemi yani Sami dili olan Arapçada şem mum ışık anlamında şems güneş şemsi güneşe ait güneşle alakalı anlamına gelen “ŞEMİ” kelimesi gün anlamında kullanılmıştır. Yine Kürtçede ve Farsçada yek (bir) dö (iki) se (üç) çar (dört) penç (beş) şeş (altı) ve heft (yedi) olduğunu bilmeyeniz yoktur.
Tevrat’ta "Tanrı dünyayı altı günde yarattı yedinci gün dinlendi" denir. Bu bilgi bize tanrı dünya yaratılırken birinci günde başladı altıncı günde bitirdi ve yedinci gün dinlendi düşüncesinden hareketle Cuma günü ini ina kelimesinden yani zahmete uğrama anlamına gelen kelimeden geldiğine kanaat getirdim çünkü yedinci gün dinlenmiş yorgunluktan dolayısıyla bu manada telaki edebiliriz. İleriki zamanlar dada islamiyetin kabulü ile cem olma halinden Cuma halini almış ve Cuma arkası olan cumartesi ifadeside yerini bulmuştur. Diye düşünüyorum.
Tevrat’ta "Tanrı dünyayı altı günde yarattı yedinci gün dinlendi" denir. Bu cümlede bir kaç yanlış birden mevcuttur. Bugün kullanılan gün, ay, yıl gibi zaman ölçüleri bizim yeryüzünde bazı nesnel ve öznel nedenlere dayandırarak icat ettiğimiz birer olgudur. Daha dünya yaratılmakta iken böyle bir ölçü tabi ki yoktu. Dünyayı yaratan Allah, saniyedeki hızı 295.000 km. olan ışık yılı ile uzaklıkları hesaplanan ve daha hala hesaplanmayan binlerce gökteki yıldızları vardır. Evreni bu gün bile gök boşluğundaki, en güçlü teleskoplarla göremediğimiz, duran ve gezen milyonlarca yıldız kümelerinin, yıldızların ve onlardaki varlıkların da Allah’ı olduğuna göre bu evrenin tümü için benimsenebilecek bir zaman ölçüsü olması tabi ki düşünülemez. Diğer taraftan, böylesine büyük, böylesine ulu ve güçlü bir Allah’n evrene göre hiç demek olan dünyayı altı günde yaratması ve altıncı günün sonunda yorulup dinlenmesi aklın almayacağı bir varsayımdır.
Yahudiler cumartesiyi tanrıya adadıkları için başka bir deyimle inançları gereği tanrının dinlendiği yedinci günde onlarda tatil yaparak dinleniyorlar. Başka bir deyimle hafta olgusu yedi günlük dilim olarak belirlenmiş beş veya on olabilirdi. Dolayısıyla tanrı dünyayı altı günde yaratı yedinci günde dinlendi olgusunu buraya koymak gerekir. Yedi günlük zaman dilimine de yedi rakamından gelen heft denmesinde bundandır.
Hıristiyanların dinlenme günü olarak pazar gününü benimsemelerinin dinle hiç bir ilgisi yoktur. Yukarıda değindiğimiz gibi pazar günü, eski çok Tanrıcı çağlarda güneş Tanrısına ayrılmış olduğundan dinlenme (tatil) günü olmuştu. Hıristiyanlık yayıldıktan sonra da eski çok Tanrıcı çağın geleneğini sürdürdüler, onu değiştirme gereğini duymadılar. Hıristiyanlar haftayı Tevrattaki anlatılışa göre benimsemekle birlikte, İsa Peygamberin dirilişi anısına "Tanrı günü" olarak "sebt"i yani yedinci günü (cumartesi) değil de birinci günü yani pazar gününü seçtiler. Bununla birlikte batı toplumları haftanın günlerini mitolojik adları ile sürdürdüler: İtalyanlar, İspanyollar, Portekizliler ve Fransızlar, haftanın birinci gününe "Tanrı ana" anlamına gelen adlar verirler, Almanlar ve İngilizler birinci güne "güneş günü" yani İngilizce (sunday), Almanlar (sontag) derler.
Benzer bir şekilde Araplar haftanın günlerini, pazardan başlıyarak sayılarla adlandırırlar. Şöyle ki: Pazar (yevm ül-Ahad), Pazartesi (yevm ül-İsneyn), Salı (Y.üs-Selase), Çarşamba (y.ül-Erbaa), Perşembe (y.ül-Hamis), Cuma (y.ül-Cum’a), Cumartesi (y.üs-Sebt). Haftanın yedi gün olması, göklerin yedi kat bilinmesi, yediler, kırklar gibi inançlar, yedi sayısının kutuluğu inancına dayanır. Bu inanç, eski Hind, eski Anadolu, İbrani, Roma, Yunan, Mısır, İran, Fenike dinlerinde ve eski Türklerde vardı. Müslümanlığın yayılışı, bu dini benimseyen bütün ülkelerde olduğu gibi Osmanlılar da, yedi günlük hafta içinde cuma gününü tatil günü olarak benimsediler.
Sonuç olarak Hangi Günün birinci gün olduğunu dayanakları ve nereden geldiği konusu dil ve örfün kelimelerin anlamına başvurarak izah etmeye çalıştım. Şimdi Kürtçede ve Farsçada birin yek ikinin dö üçün se dördün çar beşin penc altının şeş yedi heft olduğudur. Buradan hareketle toplam yedi günlük dileme yani yedi güne hafta olduğudur bu hafta kelimesinin yediden (heft) geldiğini açıkça ortaya koymaktadır. Yani heft hafta olmuş halidir Bunu Kürtçe bilenler daha iyi anlayacaklardır. Hefta Türkçe ye hafta olarak geçmesidir.
İkinci gerçekte şu Dö-şam-ı Pazartesi dö iki anlamında şam gün anlamında ı bağlama eki dö şamı ikinci gün anlamında kullanıldığıdır. Se-şam-ı Salı se üç anlamında şam gün anlamında ı bağlama eki se-şam-ı üçüncü gün anlamında kullanıldığıdır. Çar-şam-ı Çarşamba çar dört anlamında şam gün anlamında ı bağlama eki çarşamı dördüncü gün anlamında kullanıldığıdır. Pen-şam-ı Perşeşembe penc beş anlamında şam gün anlamında ı bağlama eki perşembe beşinci gün anlamında kullanıldığıdır. (c harfi arada yutulmuş) ini Cuma anlamında kullanılıyor fakat Cema Cuma kelime anlamı bakımından cem olma anlamında kullanıldığı açıktır. İnsanlığın İslamiyet le tanışmasından sonra Yahudilerin cumartesi günü hırıstiyanların Pazar günü toplanıp ibadet etmeleri Müslümanlarından Cuma günü toplanmaları bu da cem olma ile kültürümüze girmiştir. Paş-ini Cumartesi paşşini paş kelimesi son anlamında ini cuma idi paşini cumanın arkası anlamındadır. Yine paşini son gün ve gece anlamında olduğu ayrıca hüzün elem yitik bitmiş anlamı da vardır. Cumartesi kısaca günlerin sonuncusu anlamında Türkçede de cumanın arkası anlamında olduğunu bilmeyen yoktur herhalde.
Yani haftanın ilk birinci günü Pazar olduğu ortaya çıkıyor diğer kaynaklara bakıldığın dada pazar günü şamı olduğudur şamı gün anlamına geldiğinden yek şamı değil tekil olduğundan ilk olduğundan şami olarak kullanılıyor insanlık tarihi ile pazar olarak anılması dinlerin etkisiyle oluyor. İnsanlık tarihi böylece haftanın yani yedi günlük dilimin haft (yedi) den geldiği ilk birinci günü Pazar olduğudur.
Tabloda kısaca tarif etmeye çalışalım.
Kürtçe Söylenişi Bu günkü Türkçe de karşılığı Anlamı
1 Şemi Pazar Gün tekil olduğu için birinci gün ya da yek günü denilmemiş fakat birinci gün
2 Döşemi Pazartesi ikinci gün
3 Seşemi Salı üçüncü gün
4 Çarşemi Çarşamba dördüncü gün
5 Pencşemi Perşembe beşinci gün
6 İni Cuma ini ne anlama geldiğin zahmete uğrama anlamına gelen İna dan geldiğine kanaat getirdim yukarıda değindiğim gibi Tevrat inancından geldiğine dair işaretler barındırmakta
7 Paşini Cumartesi ini nin arkası anlamında kullanılmıştır.
Gün nedir hafta ay ve yılı daha önce anlatmıştım gün neden 24 saat dilimine bölünmüş daha aşağı veya yukarı bir aralığa değil de neden 24 saat dilimine ve 60 dakikaya bölünmüş sebepleri üzerinden biraz araştırma biraz tahmin yürütelim istedik Saat, bugün insanların günlük zaman ölçümünde kullandıkları bir birimdir. Bu birimin ne zaman kullanılmaya başlanıldığını kesin olarak insanlık tarihi bilmiyor. Ancak saat ile alakalı bir çok saat isimleri mevcut Kum saati, Güneş saati, Su saati, Ezan saati, Yıldız saati, G.M.T (Greenwich Mean Time) saati gibi bir çok saat isimleri hemen hemen hepimiz duymuşunuzdur.
Saatin 24 ve her bir saatin 60 dakika olması Sümerlerin kullandığı altmışlık sayı sisteminin bir parçası olma ihtimali olduğunu düşünüyorum. Herhalde önceleri geometrideki açı ölçme aracı olarak kullanılıyordu. Bunun güneş saati olarak kullanılan saat de dik bir çubuğun dikilmesi ve gölgesinin takibi ile dairenin 360 derecelik ölçüm olarak zamanın bu şekilde Sümerlerdeki 60 lık sayı sistemi ile anlatılmasıdır. 360 derece olan yeryuvarlağı ve çevresindeki ufuk yirmi dörde bölünürse 15 derece bulunur. Yerin, 15 boylam derecesi arasındaki uzaklığı bir saatte geçtiği çıkar. Yani açı ölçme birimi olarak saat, yer çemberinin 24 de birine 15 dereceye eşit olur. Bunun altmışta biri olan 15 dakikalık yay zaman dakikasına, bunun altmışta biri olan 15 saniyelik yay da zaman saniyesine eşittir. Yeryüzünde kabul edilen 360 boylam bulunmakta ve başlangıç olarak da Greenwich boylamı kabul edilmiştir. Doğusunda kalan yerlere doğu yarımküre, batısında kalan yerlere batı yarımküre denir. Başlangıç meridyeninin 179 doğusunda, 179 batısında ve tam karşısında (180. meridyen) olmak üzere toplam 360 meridyen yayı vardır. 0 (Greenwich) ve 180 derece meridyenleri karşı karşıyadır ve birbirini daireye tamamlar. Yeryüzünün iki noktası arasındaki boylam farkı saat, dakika ve saniye türünden ifade edilirse yalnız açı ölçme birimi olarak kullanılan saatin önümüze çıktığını görmekteyiz. Veya bu günkü gibi teknolojik gelişmeler çok ileri olmadığından yılın 360 gün kabul edilmesi ve dünyanın dönüşünü hesaplayan bilginlerin her açı derecesini hesaplarken böyle bir sonuca varmış olabilirler.
İnsanlık tarihi ilk olarak güneş saatini kullanmıştır. Güneşin doğuşu ile güneşin cisimlere vurarak oluşturduğu gölgeye göre dağlar ve vadilere düşen gölgeye gözlem yaparak yapacakları işi ona göre ayarlarlardı. Zamanla bu gölgeyi belli zaman arkalıklarına bölerek yukarıda izah etme çalıştığım bir biçimde geceyi de hesaba katar bir ölçü birimi oluşturdular. İnsanlık Gündüzleri güneşe bakarak geceleri yıldızlara bakarak zaman mefhumunu ölçülendirdiler bu yüzden ilk olarak güneş ve yıldız saatini kullandılar daha sonra geceleri belirli bir aralık zamanını ölçmek için su ve kum saatini geliştirdiler.
Özellikle geceleri zamanı belirlemek için su saati kullanıldı. Bir kap su ile doldurulur ve alt kısmımdaki delikten su akardı kapta ki su seviyesine göre zaman tayin edilirdi. İç bölümünde saati gösterecek bir ölçekle donatılmış şekilde yapılırdı. Bu saatin, :M.Ö.2000- 1900’ yılları arasında hüküm ’sürmüş bulunan 7. Firavun sülalesi hükümdarlarından birinci Ammenemes tarafından bulunduğu sanılmaktadır. Ancak bu kişinin su saatini bulduğunun doğruluğu kesin olmamakla birlikte bir de "Ammenemes yönergesi" diye adlandırılan siyasi bir vasiyetnamesi varmış.
Böyle bir su saatinin kullanılmasında başlıca iki zorlu yanı vardır. Birinci zorluk yanı kabın içerisindeki su düzeyinin alçalmasıyla basıncı düşüyor su düzeyinin alçalmasıyla sabit bir akış debisi olmadığından zamanı eşit bölemiyor yanılgıya neden oluştur. Nitekim daha sonra bu mantıkla kum saatinin icadını getirecektir. Bu ’nedenle kabın üst kısmı geniş, alt kısmı dar olarak yapılıyordu. İkinci güçlük, astronomik günün, güneşin doğuşu ile batışı arasında gündüzün 12 saati ve güneşin batışı ile doğuşu arasında gecenin 12 saati gibi, aralarında eşitlik olmayan 24 saate bölmekti. Çünkü gece ile gündüz her zaman on ikişer saat olmaz ama onlar, yılın her zamanında geceyi de gündüzü de 12 ye bölüyorlardı. Mısırın ekvatora yakın olması sebebiyle gece gündüz ve mevsimsel olarak fazla farka sebebiyet vermiyor
Bu ikinci zorluğu yenmek için o zamanın bilginleri ölçeği, Suyun aktığı kaptan alıp suyun toplandığı kaba işaretlediler. Suyun biriktiği kap silindir biçiminde idi. Böylece şamandıralar su düzeyini ve buna denk gelen saati gösteriyordu. Su saati, Roma İmparatorluğu zamanında Yunanlılarda ve öteki batı uluslarında, ayrıntılarında yapılan değişiklikle çok yaygınlaştı.
Abbasiler halifesi Harun er-Reşid’in (yaşamı: 766-809), Fransa kralı ve batı imparatoru Şarlman’a(Charlmagne: yaşamı: 742-814) yolladığı saat, geliştirilmiş bir su saati idi. Bunun madeni bir çalar saat olduğu da söylenir. Gerbert adındaki bir papaz, onuncu yüzyılda saatlere ilk kez, hareket ettirici ağırlığı taktı. Dişli çarkın ve tokmaklı zilin XII. Yüzyıla doğru ortaya çıktığı sanılıyor.
Almanya’nın Nürnberg şehri, bütün orta çağlarda saatçiliğin en ünlü merkezi idi. Burada XIII. yüzyıl sonunda, apartmanlar için küçük çalar saatler yapıldı. Saat yaylarının 15. yüzyılda icadı, çalar saatlerin daha küçük boyda yapımını sağladı. ve Carovagius adında biri, istenilen saatte çalabilen portatif saatleri yaptı. 1657 yılında Huygens,saatlere sarkaç takmayı başardı ve böylece sarkaç ya da rakkash saatler bulunmuş oldu. Nürnhergli bir kişi olan Peter von Halle "Nfunberg yumurtaları" diye anılan ve uzun süre Avrupa’da kullanılan bir tür cep saati yaptı. Bundan sonra da bir sürü saat türleri ortaya çıktı. Tabii ki zemberekli, sarkaç saatlerin yapımında çeliğin icat edilmesinin büyük rolü oldu.
Güneş saatine geri dönecek olursak insan oğlu ilk olarak güneşe bakarak zaman tayini yapmıştır geceleri ay ve yıldızlara bakarak zaman tayini yapmış daha sonra gerçek güneş saati ve ortalama güneş saatini icat ettiler.
Gerçek güneş saati, gerçek güneş gününün yirmi dörtte biridir. Gerçek güneş günü ise, bir gözlem yerinin meridyeninden güneşin ard arda iki geçişi arasındaki zaman aralığı ile tanımlanır. Fakat eski çağlarda Kepler Kanunu’na göre gök ekvatorundan ayrı bir düzlem üzerinde çizilen eliptik hareket yüzünden güneşin görünür hareketi düzgün olmadığından, gerçek güneş saatinin süresi de düzensizdir. İnancı ile hareket ediyorlardı.
Ortalama güneş saati, ortalama güneş denen ve düzgün bir hareketle ekvatoru dolanan sanal (mevhum) bir gök cisminin hareketine göre tanımlanır. Ortalama güneş günü ile ortalama yıldız günü süreleri arasında ortalama zamana göre üç dakika 55 derce 90 saniye (veya yıldız zamanına göre üç dakika 56.555 saniye) fark vardır. Bu fark ortalama güneşin ekvator üzerinde doğuya doğru bir günde ilerlediği O derece 985647283. (derecelik) bir yaya denk gelir. Yıldız saati, gerçek güneş saati ve ortalama saat tamamen yerel saatlerdir. Moderin yaşantının koşulları ve hızlı taşıma olanaklarını genelleştirilmesi, geniş ülkeler arasında zamanı ölçmek için bir düzlemin uygulanılmasını gerektirdi. Böylece prensip olarak, genelleştirilen saat ile ortalama bölgesel saat arasındaki farkın bir saati aşmaması kabul edildi.
Bu amaçla yeryüzü, saat dilimleri denen ve her bir dilimin arası 15 derece olan 24 dilime bölündü ve her devletin, coğrafi konumuna göre bir ya da birkaç dilime girmesi kararlaştırıldı ama, bunun uygulanması, Sovyetler Birliği, Kanada ve Amerika Birleşik Devletleri Gibi, boylam dereceleri bakımından çok geniş bir alana yayılmış olanlarda çok zordur. Saat dilimlerinden sonra, uluslararası bir başlangıç meridyeni kabul etmek gerekti. Bu meridyen çok kesin bir yaklaşıkla "Greenwich Rasathanesi"ndeki meridyen dürbününün meridyenidir ve dünyanın belli başlı rasathaneleri, saat ayarlarını oradan yaparlar. Saat dilimleri batıdan doğuya doğru sıfırdan 23’e kadar numaralanmıştır. 12 ye eşit ya da fazla olan dilim numaralarına örneğin 16 eklemek ya da 8 çıkarmak aynı sonucu verir.
Başlangıç meridyeni sıfır diliminin ortasında bulunur yani sıfır dilimi, başlangıç meridyeninin her iki yanında 7° 30’ uzanır. Türkiye’de "alafranga" denen "Uluslararası saat"in kabulü 1913-1914 yılları arasındadır. Ancak bu saat Osmanlı yönetiminin her yerinde kullanılmamış, bunun yerine halk, "ezani saat" denen saati kullanmaya devam etmiştir. Çünkü resmi daireler, mahkemeler, posta haneler, bankalar o zaman yok denecek kadar az olup sadece bir kaç büyük şehirde az sayıda vardı. Bu nedenle böyle resmi, işlerle ilgisi bulunmayan halkın bu yeni saat biriminden haberi bile yoktu. Bunun için yani günün 24 saate bölünmesi hakkında 26 Aralık 1925 gün ve 697 sayılı kanun çıkarıldı uluslararası saat ülkemizde tek resmi saat olarak kabul edildi. Yine bu kanunla Greenwich’e göre (-2) dilimi kabul edildi; yani Greenwich’teki saatler bizdekinden iki saat geridir. Bizde normal saatler 12 iken İngiltere de saat 10’u gösterir. İki ülkede birden yaz saati uygulanırsa durum değişmez. Sadece birinde uygulanırsa değişir. Türkiye 26-45 boylam dereceleri arasında yer aldığı için yurdumuzun doğusu ile batısı arasındaki zaman farkı bir saat on altı dakikadır. Gerçekte (-2) dilimi: Gaziantep-Fatsa çizgisinin batısında kalan bölgede normal zaman bölümüne uygun gelmekte, bu çizginin doğusundaki yerlerimiz (-3) dilimi içinde kalmaktadır.
Yıldız saati insanoğlu geçe yıldızlara bakarak zaman tayinini yapmakta idiler eskiler yıldızları takip etmişler işte halk arasında pevr dağıldı pervr toplandı gibi terimler türemiştir. Burada pervr yıldızların mevsimlere göre hareketi ve bulundukları konum takip etmi gözlemlerle bunu hayata uygulamışlardır. Yıldız saati yaklaşık olarak yerin bir dönüş süresi üstüne kurulmuştur. Yıldızların bahar açılarının ölçüm başlangıcı olan bahar noktası, iklim noktalarının (mevsim kuşaklarındaki) düzgün devinmesinden etkilenir. Bu yüzden yıldız gününün süresi, yerin ortalama bir dolanımla süresine göre (0.01) saniye kadar uzar. Son zamanlarda yapılan ölçmeler, yerin Dolanma hızında birçok düzensizlikler olduğunu ortaya çıkarmıştır. Ağır fakat sürekli yüzyıllık yavaşlama, mevsimlik değişmeler, önceden bilinmeyen ve beklenmeyen başka değişmeler gibi Bir yıldız saatinin süresi, yıldız gününün yirmi dörtte biri kabul edilir. Buna göre yıldız yılı: 365.2563 gün yani, 365 gün 6 saat 9 dakika 9 saniyedir.
G.M.T. Saati (Greenwich Mean Time) G. M. T. Saati, Grcenwich ortalama saati anlamına gelir. Bu saat, "Uluslararası astronomi birliği" tarafından kesinlikle yürürlükten kaldırıldı. Çünkü astronomide "ortalama zaman", "sivil zamandaki gibi gece yarısından öteki gece yarısına dek değil de Öğle zamanından öteki Öğle zamanına dek hesaplanır. Uluslararası astronomi birliğinin boylamlar dairesi" her yıl, hangi ülkenin hangi saat dilimine veya dilimlerine dâhil olduğunu gösteren ayrıntılı bir liste yayımlar. Bugün bütün denizciler saat dilimleri kullanır. Bir denizci Greenwich’e göre 180° meridyenini aşarsa tarih değiştirir. Bu meridyenden 7 derece 30 dakika sonra da saat değişir. Tarih çizgisi batıdan doğuya doğru aşıldığında tarih bir gün geri, doğudan batıya doğru aşıldığında bir gün ileri alınmak gerekir.
Bu bilgiler ışığında yöremizde ve köyümüzde kullanılan takvim ve saatin nasıl kullanıldığı ile alakalı biraz bilgi verelim ve tarihe not düşmüş olsun köyümüzde Çin takviminin eskiden yaşlılar tarafından kullanıldığına şahit oldum. Şöyle ki köyde yaşlı insanlar babama sorarlardı bu sene neyin senesi diye oda bu sene işte fare nin derdi ve çok bereketli bir yıl olacağını havyalara göre yorum yapıldığına şahit oldum buradan şu anlaşılıyor kayıt ve tarihin tutulmadığı köyümüzde çin takviminin yani 12 hayvan takviminin kullanıldığını göstermekte tarihi kayıt veya başka bir kaynakta elimizde yok ayrıca köyümüzde her yıl eski hesap veya ay isimleri ile Çıla nın 20 sinde sersal (yılbaşı) kutlaması yapılırdı ne için yapıldığını bilmiyorum fakat çocukluğumda köydeki gençler işte çılanın 20 sinde bir gurup oluştururlardı bu gurupta biri geleneksel kadın kıyafeti giyer birde koca adam kıyafeti giyerdi ev ev dolaşılır kız kaçırma oyunu sergilenirdi o sergilenen evde hediye olarak ceviz pestil un tereyağı vb yiyecekler verirdi bu yiyecekler toplanırdı bir eve gidilir ve orada kümbe yapılırdı bu kümbe hazırlanana kadar toplanan çerezler yenilir ve çeşitli oyunlar oynanarak gecenin geç saatlerine kadar eğlenilir ve sonunda da kümbe yenilirdi oynanan oyunlar çay tabaklarının altında yüzük saklama oyunu sinek ısırma oyunu ağa oyunu hırsız polis oyunu buna benzer birçok oyun oynanır ve oyun ve şakalar yapılırdı bu oyunları eski dedelerimiz daha zevkli yaptıkları pehlivanlık oyunları da sergilerlerdi buda SIMSIMİ oyunu idi sımsımi oyunu en az 2 kişi veya çoklu oynanan bir oyundur bu oyun aynen güreş gibi meydana çıkılır rakibin sırtına yumruk vurulur. Bu yomruk sıra ile birinin sırtına vurma işlemi yapılır yıkılan ya da çekilen yenilmiş olur. İşte hangi genç daha güçlü bir nebzede güç gösterisi yapılırmış. Çocukluk yılarıma rastlayan bir Mehmet Emin SEKİN cinayetle bu bahsi geçen oyunlara ara verildi ve köylerinde her geçen gün göç vermesi ve gençliğin eğitim veya ekonomik sebeplerden dolayı şehirlere göç etmesi sonucu bu geleneksel oyunlar hep hafızalarımızda anı olarak kaldı. Bu gün oynanmıyor. Benim yaşımdaki köylülerimiz çok iyi bilirler bizden sonraki nesil bu oyunların sadece isimlerini duymuşlardır. Tabi eski yıllarda köylerde yaşayan nüfus yoğunluğu fazla şimdiki yaşam tarzının çok tersi bir orta oyun aktivitelerin bol olduğu bir yaşam tarzı vardı.
Şimdi çıla nedir diye soranız vardır tabi çıla 12 aylık dilimde ay ismi bu yüzden eskiden kullanılan aylardan da bahsetmeden geçmemek lazım ayları anlatmadan 12 hayvanlı takvimi anlatmak gerek Kaşgarlı Mahmud, Divanü Lugât’i-t-Türk’te Türklerin bu yılların her birinde hikmet var sanarak onunla fal tuttuklarını, uğur saydıklarını belirtir. Verdiği bilgilere göre “ud yılı, savaşların çok olduğu bir yıldır. Takagu yılında yiyecek çok olur, ancak insanlar arasında kargaşa olurmuş. Timsah yılı girdiğinde yağmur çok yağar, bolluk olurmuş. Domuz yılında kar ve soğuk çok olurmuş. Yani böylece Türkler her yıl bir şey olacağına inanırlarmış.” Kaşgarlı, 12 Hayvanlı Türk takviminin ortaya çıkışı hakkındaki Uygur rivayetini de şöyle vermektedir: “Türk hakanlarından birisi kendi idaresinden birkaç yıl önce yapılmış olan bir savaş hakkında bilgi almak ister. Ancak danışmanları o savaşın yapıldığı yıl hususunda yanılırlar. Bunun üzerine Hakan, kendilerinin bu tarihte nasıl yanıldılarsa, daha sonra geleceklerin de yanılabileceklerini, bu sebeple göğün 12 burcu ve 12 ay sayısınca her yıla birer ad konulmasını ister. Hakanın teklifi yapılan bir kurultayla karara bağlanır. Daha sonra bir sürek avına çıkılır. Hakan, hayvanların Ilısu’ya doğru sürülmesini ve sıkıştırılmasını emreder. Av bu şekilde devam eder. Bu sırada bazı hayvanlar suya atlayarak karşı sahile çıkmaya çalışırlar. On iki hayvan bunu başarır Böylece karşıya geçen hayvanların adını sırasıyla her bir yıla ad olarak verirler. Bu hayvanlardan birincisi sıçan (sıçgan) imiş. İlk geçen bu hayvan olduğu için senenin başı bu adla anılmıştır.” Bu konuda efsaneler çoktur. Aslında Zaman kavramı insanoğlunun içinde yaşadığı ana hükmetme ve içinde yaşadığı zamanı kendince belirleme gayesiyle oluşturulan sistematiğe takvimin ve tarihin oluşumunu belirlemiş bir olgudur.
On ik hayvanlı takvimde yer alan hayvanlar sırasıyla Sıçan yılı, Sığır yılı ,Pars yılı (kedi gillerden özellikle Anadolu parsı nesli tükenmek üzere olan hayvanlardan biridir.) Tavşan yılı, Balık yılı (Diger bir deyişle masi yılı),Yılan yılı, At yılı, Koyun yılı, Maymun yılı, Tavuk yılı, Köpek yılı ve son olark Domuz yılı şeklinde sıralanmaktadır. Her yıla yani her hayvan yüklenen anlamlar ve efsaneler de vardır.
İnsanoğlu takvim olgsunu aslında ilk olarak zaman mefhumunu saatlere günlere haftalara aylara yıllara bölmeleri yaşantılarında hatırlama planlama gibi gereksinim ihtiyaçlarını karşılamak maksadıyla başvurdukları bir şeydir. Zaman izafidir. Bir kişinin normal yaşantısındaki zaman süresi ile rüyasında gördüğü bir rüya da geçirdiği zaman ölçümünü aynı ölçü birimiyle yapa bilmek söz konusu değildir. Zaman dilimlerinin adlandırılması aynı zamanda everenin tasarımını onun nasıl adlandırılıp nasıl yorumlandığını bizlere bir mihenk noktasını oluşturmaktadır.
Aralık - Çileya Pêşî, Berfanbar karşülık (ön Çıla)
Ocak - Çileya Paşî, Rêbendan , Çile (son Çıla)
Şubat - Sibat ( Okunuş : sıbat ),Reşemî
Mart – Adar
Nisan - Nîsan, Avrêl
Mayıs - Gulan
Haziran - Hezîran,Pûşper
Temmuz – Tîrmeh (Aslında temmuz ve ağustos aylarına çılı Hafine deniyor de deniyor.)
Ağustos - Tebax ( Okunuş : tebağ ),Gelawej
Eylül - Îlon ( Okunuş : ilon ),Rezber
Ekim - Çirîya Pêşî, Kewçer (ses verdi anlamında kışın gelişini ön gelişnie çırya peşi sonrasına çırya paşi deniliyor)
Kasım - Çirîya Paşî,Sermawez deniliyor.
Tabi bu aylar şimdiki gibi 30 ar günlük ay süreleri değil 40 gün 10 gün 40 gün şeklinde mesela karşülık yani Çirya 40 gün çıla 40 gün sebat 10 gün diye hesaplanıyor. İşte baharın gelişi 21 Mart günü fakat eskiler bunu 8 Marta kutlarlardı onun dayanağıda kanımca rumi takvimden olabilir. Kısaca mevsimlerede değinerek bu bahisi kapatalım. Mevsimlere gelince Zıfıstan (Kış), Bahar (İlkBahar), Hafin (Yaz), Payiz (Sonbahar) diye adlandırılmıştır.
Şindi geçmişi ve geleceği insanoğlunun gözlem sonucu elde etmiş ve icat etmiş olduğu takvimle belirledikten sonra ecdat bize ne bırakmış dönüp geriye bir bakmayacak mıyız? Evet, geçmişi tahlil ederek atiye yürüyeceğiz.
Bu nedenle Osmanlıda tahrir defteri ile alakalı biraz bilgi vermekte fayda vardır. Tahrir defterine bir nevi vergi toplama evrakı veya kayıt defteri bir yandan nüfus bilgisini verir mahiyetini de taşıyor ancak nüfusu tam teşekküllünü vermiyor çünkü vergiye tabi erkek kişiyi kayıt ediyor. Özelikle kırsalda Hanedeki kadın çocuk gibi kayıt tutulmadığından ayrıca o dönem aile kavramı büyük aile dede nene evlat gelin hata birkaç evli kardeş aynı çatı altında yaşamını devam edebilmekteydi. Hatta kırsalda tahrir kayıtları hane hane olarak detaylı değil aşiret olarak toptan yazıdığını görüyoruz.
Tahrir yapılırken nüfus sayımı yapılıyor bir yerde fakat halkın ödeme gücüde göz önüne tutularak tahrir yapıldığı da belgelerden anlaşılıyor. Harput Osmanlı topraklarına kanuni sultan Süleyman’ın 1516 yılındaki doğu seferi ile Osmanlı topraklarına katılıyor ilk tahrir 1518 de yapılıyor. Neden ilk Osmanlı diye sorabilirsiniz çünkü ilk düzenli kayıt ve belge osmalı dönemi ile elimizde mevcut o yüzden ilk Osmanlı dönemi olarak giriş yaptık ki köyümüzün veya çevremizde yaşayan köylerin derinlemesine bir iskelet yapısını ortaya çıkarmaktır.
Tahrir , Arapça’da yazım anlamına gelir. Osmanlı Devleti’nde, tahrir, toprağın mülkiyet ve tasarruf hukukunu, reayanın (ahalinin) yükümlülüklerini belirlemek, vergi tür ve miktarlarını saptamak için yapılan arazi ve yükümlü nüfus yazım işidir. Arazi ve yükümlü yazım sonuçlarının işlendiği defterlere Tahrir Defterleri,
Osmanlı toplumunda tarımda istihdam edilen çiftçilerden alınan ve yıllık ürünün onda biri oranında alınan vergi türüne Öşür (Aşar ) vergisi adı verilir. Öşür dinende zekat içiresinde geçen ve gelirin zekat olarak verilme ilkesine dayanır.
Osmanlı devletinde olağanüstü koşullarda ordunun ihtiyaçlarını karşılamak için alınan geçici vergi türüne Avarız ( Tekalif-i Örfiye) Vergisi denir. Avarız vergisi günümüzde de birçok örneği olduğu gibi ilk dönemlerde geçici olmasına rağmen zamanla kalıcı bir vergi türü haline de gelmiştir.
Osmanlı devletinde Müslüman olmayan gayrimüslim vatandaşlardan kişinin gelirinin beşte biri oranında alınan çift vergisine Haraç Vergisi denir?
Osmanlı devletinde kırsal köy kesiminde tarım arazilerini hiç bir mazeret bildirmeden 3 yıl üst üste ekim yapmaksızın boş bırakan çiftçilerden alınan vergi türüne Çiftbozan Vergisi denir.
Avarız vakfı kısaca Bir köy veya mahalle halkının ödemekte güçlük çektikleri avârız, kürekçi bedeli ve diğer ihtiyaçlarına sarfedilmek üzere kurulmuş olan akar ve para vakfı diyebiliriz.
Osmanlılar’da örfî vergiler (tekâlîf-i örfiyye), başlangıçta nâdiren ve çok cüzi miktarlarda toplanırken giderek ihtiyaçların artması ve devlet hazinesinin giderleri karşılayamaz hale gelmesi üzerine daha sık aralıklarla ve artan miktarlarda toplanır olmuştu. Bu vergileri ödemekte güçlük çeken fakir halka akar veya para olarak tahsis edilen vakıflardan yardım edilirdi. Akarların yıllık gelirinden, paraların ise işletilmesiyle elde edilen kârından yardım yapılır, böylece ana kaynağa dokunulmamış olurdu.
Bu nevi vakıflar başlangıçta doğrudan doğruya avârız vergisi ve örfî tekâlifin karşılanmasına tahsis edilmekteydi. Ancak adı geçen vergilerin halktan toplanması uygulamasının eski önemini kaybetmesi üzerine, bu maksatla kurulmuş olan vakıfların gelirlerinin de köy veya mahalle heyetleri kararıyla uygun yerlere sarfedilmesi usulü getirilmiştir. Nitekim bu şekilde elde edilen gelir halkın karşılaştığı yangın, deprem, su baskını, salgın hastalık gibi âfetlerle fakir, dul ve yetimlerin ihtiyaçlarına, kimsesiz kızların evlendirilmesine, sahipsiz cenazelerin masraflarının karşılanmasına ve iş hayatına atılanların sermaye ihtiyacına sarfedildiği gibi ayrıca su yolu, kaldırım, sıbyan mektebi tamiri gibi amme hizmetleri için de kullanılmaktaydı. Böylece zamanla değişik bir mahiyet kazanan avârız vakfı daha sonra “avârız akçesi” ve “avârız sandığı” olarak da adlandırılmıştır.
Müslim ve gayri müslimlerin karışık olarak oturdukları mahalle veya köylerde avârız vakfı her iki zümrenin de ihtiyaçlarına sarfedilir, vakfı yapanın müslüman veya gayri müslim olması buna tesir etmezdi
Avârız vakfı şeklinde bazı müesseseler gayri müslimler arasında da kurulmuş ve ortak ihtiyaçları için kullanılmıştır. Nitekim bu konuda dikkate değer bir örneğe XVII. yüzyılda rastlanmaktadır. III. Mehmed’in annesi Safiye Sultan tarafından XVI. yüzyılın sonlarında inşasına başlanan Eminönü Yenicami’nin inşaatı III. Mehmed’in ölümü üzerine yarım yüzyıldan fazla bir süre öylece kalmış, daha sonra 1660 yangını bu semti harabeye çevirmişti. IV. Mehmed’in annesi Hatice Turhan Sultan’ın bir cami yaptırmak istediğini öğrenen yetkililer, yarım kalan caminin ve semtin imarını Sadrazam Köprülü Mehmed Paşa’ya arzetmiş, Köprülü, teklifi Vâlide Sultan’a bildirince Turhan Sultan razı olmuştu. Şehrin en işlek ticaret merkezindeki evlerinin istimlâk edileceğini öğrenen yahudiler, kendi avârız vakıflarından külliyetli bir miktar parayı Köprülü’ye takdim edip onu bu fikirden vazgeçirmeye çalışmışlardı. Sadrazam bu teklifi şiddetle reddederek tekrarı halinde ön ayak olanları idam ettireceğini bildirmişti.
Avarız vergisi XIX ve XX. yüzyıllarda, bu tür vakıfların bünyesinde birikmiş olan paralarla bunların idaresinin, devlet tarafından alınan bir kararla kamu hizmeti gören kurumlara tahsis edildiği görülmektedir. Nitekim 1292’de (1875) Maarif Nezâreti’nin çıkardığı tâlimatnâmede bu paraların sıbyan ve ibtidâî mekteplerinin ihtiyaçlarına sarfedilmesine karar verilmişti. Aynı şekilde değişik tarihlerde bu vakıflardan Hilâliahmer (Bu günkü Kızılay) gibi resmî hayır kurumlarına da para tahsis edildiği görülmektedir. Avarız vakıfları, daha sonraları Maarif nizamnamesi ile gelirleri sıbyan ve ibtidai mekteblere verilmiştir bu vakıfların aideiyet meselesi belediyer arasında sorunlar çıkmasına neden olmuştur. Bu sorun Cumhuriyet döneminde 3 Nisan 1930 tarihli ve 1580 sayılı belediye kanununun 110. maddesinin 6. fıkrasında, avarız ve hasilatının belediyelerin malı olduğu kabul edilmiştir.
1834 Tarihli Tahrir kayıtlarında Melyan gözükmüyor ancak melyana köyünün mezraları olan kütan (kemerli ) 4 Hane 11 Çift Yine Aynı Şekilde Hamkan (Bekçili) 4 Hane 11 Çift Olarak Kayıt edilmişlerdir. Melyan verği kayıtlarından çıkmamasının asıl nedeni seyit soyundan olduklarından verği alınmıyordu. Osmanlıda seyit soyundan gelen ailelerin verğileri alınmıyordu. Harput şeriye sicilinde malatyanın nermikan köyünde bulunan bir ailenin mahkemeye vermevesiyle seceresinide melyana dayandığını şahitlerle ispatladığı için verğiden muaf tutuluyor. 1724’te Harput’a tabi Nermikân oymağından olan çok sayıda seyyid Şeyh Musa Herdi evladından oldukları iddiasıyla ve ellerindeki şecere kayıtlarıyla birlikte, Harput’ta Kadı Ahmed Efendi’nin huzuruna çıkmışlar ve bu durumlarını da ispat etmişlerdir. Harput Kadısı’nın bu olayı Osmanlı Hükümeti’ne bildirmesinden sonra, seyyid olduklarına hükmedilerek, bunlar tekâlif-i şakka olarak nitelendirilen vergilerden muaf tutulmuşlardır (HŞS, nr. 396: 168/3).
Aşiretlerin sahip oldukları küçükbaş hayvanlardan devlete Resm-i ağnam adıyla bir verği ödenirdi bu bağlamda 16. Yüz yılıda her bir keçi veya koyun için 1 akçe iken 17. Yüz yıl da ise her 100 koyun veya keçi için 10 kuruş alınıyordu. (Ağnam Arapçada küçük baş hayvan demektir. Bu vergi hayvancılık yapan halktan alınan vergidir ve hayvanların üreme döneminde toplanır. Örneğin sizin 200 koyununuz var ve bu koyunlar yavruladı 400 koyununuz oldu devlet sizden 400 koyun vergisi alır. Keçi ise çok daha karışıktır. Keçiler genelde iki üç tane yavrular bir ikisi ölür. Osmanlı Devleti ise bu keçiler ölmeden sağ iken vergisini alır. Yani o yavrular öldüğünde halk mağdur olur. Bu yüzden vergi toplayan memurlar gelmeden halk ölmelik durumdaki keçi yavrularını cami önüne ya da komşularının evinin önüne bırakırlır. Hatta keçileri kaçırmak deyimi buradan gelir. Keçileri kaçırmak (vergi kaçırmak))
Osmanlıda küçük baş hayvanlar için alınan yaylak ve kışlak resmi adı altında vergi ise o sancağın arazisine dışarıdan gelip konan göçerlerden alınırdı yerli halktan alınmazdı.
Yine köyümüzde öşür vergisi de alınıyordu buda tarımla uğraşan köy ve mezralardan 1/10 oranında alınırdı fakat Baskil yöresinde 1/5 oranında idi bunu 19.yüz yılda dönemin tahsildarları da ağlar olduğu için bazen 1/3 ve hatta ½ oranında aldıkları da olmuş bu konuda Osmanlı merkezi hükümete şikayetler gitmiş bu kayıtlarıda görebiliyoruz. Örneğin Hacı Hasan Baba 1878 yılında vakfın mütevellisi İbrahim Burhaneddin tarafından hazırlanan bir senelik muhasebe kaydından anlaşıldığına göre, bu vakfın geliri Ma‘muratü’l-aziz köylerinden olan Meluluşağı’ndan sağlanıyordu. Bu köyün 1878 yılındaki vergi geliri toplamı 1608 kuruş olup, bunun 625 kuruş ve 15 parası meşihat ve cüzhan vazifesi için ayrılmış, diğer kısmı da sair masraflar için kullanılmıştır (BOA, Evkaf Defteri, nr. 20265: 4).
Köyümüzde vakıf diye adlandırılan bölge olması bir vakfın burada mevcut olduğunu söyleyebiliriz. Fakat bu vakfın vakıf senedi Osmanlı arşivlerinden şimdye kadar rastlanılmamıştır. Kanımca edindiğim izlenim Hacı Hasan Baba kendisi Müse havrani diye bildiğimiz ve müse havraninde seyit olduğu ve Hacı Hasan Baba türbesine türbedar ve zaviyenin meşihat ve alemdarlığına ataman Mehmet (Memelan mahallesi ilk kurucusu ) ile Ebubekir (albakıran Mahallesi ilk kurucusu ) kardeşlerden Osmanlı döneminde Seyit soyundan gelen kişilerden vergi alınmadığını yine Harput Şeriye Sicil defterinden anlıyoruz. Köyümüzün hamkan ismi yine köyümüzün hödan ismi ve asafan isimleri arap kökenli kelimelerdir. Çocuklara verilen isim ve isim altında devam eden evlatların oluşumu ile meydana gelen mahallelerdir. Burada şu konuya bir parantez açmamız gerekiyor. Oda şudur seyit ve şerif seyit Hz hüseyin soyundan gelen Şerif ise Hz Hasanın Soyundan gelen Kişilere denir. Hz. Ali’nin çocukları konusunda değişik rivayetler bulunmaktadır. Genel olarak on dört oğlu ve on yedi kızı bulunduğu (bk Taberi, V, 153-155) belirtilmekle birlikte erkek çocuklarının on yedi. Kızlarının ise on sekiz (bk Ya’kübi. II. 2 ı 3), yahut küçük yaşta ölen Muhsin (Muhassin) hariç erkeklerin on dört, kızların da on dokuz olduğunu bildiren rivayetler de vardır (bk. İbn Sa’d, lll, 19- 20) Bu arada on bir oğlu ve on altı kızı¬ nın bulunduğu da nakledilen haberler arasındadır (bk. Mes’üdi, et-Tenbfh, s. 274). Hz. Ali’nin çocuklarını annelerine göre şöylece sıralamak mümkündür:
1 Yaşadığı müddetçe üzerine başka bir kadınla evlenemediği eşi Hz. Fatıma’dan Hasan, Hüseyin. küçük yaşta ölen Muhsin. Zeyneb ve Ümmü Külsüm. Hasan ve hüseyinin soyu devam etmiştir.
2. Ümmü’l-Benin bint Hızam’ dan Abbas, Ca’fer; Abdullah ve Osman. Bunların hepsi Kerbela’da şehit edilmiş olup sadece Abbas’ın nesli devam etmiştir. Anneleri Ümm-ül Benin’den dünyaya gelen çocukları: Abbas, Osman, Cafer ve Abdullah (dört erkek kardeş). Onların dördü de Kerbela’da şehid oldu. (Hz. Abbas’ın (a.s), Ubeydullah ve Fazl adında iki oğlu vardı, soyu Ubeydullah’la devam etti.) Hz. Abbas’ın (a.s) lakaplarından birisi “Kameri Beni Haşim”dir ki bu Hz. Abbas’ın (a.s) zahiri çehresinin güzelliğini ortaya koymaktadır. Kerbela’da ağabeyi İmam Hüseyin’in (a.s) sancaktarı ve sakkası (su hizmetlerinde bulunan) idi, bundan dolayı Şialar katında Sakka-yı Deşt-i Kerbela diye de meşhurdur. Hz. Abbas (a.s) bazı kaynaklara göre Kerbela vakıasında Muharrem’in yedisinde bir kereye mahsus olmak üzere İmam Hüseyin’in (a.s) yarenlerine ve ailesine su götürmeyi başarmıştır. Aşura günü yine bu iş için Fırat nehrine doğru gitmiş, ancak geri dönüş yolunda su kırbasına ok isabet etmiş, kolları kesilmiş ve bu şekilde şehadete ermiştir.
Hz. Abbas (a.s) Ubeydullah b. Abbas b. Abdulmuttalib’in kızı Lubabah ile evlendi. Bu evlilikten adları Fazıl ve Ubeydullah olan iki erkek çocuğu dünyaya geldi.
Hz Ali şehit edildiğinde Hz Abbas 14 yaşında idi Hz. Abbas’ın (a.s) nesli Ubeydullah’tan devam etti. Ubeydullah’ın Abdullah ve Hasan ( İbn Sufi Nisabe, s. 436; İbn Anbe, s. 328. ) adında iki oğlu oldu. Abdullah’tan geriye bir nesil kalmadı. Ancak Hasan’ın; bir süreliğine Mekke ve Medine’nin daruimarat görevini yürüten ve aynı zamanda bu iki şehrin kadılık görevini de yapan Ubeydullah, hitabet ve fesahatte şöhreti olan Abbas; fakih, zahit ve ediplerden sayılan İbrahim Curdake, Hamza Ekber ve Fadıl ( İbn Anbe, s. 281.) adında beş oğlu oldu. Bu beş kişinin de soyundan fazıl ve salih çocuklar dünyaya geldi.
Hz Ali (doğumu:598,599 veya 600 – ölümü: 661)
Hz Abbas (doğumu: 648- ölümü: 683)
Hz Ubeydullah ve kardeşi Fazıldır Fazıl nesli devam etmedi.
Hz Hasan ve kardeş Abdullah dır. Abdullahında nesli devm etmedi
Hz İbrahim, Curduke, Hamza, ekber ve Fadıl bu çocuklar abbasi zulmünden dünyanın çeşitli yerlerine göç edip burada nesilleri çok çeşitli kabilelerle birleşerek devam etti.
Hz Abbas Kerbelâ fâciası esnasında Hz. Hüseyin’i korurken, kardeşleri Abdullah, Ca‘fer ve Osman’ın arkasından şehid edilmiştir. Başı diğer Kerbelâ şehitlerininkiyle birlikte Şam’a gönderilmiş, cesedi Gadiriyye köyünün sakinleri olan Benî Esed tarafından şehid edildiği yere gömülmüştür. Daha sonra Kerbelâ’da Hz. Hüseyin’in türbesinin kuzey tarafında bugünkü türbesi yapılmıştır.
3. Leyla bint Mes’ud Halil’den Ubeydullah ve Ebu Bekir. Hişam Muhammed’e göre her ikisi de Kerbela’da öldürülmüştür. Muhammed b. Ömer ise Ubeydullah’ın Muhtar es-Sekafi tarafın dan öldürüldüğünü, ikisinin de neslinin devam etmediğini belirtmektedir (bk. Taberi. V, ı 54).
4. Havle bint Ca’fer b. Kays’tan Muhammed b. Hanefiyye (Muhammed el-Ekber).
5. Esma bint Umeys el-Has’amiyye’den Yahya ve Muhammed el-Asgar. Her ikisinin de nesli devam etmemiştir. Aralarında Vakıdinin de bulunduğu bazı tarihçilere göre Muhammed el-Asgar Hz. Ali’nin bir cariyesinden doğmuş ve ağabeyi Hüseyin’le birlikte Kerbela’da şehit edilmiştir.
6. Ümmü Habib bint Rebia’dan Ömer ve Rukıyye. Ömer seksen yaşına kadar yaşamış ve Yenbu’da vefat etmiştir.
7. Ümame bint Ebü’l-As’tan Muhammed el-Evsat.
8. Ümmü Said bint Urve’den ümmü’l-Hasan ve Remle.
9. isimleri bilinmeyen diğer zevcelerinden Ümmü Hani, Meymüne, Zeyneb, Remle, Ümmü Külsüm, Fatıma, Ümame. Hatice, Ümmü’l-Kiram, Ümmü Seleme. Ümmü Ca’fer, Cümane ve Neflse. Taberfnin Vakıdıden naklettiğine göre Hz. Ali’nin nesli oğulları Hasan, Hüseyin, Muhammed b. Hanefiyye, Abbas ve Ömer yoluyla devam etmiştir (bk Ta beri. V, ı 55)
Muhtelif Şii gruplar Hasan, Hüseyin ve bir süre için Muhammed b. Hanefiyye’ye ve bunların evladına biat ettiler. Hemen bütün Şii zümrelerin ortak kanaatine göre Ali neslinden gelen imamların hilafeti nasla tayin edilmiş olup Hz. Peygamber adına İslam ümmetinin meşru idarecileridir. Müslüman çoğunluğunun biat ettiği diğer halifeler ise "gasıp• durumundadır. Muhammed b. Hanefiyye ve oğlu Ebu Haşim istisna edilirse ilk Ali evladının aşırılarla ilgilerinin bulunmadığı ve onların görüşlerini tasvip etmediği görülür. Bununla beraber mutedil Şii zümreler tarafından kendi adlarına istenen haklara ve iddia edilen hususlara da karşı çıkmamışlardır. Aslında onların halifelik konusundaki düşünceleri babaları Ali’den intikal etmiştir. Zira Peygamber ölüm döşeğinde iken onun, amcası Abbas’la yaptığı konuşmadan (bk İbn Sa’d, ıı. 245-247) hilafeti sadece kendilerine ait bir hak olarak düşündüğü anlaşılmaktadır.
Bu konuyu şunun için açtım çünkü Hacı Hasan Babanın secesi ve resmi bir mühür veya ferman taşımayan ancak çeşitli hükümdarlar döneminde de beratların olduğunu görüyoruz. Bu belgeyi ileride açarak üzerinde detaylı bilgi vereceğim Hacı hasan baba ve melyan köyün kurucusu Mehmet ve Ebubekir kardeşlerin soyu hz alinin evlatlarından abasa dayandığı ortaya çıkıyor. Konuyu dağıtmadan köyümüzün vakıf mevzusuna bir açıklık getirmek gerektiği açıktır. Bu arada Osmanlıda kullanılan terimleri de bazen bildiğinizi var sayarak bazen de açıklama gereği görüyorum. O yüzden konu bütünlüğü bazen bozulmuş oluyor tekrar aynı yere dönmenin de güçlüğünü çekiyorum.
Vakıf konusuna dönecek olursak bazı kaynaklardan hamkan (bekçili) herdi aşiretine mensup bir aile olduğu şeklinde 1834 tarihli tahrir kayıtlarına baktığımızda ki Osmanlının son dönemleri ve en zayıf dönemi Melyan, melül uşağı Yâda milliuşağı kayıtlarda yok iken kütan 4 hane 11 çift hamıkan 4 hane 11 çift olduğu gözükmektedir. Buradaki vakıf avarız vakfı olduğunu söyleme gibi bir intiba uyandırıyor. Hamkan mahallesi Bu gün günümüzde Özbeyler ile ilhanlar Ailesinin elinde olduklarını görüyoruz. 1834 tarihli tahrirde verği mükellefi ilhanlarmı özbeylermidir bunu kestiremiyoruz. Ancak hangi aile iseler bu aileye vergi tahakkuk ettirilmiştir. Bu nedenle Özbeylerin veya ilhanların herdi Aşiretine ait bir oymak olduğunu söylersek yanlış olmaz. Bunun yanında kütan mezrasının yine Osmanlı belgelerinde hacı Hasan Baba Zaviyesinin hile yoluyla velaiyet ve meşaiyet hisesini kendi adına yaptıran hacı Mustafa’nın oğlu hacı hasan Hödan (allahverdi) ni malına konduğu ve haksızlık yaptığını yine Osmanlı belgesinde görüyoruz bu belgeyide ilerleyen bölümlerde ince ayrıntısına kadar irdeleyeceğiz.
Osmanlılar’da vergiye esas olan üniteye “hâne” denirdi. Hâneyi ise evli olan aile reisi teşkil eder, eğer elinde çok az toprak varsa veya hiç toprağı yoksa bu gibi evli şahıslar bennâk kaydedilir ve belirli bir vergi öderlerdi. Tahrir defterlerinde “mücerred” olarak belirtilen bekârlar evlenince derhal bennâk olarak belirtilir, alınan vergi de bu yeni duruma göre ayarlanırdı. Bennâkler “ekinlü” ve “caba” olarak iki kategoriye ayrılırdı. Ekinlü bennâk, kanunnamelere göre, elinde “nîm çift” yani yarım çiftlikten daha az toprak bulunanları ifade ederdi. Bir çift veya çiftlik, iyi bir yer için altmış dönüm olduğuna göre bennâklerin elindeki toprak miktarı otuz dönümden daha azdı. Fakat bu ayırım toprakları verimli veya nüfusa göre işlenecek toprağı fazla olan bazı sancaklarda yapılmaktaydı. XV. yüzyıla ait Aydın tahrir defterlerinde bennâk yerine “çiftli kara” ve “caba kara” tabirleri kullanılmıştı (BA, TD, nr. m. 1/1; BA, MAD, nr. 232). XVI. yüzyıla ait defterlerde “kara”, bekâr nüfusu ifade eden mücerred ile birleştirilmiş, evliler ise bennâk adı altında kaydedilmişti (BA, TD, nr. 148). İşleyecek toprağı bulunmayan caba bennâkler genellikle başkalarının toprağında toprak işçiliği yaparlar veya sipahiden tapusuz olarak aldıkları küçük toprakları işler ve karşılığında dönüm resmi verirlerdi. XV. yüzyıla ait Ankara defterinde “caba bennâk” yerine “cebelü bennâk” tabiri kullanılmıştır. Muhtemelen bunlar, sipahinin sefere götürmekle yükümlü olduğu timarı toprağındaki cebelü adı verilen askerlerin esasını teşkil etmekte idiler (BA, MAD, nr. 9). Karaman kanununda ise caba, babasının yanında çalışan evlenmemiş reşid şahısları göstermekte ve “kara” karşılığı kullanılmaktaydı.
Bennâk kayıtlı olanlar ister ekinlü olsun ister caba olsun, timar sahibine bağlı raiyyet statüsünde idiler ve vergilerini de ilgili timar sahibine vermekteydiler. Ancak bu, timar sahibine tam bir bağlılık mecburiyetini göstermezdi. Zira bunlar şahsî vergilerini, yani bennâk vergilerini defterde yazıldıkları yerin sipahisine ödedikten sonra bir başka sipahinin toprağında da çalışabilirlerdi. Dolayısıyla bennâk resmi tam mânasıyla bir şahsî vergi, raiyyet vergisi olma özelliği taşımaktaydı. Bazı kanunnâmelerde ise bu vergi “baş hakkı” olarak belirtilmektedir. Hiç toprağı bulunmayan evli şahıslardan vergi alınması bu kaydı doğrular. Defterlerde mücerred kayıtlı olup 6 akçe vergi veren bekârlar evlendikleri takdirde derhal bennâk yazılırlar ve bu yeni durumun gerektirdiği vergiyi öderlerdi. Boşanma durumunda bunlar yeniden mücerred olarak belirtilirdi. İslâmiyet’i kabul eden bir gayri müslim ise eskiden ödediği ispenç yerine bennâk resmi ödemekle yükümlü tutulurdu.
1243 yılında Selçuklularla Moğollar arasında geçen Kösedağ Savaşı’nın Selçuklular aleyhine sonuçlanması neticesinde Harput ve çevresi de Moğolların hâkimiyetine girmiştir. Bölgedeki Moğol Hâkimiyeti 14. Yüzyılın başlarına kadar İlhanlılar vasıtasıyla devam etmiştir. Bu tarihlerde İlhanlı Devleti’nin otoritesi zayıflamaya başlayınca Harput ve çevresi Dulkadiroğulları, Timur, Kadı Burhaneddin, Akkoyunlu ve Karakoyunlu Devletleri arasında mücadele sahası haline gelmiştir. Bu mücadeleler sonucunda bölge Dulkadiroğulları Beyliği’nin hâkimiyetine girmiştir. Dulkadiroğulları’nın zayıflamasıyla bölgeyi 1465 yılında Akkoyunlu Devleti hükümdarı Uzun Hasan ele geçirmiştir. Akkoyunlu Devleti hâkimiyeti altında kaldığı 40 yıl boyunca Harput, bu devletin önemli merkezlerinden biri olmuştur. 1507 yılında Safevi Devleti tarafından ele geçirilen Harput, 1516’ya kadar dokuz yıl boyunca bu devletin idaresinde kalmıştır. 1514 yılında Osmanlı padişahı Yavuz Sultan Selim’in Safevilere karşı kazandığı Çaldıran Meydan Muharebesini müteakip Osmanlılar tarafından Doğu Anadolu Bölgesini Safeviler’den arındırma hareketi başlatılmıştır. Bu bölgede Safevilerin ellerinde bulunan birçok şehir gibi Harput da 1516 baharında Osmanlı hâkimiyeti altına girmiştir.
Harput 1516 yılında Osmanlı hâkimiyetine girmiş ve bu tarihten sonra bölge, coğrafi konumu ve tarihi şartlarından dolayı önemli bir yerleşim merkezi haline gelmiştir. Harput 1516 tarihinden XIX. Yüzyıl ortalarına kadar Diyarbakır Eyaletine bağlı bir sancak olarak kalmıştır. Diyarbakır eyaletine tabi diğer bazı sancaklar, XVI. ve XVII yüzyıllar boyunca yurtluk, ocaklık veya hükümet statüsü altında mülkiyet üzere tasarruf edildiği halde Harput daima, klasik Osmanlı sancağı olma özelliğini korumuştur 11. Harput, Maden-i Hümâyun Emaneti kurulmadan önce Sancak Beyleri vasıtasıyla idare edilmiştir. Fakat XVIII. yüzyıl sonları ve XIX. yüzyıla ait belgelerde Harput’ta sancak beyinin varlığıyla ilgili bir kayda rastlanmamıştır. Bu dönemde Harput bir sancak merkezi olmasına rağmen sancak beylerinin görev yaptıklarına dair herhangi bir belgeye rastlanmamasının sebepleri şöyle izah edilebilir; Maden-i Hümâyun Emanetinin oluşturulmasından sonra bu emanetin eminliğini çoğu kez Diyarbakır Valilerine tevcih edildiği bilinmektedir. Dolayısıyla bu tarihten sonra Harput mali ve idari açıdan büyük bir önem kazanmıştır. Aynı zamanda Diyarbakır Valileri olan Maden Eminleri, Keban ve Ergani madenlerinin tam ortasında olması sebebiyle çeşitli tarihlerde Harput’ta oturmuşlardır. Keban ismi gelişi ve nereden geldiği konusu ile küçük bir bilgilendirme yapayım yaptığım araştırmada geçit anlamında GABAN kelimesinden geldiğini görüyoruz Maden-i Keban ise Harput maden-i hümayun olduğu zaman Ergani madeni ve Keban madeni karışmasın ve hatta bugünkü maden ilçesi de bakır madeni olarak anılıyor. Madenler karışmasın diye Maden-i Keban Maden-i Ergani Bakır Maden diye ayrıştırılıyor Osmanlıca “Gaban” yazılış olarak كبن g harfi kef harfi ile yazıldığından gaban geçit olan kelime Zamanla كبن Keban ‘a dönüşerek okunmuştur. Geçit denilmesinin sebebi doğudan batıya batıdan doğuya coğrafyanın Fırat nehir i ile zorladığından dolayı yol güzergâhını boğaz olarak geçidi haline geldiği için geçit anlamındaki Gaban kelimesi verilmiş ve daha sonrada yukarıda değindiğim gibi g harfi Kef harfi ile ifade edildiğinden dolayı Keban şekline dönüşmüştür. Hata eskiler gümüş madeni diyenlerde vardır.
Keban Malatya ve Harput Osmanlı dönemindeki idari yapılarının yol ayrımında bulunan melyan böyle konumu nedeniyle Hacı Hasan Babanın burada şehit edilişi ve mefdun olması ile Mehmet ve Ebubekir kardeşlerin vakıf kuruluşu ile vakfa vakfedilen şalamut deresinden bolu cuk olan yere kadarki araziler bu şekilde vakf edildiğini görmekteyiz. Hödan (Allahverdi) adındaki kişi değirmencilik yapıyor yukarı mahalede korta höde (Hödanın Çukuru) adıyla anılan ve hödan mezrası mevcuttur. Hödanın (Allahverdinin) iki çocuğunu Osmanlı evraklarında görüyoruz biri mustafa biri abbas mustafanın hödan mezrası tarafından kaldığı abasında bu günkü yukarı mahalle tarafında kaldığını görüyoruz. Şimdi melyan başlığını açarak melyan özelinde tarihi belgeler iışığında irdeliyelim.
MELYAN MİLLİUŞAĞI DOĞANCIK KÖYÜ HACI HASAN BABA
Aşiret olgusu Ortadoğu coğrafyasına has bir yapılanmadır. Bu yapılanma devletin tam hâkimiyeti olmadığı dönemlerde soydan ve ailenin büyüyüp kendi içerisinde devlet yapısına benzer bir yapılanma yaptığı görülüyor. Aşiret yapılanmasında tüm mal mülk aşiret liderinindir. Ağa töre ile yaşanarak geleneksek olarak zaman içerisinde kaidelerin ve törenin oluşması aile meclisinin oluşması elit tabakanın oluşması kaçınılmaz hal almış benzetmek gibi olursa bugünkü kominist sistemin küçük minyatörü gibi tüm mal varlığı ağaya ait ağa tüm aşiretin evlenmesini giyinmesini barınmasını birlikte diğer aşiretlerle mücadele etmesin yapar ağanın kesin bir sözünün geçtiği bir sistemdir. Günümüzde film senaryolarına konu olan trajik komik ve kendisini geliştiremeyen bir sistem olmuş zamanla da yok olmaya doğru gitmiştir.
Baskil ve çevresinde eskiden üç aşiretin hüküm sürdüğü biliniyor bu aşiretler en büyüğü ve güçlüsü zevi aşireti parçikan aşireti ve hardi aşireti olmak üzere toplam üç aşiret olduğu biliniyor. Köyümüz Ahalisi de ZEVİ aşiretindedir.
Köyümüzde bu gün aşiret adına hiçbir iz kalmamıştır. Soy adı yası ilede köyümüzüde bulunan her kesin kendi sülalesi lakabı veya o günkü nufus memurunun tayin etmiş olduğu soyadını almış ve bu soyadlarını kullanmaktalar. Bu soyadlar aşağıdaki gibi olup daha sonra makeme kararı ile köylülerimizin bazıları soy isimlerini değiştirmiş baba veya ailenin lakabını kulanmışlardır.
Abasoğlu Burulday ailesinden olup soyadlarını değiştirmişlerdir.
Ağar
Akyol Şığ Ailesi
Alacağ
Aslanmirza Alibekir Ailesi (Ebubekir) (Mirza kelimesinin ibn’ül-Murtaza yani Hz. Ali torunu manasında kullanılan ifadenin Türkçe kullanılış şeklidir.)
Aslantaş Sıle ailesi
Aslantatar Ferde ve Pole Ailesi
Asutay Asaf Ailesi (asaf kelimesinin anlamı Asaf süleyman peygamber’in veziriymiş. Vezirin süleyman peygambere olan sadakatinden ve onu koruyuculuğundan dolayıdır ki eskiler asafperver namıyla bu sıfatları varlığında derceden kimseleri taltif ederlermiş. )
Aybek Mıste Ailesi
Aytekin Hudan Ailesi (Alahverdi)
Aytimur Küto ailesi Hacı mustafa köyünden gelme
Balıbey Hamikan (komşu Hacı Mustafa köyünden görı ailesinden gelme)
Beydüz Alki Haci Ailesi
Burulday Abas Ailesi Abasoğlu aileside bu aileye mensuptur.
Cavlı Gro Ailesi
Cihan Küto ailesi Hacı mustafa köyünden gelme eski soyisimleri Aytimur
İlhan Yukarı Mahalle ve hamikan malllesinde iki sülale tarafından kullanılıyor
Kürşat Huyta ailesi
Oğuz Kırne Ailesi
Özbey Hamikan
Sekin Mamılan ailesi
Şubaşı Mamılan ailesinden olup soyadlarını değiştirmişlerdir. Eski soyisimleri sekin dir.
Ulufer Huyta Ailesi
Doğancık köyü yerleşim yeri olarak çok eskiye dayanır. Buradaki tarihi kanıt olarak Hacı Hasan Babab türbesi ve orada bulunan mezarlıkta bunun kanıtıdır. Hacı Hasan Baba şehit edilmiş ve buraya defin yapılmıştır. Dolayısı ile melik baba kardeşi olduğu rivayet edilir melikbabanın mezarıda buğün yine doğancık köyü sınırları içerisinde aşağı çorgöris tepesinde kendi adı ile melikbabab tepesinde bulunmaktadır. Dolayısı ile Hacı Hasan Baba türbesi dönemin hükümdarı tarafından vakıf kuruluyor. Bu vakfın vakıf senedi ve kuruluşu ile alakalı elmizde şimdiye kadar bir belgeye rastlanılmış değildir. Aşağıda detaylarını vereceğim gayri resmi belgede Baskil civarındaki halka hitap şeklinde yazılan secerede menkıbe gibi belgeden anlaşılacağı gibi kendisine saygı duyulması istenmekte, bazı verğilerden muaf olduğunu ve buraların vakıf gibi değerlendirmekte kimsenin itiraz etmemesi hükümdar beylerbeyi gibi idari yapıdaki kişilerin hürmet etmesini aksi takdirde cedlerinin latlerinin üzerine olacağı vurgulanmakta kerametleri anlatılmaktadır.
Hacı Hasn Baba mezarlığını incelediğimizde önce sadece Asafan mezrası Şubaşı mezrası ve Hamıkan mezrasının mezarlığı olduğu görülmekte daha sonra Türbenin güneyine doğru kütolar (kemerli) mezrasının mezarlığı asafan mezrasının bitişiginede hudular(akuş) mezrasının mezarlığı devam etmekte mezarlığın doğusuna doğru şubası mezarlığı kuzeydoğusunada hamikan mezrasının aile mezarlığı daha sonrada yukarı mahale mezerlığı oluştuğu gözlenmekte şimdilede ise doğancık köylüsünün dışındaki insanların buranın tarihi ve manevi huzur verdiğine inarak bir çok vatandaşımız mezarlığa defin edilmiştir. Aile ve mezra incelemesine baktığımızda karşımıza şu veriler çıkmaktadır.
Hödan (Allahverdi) Asafan, Albekıran (Ebubekir) Mamılan(Meme Mılla) Hamkan Kütan Pospanan Melyane jorı (Yukarı Melyan: Hıdıran (ilhanlar Burulday Aslantatar Ağar), Kormazan( kürşatlar) , Malı Kutge Cavlı Ulufer Akyol )
Köyümüzün coğrafi ve tarla isimleri incelendiğinde o isimlerin köyde yaşamış birisi ile özdeşleştiği ortaya çıkmaktadır. Yine köyümüzün subaşı mezrasının Albekir (Ebubekir) Mahallesinin güneyinde kilise kalıntıları ve yerleşim birimi olduğu kalıntılardan çıkmakta ayrıca asırlık ağaçların sahiplerinin adı ile anıldığını daha köylülerimiz tarafından kullanılmakta olduğu ortadadır.
Tabi köyümüzdeki insanların soy ağacını çıkarmak tek başına yapılacak bir iş değil buna tüm köy halkının atasını merak edip eski yaşlı insanlarımıza bilgileri sormak ve bölgede ağaçlara ve coğrafik mekânlara verilen isimlerin nereden geldiğini incelemek bu incelemede soy ağacında çıkan isimlerle karşılaştırmak gerekir.
Ayrıca köyümüzde bulunan asırlık ağaçlarımıza sahip çıkmak gerekir bunları koruma altına almamız gerekir bu ağaçların kesilmememsi için mücadele vermemiz gerekir ki belki ekonomik ve ziraat açısından düşünülürse kesilmesi uygun olacak fakat tarih ve manevi değer olarak ölçüldüğünde o asırlık ağaçların kesilmememsi ve korunması köyümüz açısından daha değerli olacağı kanaatindeyim. Köyümüzde sivil toplum olarak Doğancık Melyan Köyü Kalkınma Dayanışma ve Yardımlaşma derneğini 2015 yılında kuruluşunu gerçekleştirdik.
Sivil toplum örğütü olarak dayanışma kaynaşma toplantıları düzenledik fakat ilgisizlikten dolayı pek bir başarı henüz elde etmiş değiliz. En önemlisi bağlarımızı koparmamak gelecekte çocuklarımıza ve torunlarımıza bırakacağımız en büyük miraslardan biride budur.
Osmanlı döneminde oldukça önemli görevler üstlenmiş olan zaviyeler den Bugün Baskil doğancık sınırları içerisinde yer alan Hacı Hasan Baba Zaviyesinin maalesef vakfiyesi mevcut değildir. Elimizde mevcut olan arşiv belgeleri ise 17.-19. yüzyıllar arasında kaleme alınmış olan ve Ziya Sekin elinde bulunan Hacı Hasan Baba zaviyesi ve vakfıyla alakalı bazı berat ve fermanlarla Vakıflar Genel Müdürlüğü Arşivi’ndeki Hurufat Defterleri ve Başbakanlık Osmanlı Arşivi’nde yer alan çok sayıdaki belgeden ibarettir. Ayrıca, Harput Şer‘iyye Sicilleri’nde de konumuzla ilgili birkaç belge vardır. Fakat bu arşiv belgelerinin neredeyse tamamı Hacı Hasan Baba ve Şeyh Musa Herdi zaviyeleri ve vakıflarının yönetimine yapılan şeyh, mütevelli, imam ve hatip tayinleri hususundaki bilgileri ihtiva etmektedir. Fermanlara gelince; elimizdeki iki fermandan biri vergi memurları arasında anlaşmazlık konusu olan bir mezranın öşür gelirinin toplanması, diğeri ise şeyh atamasında yapılan bir usulsüzlüğün giderilmesi hususuyla alakalıdır. Dolayısıyla bu arşiv belgeleri, bahse konu olan zâviyelerin ne zaman inşa edildikleri, bunlara hangi sultan veya sultanlar tarafından temlikler yapıldığı (Göknur Göğebakan, Şeyh Hasan Zâviyesi’ne Sultan Alaattin Keykubat tarafından vakıf bağlandığını ifade etmekte ise de bunu doğrulayacak herhangi bir kaynak zikretmemiştir (bkz. Göğebakan 2002, 153, 158; Göğebakan 1999: 82). ve zâviyelerin kurucuları olan manevi şahsiyetlerin kimlikleri konusunda bizlere herhangi bir bilgi sunmamaktadır. Ayrıca, buradaki zâviyelerde ne tür dinî âyin ve merasimlerin yapıldığı konusunda da mevcut belgeler tamamen yetersiz kalmaktadır. Bundan dolayı, bu çalışmada, daha ziyade Baskil coğrafyasındaki zâviyelerin Osmanlı dönemindeki bazı sosyal fonksiyonları ile zaviyelerin işleyişi ve yöre halkının aşiret bağlantıları ekonomik sosyal ve asayiş olaylarına bakılrak ortaya konulacak konuları üzerinde durulacaktır.
Şeh Musa Herdi Zâviyenin kurucusu olan Şeyh Musa Herdi’nin biyografisi hakkında, kaynaklarda bilgi yok ama elde şecere kaydı Sadece onun, Hz. Muhammed’in torunu ve Hz. Ali’nin oğlu olan Hz. Hüseyin’in neslinden bir “Seyyid” olduğunu (HŞS, nr. 396: 168/3) ve zâviyesinin de Kadirî tarikatına tahsis edildiğini 1312 Tarihli Ma‘muratü’l-aziz Vilayet Salnamesi, s. 25. Görüyoruz.
Tarihi ve belli olmayan, fakat Osmanlı döneminde (muhtemelen 16. Yüzyılda bunuda şuna dayandırıyorum çünkü belgede ağnam verğisi avarız verğisinden bahis geçiyor çünkü avarız ve ağnam verğisi Osmanlı sistemi tarafından uygulanan bir sistem Harput 1516 da Osmanlı topraklarına katılmış ve 1518 yılında ilk tahrir yapılmıştır.) kaleme alındığı anlaşılan ve resmî evrak mahiyeti taşımayan bu belgede, türbesi Baskil yöresinde bulunan Şeyh Hacı Hasan Baba’nın Şeyh Musa Herdi neslinden olduğu ifade edilmiştir. Bu belgeye göre, Şeyh Hacı Hasan Baba Şeyh Davud’un, Şeyh Davud Şeyh Hıdır’ın, Şeyh Hıdır Şeyh Ali’nin, Şeyh Ali de Şeyh Musa Herdi’nin Oğludur. ( Bu şecere kaydının yer aldığı belge, resmi bir belge (vakfiye veya şecere) değildir. Kısmen şecere, kısmen vakfiye ve kısmen de menkıbe özelliğini taşımaktadır. Mesela, Şeyh Musa Herdi’nin şeyh ve keramet ehli olduğu, taşa binip karayılanı kamçı eylediği, sabah namazını Diyarbakır’da, öğlen namazını Mekke’de, ikindi namazını da yine Diyarbakır’da kıldığı ifade edilmektedir. Hacı Hasan Baba’nın da ceddi gibi sabah namazını Diyarbakır’da, öğlen namazını ise Mekke’de kıldığı zikredilmektedir. Bu yönüyle belge bir menkıbe özelliğini taşımaktadır. Âdet-i ağnam, resm-i bennâk ve sair tekâlif-i örfiyeden bi’l-cümle muâf ve müsellem olduklarının ifade edilmiş olması ve vakfedilen mezralardan bahsedilmesi, bu belgedeki bazı bilgilerin de vakfiyesinden alındığı fikrini uyandırmaktadır. Fakat söz konusu belgede, Parçikan, Kayışlı, Karaçor, Sersük, İlüdeli, Şahaban, Küçük, Elderdin, Zidgânî, Rubariye, Candari, Yedikılıçlu ve Akkoyunlu adlarıyla verilen cemaatlerin de Şeyh Musa Herdi vakfından olduğu belirtilmiştir ki, bu bilgi kesinlikle doğru değildir.
Hacı Hasan Baba ve Şeyh Musa Herdi ile Vakıfları Hakkında Bilgi Veren Tarihsiz Gayr-i Resmi Belge (Ziya Sekin)
.
Şeyh Musa için kullanılan Herdi adı esasen bu coğrafyada yani Baskil ve çevresinde yaşayan kalabalık bir aşiretin adıdır. (Herdi aşireti mensupları Elazığ’ın Baskil, Merkez ve Sivrice ilçelerindeki birçok köyün kurucuları olmakla birlikte, bugün aşiret yapısından geriye pek bir şey kalmamıştır.). Bunlar, Cihanbeyli aşiretinin bir kolu olup, zamanla müstakil bir aşiret halini almışlardır. Öyle anlaşılıyor ki, Şeyh Musa Anadolu’ya bunlarla birlikte gelmiş (Moğol istilası sonrasında Anadolu’ya gelen aşiretler içerisinde şeyh ve seyyidlere rastlanması yaygın olarak görülen bir durumdur. Nitekim, Hacı Bektaş-ı elî’nin de 13. yüzyılda kendisine bağlı Türkmen aşiretiyle birlikte, Yesevî veya daha kuvvetli bir ihtimalle Haydarî dervişlerinden biri olarak, Anadolu’ya geldiği bilinmektedir (Ocak 1996: 455).) vefat edince de burada defnedilmiştir. Mezarının olduğu yerde, şeyhin sağlığında veya vefatından sonra, bir zâviye inşa edildiği için, zamanla zâviyenin bulunduğu köy ve çevresi “Zâviye” adıyla anılmıştır. Bu isim daha sonra “Zeyve” şekline dönüşmüş ve halen de bu isimle bilinmektedir. Musa havrani meftun olduğu köy bu günkü adı akdemir eski ismi ile xıştkan ağbalan şexan adında üç mezradan ibarettir. Hacı Hasan Baba nın bulunduğu yer ise bu gün doğancık bir öncesi milli uşağı bir öncesi Melyan dır. Arşiv ve tarihi belgelere baktığımızda buranın bu isimlerin nereden geldiğine ilerleyen konular içerisinde inceleme fırsatı bulacağız.
Şeyh Musa’nın neslinden olanlar Harput Sancağı’nın Zeyve köyünde oturuyorlardı. Nitekim, 1518’de 70 hane ve 20 mücerred (bekâr erkek) yetişkin erkek nüfusa sahip olan bu köyde, “Şeyh” unvanlı altı kişi bulunuyordu. (Bunlar, Şeyh Yusuf, Şeyh Hasan oğlu Şeyh Cihan, Şeyh Davud oğlu Şeyh Hasan, Kerem Mehmed oğlu Şeyh Osman, Şeyh Hüseyin oğlu Şeyh Davud ve Şeyh Affan oğlu Şeyh Hasan adlı kimselerdi (BOA, TD, nr. 64: 633).)
Yukarıdaki Bu Belgenin Transkripsiyonu
(Bu belge, okuyup yazması pek de iyi olmayan biri tarafından kaleme alındığından, oldukça fazla yazım hatasını barındırmaktadır. Bu hatalar notlarda Partez içerisinde işaret edilmiştir. Emin olunamayan kelimelerin yanlarına ise (?) işareti konulmuştur. Belge yıpranmış olduğundan, metindeki bazı kelimeler de tahribat nedeniyle okunamamıştır. Okunamayan kelimeler (…) işaretiyle belirtilmiştir. Oldukça geniş tutulan satır aralarına daha sonradan bazı ilaveler de yapılmıştır.
(silik) ve sâîr tekâlifden (Tekalif kelimesi Osmanlılarda olağanüstü zamanlarda alınan ve her eyaletin özel yasaları ile saptanmış olan töresel bir kümenin adı. (Mücerred, raiyyet, çift, bennak, ispençe, bad-ı hava, arusiye, cürüm ve cinayet, ihtisab, çift bozan, tapu, bağ bahçe ve bostan, kovan, çift ve ağıl, yaylak, kışlak, balta, yaya ve kaçkun, çürük vergileri vb) ve şâkeleden (Doğrusu “şakka”dır ) ve a‘râzdan (Doğrusu avârızdır.) (avarız Osmanlıda önceleri olağanüstü durumlarda toplan vergi (savaş durumu gibi hallerde )daha sonra normal zamanlardan toplanan verği anlamını taşır) ihrâcâtdan mu‘âf bileler ve Hazreti İmâm Hüseyin hatırı içün ve Abbas Ömer’in ceddleri içün Şeyh Yusuf ‘(a) ( Burada bahse konu olan Şeyh Yusuf, Hacı Hasan Baba evladından Şeyh Musa’nın oğlu olup, bu yazının kaleme alındığı tarihte muhtemelen zaviyenin başında bulunuyordu.) ri‘âyet ideler ve rencîde itmeyeler Şeyh Hacı Hasan Baba’ya vakıf olan Şalemud mezra‘anın ve küllî Parçikân mezra‘anın ve Bölü mezra‘anın her kim ki (silik) ve zekât ceddlerin mâlıdur ve Şeyh Musa Herdi vakfı olan mezbur mezra‘anın her medîd küllî Mekadi, Buhar Serikli, Katar Han, Ulus Çayırı, Pınar-ı Hardek, Ağ Okaşlar başına dek bu mezra‘aları anlara teslîm ideler (…) (...) İmâm Hüseyin hâtırı içün Şeyh Musa bin Şeyh Yusuf eğer pâdişâh ola ve eğer beylerbeyi ola bunlara ‘izzet ve hürmet eylemeye la‘net oğa ( doğrusu “ola” ) âbâ-i ecdâdına her kim Şeyh Yusuf ri‘âyet itmeye ki müstehakdır. Hacı Hasan Baba hatırıçün süpürgecisi (?) olub ve bunların ceddi Musa Herdi ehl-i şeyhdir ve ehl-i kerâmetdir daşa binmişler ve kara ilan ( doğrusu “kara yılan” ) kamçı eylemişler ve sabâh namâzı Diyarbekir’den kılmışlar öla namâzı( doğrusu “öğle namazı” ) Mekketullah kılmışlar ve ikindi namâzı gena Diyarbekir’den kılmışlar dimişler eğer pâdişâh ola ve eğer beylerbeyi ola bunlara ‘izzet ve hürmet eylemeye la‘net oğa( doğrusu “ola” ) âbâ-i ecdâdına vallahi ve her kim bunlara ri‘âyet itmeye ki onlar ‘izzet ve hürmete müstehakdır. kimi itmez ceddühüm (?) ve bunlara ‘izzet ve hürmet eylemeye (…) ceddleri Muhammed ve Ali ‘izzet itmeyeler Hacı Hasan Baba gena sabâh namâzı kılmışlar Diyarbekir’den öla namâzı ( doğrusu “öğle namazı” ) Mekketullah kılmışlar gena ceddi gibi rıdvanüllahu te‘âlâ ‘aleyhim ecma‘în ve gena ceddi gibi daşa binmişler ve kara yılan kamçı eylemişler ve Hıdır-ı Dodikân ve (…) nebîdür ve Abbas asm (Muhtemelen “aleyhi’s-selâm”ın kısaltılmışıdır.) er-resul beşer ve nebîdir ceddin ve ceddin şartında olan sâbıkâ hazret-i bennâ Muhammed Mustafa la‘net onadır bey olsun ve pâdişâh olsun ve eğer ağa olsun Şeyh Yusuf ri‘âyet idesin ve hürmet (…) pâdişâhda bunlar da ri‘âyet gerekir ve hazret-i (…) cemâ‘at-i Şahaban (bu günkü şahaplı köyü) cemâ‘at-i Diricanlı ve cemâ‘at-i (….) ve cemâ‘at-i Şekukân ve Kara Burun ve diğeri şeyh-i meşâyih Şeyh Musa Herdi bin Hacı Hasan Baba ve cemâ‘at-i Parçikân ve cemâ‘at-i Kayışan ve cemâ‘at-i (…) ve cemâ‘at-i Sersük ve cemâ‘at-i Karaçor ve Musa Herdi bin Hacı Hasan Baba vakf olan yer deyü ma‘lum olundu. Şeyh Halil bin Hacı Hasan Baba bin Davud.Ve Allâh la‘neti ve resulü la‘neti ola ki cemâ‘at-i Hıdır-ı Dodikân’dır hakk-ı mahsuli hiç anlardan (doğrusu onlardan) nesne almaya. Şeyh Yusuf bin Şeyh Hıdır Şeyh Şükür bin Şeyh Hasan Şeyh Hacı Hasan Baba Şeyh Yusuf evlâd-ı Abbas Ömer ve er-resulî ‘aleyhi’s-selâm Ve cemâ‘at-i Parçikân ve cemâ‘at-i Kayışan ve cemâ‘at-i Karaçor ve cemâ‘at-i Sersük ve cemâ‘at-i İldüli ve cemâ‘at-i Şahaban ve cemâ‘at-i Köçekli ve cemâ‘at-i Elderdineli ve Zidgânî ve cemâ‘at-i Rubâriye ve cemâ‘at-i Candarî şeyhü’l-meşâyih Şeyh Musa Herdi ‘aleyhü’r-rahmet ve’r-rıdvân ve cemâ‘at-i Ataf ve Siğdin ve cemâ‘at-i Rubarî. Muhammed Mustafa ‘aleyhi’s-selâm. Zikr olunan Şeyh Şükür gelüb İmam Hüseyin radiya’llâhu ‘anhu âsitâne kemâl-i ihlâs ile ziyâret eyleyüb sa‘âdetlü pâdişâh hazretleri içün vezir-i a‘zam (?) hazretleri içün ve şeyhü’l- islâm içün du‘âlar eylemişdir ve sâdât ve eşrâf ve erbâb-ı tarîk ve meşâyih-i kibardan vâsıl (dorusu Hasıl) olandan (...) mezbur bende şecere üzerinden hürmet ve merhamet idenleri diyenim (?) olmayub nüzül ve ‘avârız ve tekâlifden mu‘âf (ve) müsellem bilüb ziyâret eylediği diyenleri içün mezkura külli ri‘âyet ideler ki ‘abdullah sâhib onlar (?) ve hâsıl ve mahsulden nakd bir nesne içün ehuhu eş-Şeyh Şükür Şeyh Musa veled-i Şeyh Hasan ve Şeyh Yusuf ehü’ş-şeyh Şeyh Şükür (ve) Şeyh Hıdır (ve) Şeyh Ali bin Şeyh Şükür ve Hüseyin. İmâm Hüseyin nefzi (Doğrusu “nefsi içün” olmalı.) içün ve Abbâs Ömer‘in cedler(i) içün ri‘âyet ideler. (….) Şeyh Hacı Hasan Baba vakf olan Şalmud mezra‘anın ve Bölüced Doğrusu Bollu dur Zira bu mezra doğancık köyünün yukarı mahallesi nin mezrası ve kayabeyli küyü sınırlarıdır halen mevcuttur. mezra‘anın her kime ki (….) eyledi derde virsün ve dimişler eğer padişâh ola ve eğer beylerbeyi ola Şeyh Yusuf ri‘âyet ideler Şeyh Musa Herdi ve Hacı Hasan Baba nefzi (Doğrusu “nefsi içün” olmalı.) içün suret-i şecere (?)-i Şeyh Yusuf (….)
Bu Belgeye Sonradan İlave Edilen Kısım
Şeyh Yusuf Şeyh Yusuf bin Şeyh Musa, Şeyh Musa (bin) Şeyh Hasan, Şeyh Hasan bin Şeyh Pop, Şeyh Pop bin Şeyh Mahmud, Şeyh Mahmud bin Şeyh Halil, Şeyh Halil bin Şeyh Davud, Şeyh Davud bin Şeyh Hacı Hasan Baba, Şeyh Hacı Hasan Baba bin Şeyh Davud, Şeyh Davud bin Şeyh Hıdır bin Şeyh Ali, Şeyh Ali bin Musa Herdi rahmetullahi te‘âlâ. Âdet-i ağnâmdan ve resm-i bennâkden ve sâîr tekâlif-i örfiyeden bi’l-cümle mu‘âf ve müsellem olmuşlardur la‘net ol kimesnelere ki âbâ ve ecdâdlarına bunlar bu tekâlife Hacı Hasan Baba’nın ve Musa Hervi’nin yüzü suyu hürmetine ri‘âyet itmeye eğer itmezler ise la‘net üzerine olsun. Musa Hervi taşa biner kara yılanı kamçı itmişdir. Hacı Hasan Baba sabâh namâzını Malatya’da kılmışdur öyle namazını Mekketu’llâh kılmışdur ve ikindi namâzını Malatya’da kılmışdur. Cemâ‘at-i Yedi-Kılıçlu ve cemâ‘at-i Ak-Koyunlu bunlar dahi Musa Hervi’nün (Müse Hvrani) karyeleridir.
Öncelikle dilimizin döndüğü kadarıyla bu belgede yazılı olan bilgileri bu günkü manada tercüme ederek ne yazdığına bir bakalım.
(silik) sair (bir şeylerden geri kalan seyreden harekete olan) verğilerden ve meşakkatten ve arıza ve noksanlıklardan dolayı fazla malı başka yerlere göndermekten (ihraç) muaf bileler. Ve hazreti imam Hüseyin hatırı için ve Abbas Ömer’in ataları için Şeyh Yusuf ‘(a) ( Burada bahse konu olan Şeyh Yusuf, Hacı Hasan Baba evladından Şeyh Musa’nın neslinden olup, bu yazının kaleme alındığı tarihte muhtemelen zaviyenin başında bulunuyordu.) tabi olurlar. Ve rencide etmeyeler Şeyh Hacı Hasan Baba ya vakıf olan Şelemut mezranın ve Bolu mezranın her kim ki …. (Silik) ve zekat cedlerinin malıdır. Ve Şeyh Musa herdi vakfı olan adı geçen mezranın her devamı umumi kuvet kudret buhar (Buğar mekan ismi) Serikli, katar hanı, ulus çayırı, Herdek pınarı Ağ Okşaklar (Ak Uşaklar demek istiyor) başına kadar bu mezraları alanlar teslim ederler. İmam Hüseyin için şeyh Musa nın oğlu şeyh Yusuf eğer padişah ola eğer beyler beyi ola bunlara izet ve hürmet eylemeyene lanet olsun büyük geçmişi ecdadına her kim şeyh Yusuf a (tabi) riayet etmesi ki (lanete) Mustahaktır. Hacı Hasan Baba hatırı için süpürgecisi ….(?) olup ve bunların cetleri (ataları) Musa Herdi ehli şeyhtir. Ve ehli keramettir. (Bundan sonrası menkıbe şeklinde Gidiyor) Taşa binmişler ve kara yılanı kamçı eylemişler ve sabah namazını Diyarbekirden kılmışlar öğle namzını Mekketullah dan kılmışlar ve ikindi yine namazını Diyarbekirden kılmışlar demişler eğer padişah ola ve eğer beyler beyi ola bunlara izet ve hürmet eylemiyene lanet ola büyük geçmişi ecdatlarına vallahi ve her kim bunlara riayet (tabi) etmesi izet ve hürmete müstahaktır. Kimki etmez ise ceddim (atam) (?) ve bunlara izet ve hürmet eylemeye (….?) cedleri Muhammed ve ali izet etmeyeler Hacı Hasan Baba yine sabah namazını kılmışlar Diyarbekirden öylen namazını Mekketullah dan kılmışlar yine ceddi gibi rıdvanüllahu teala aleyhim ecmain (hepsi cümlesi) ve yine ceddi (atası) gibi taşa binmişler yılanı kamçı eylemişler ve Hıdrı Dodikan (bu günkü Beşbölük) (…..?) nebidür. (nebidür kelimesini haber getiren peygamber anlamında değilde yeni bir kitap ve şeriatla gelmeyip kendinden evvelki resulün getirdiği kitap ve şeriatı devam ettiren anlamında kullanılmıştır. Bence) ve Abbas asm (muhtemelen “aleyhis selamı”ın kısaltmasıdır) er resul beşer ve nebidir. Atanın (Cedin) ve atanın ( cedin) şartında olan önceki zamanca ve rütbece ileride olan (sabıka) benna ( mimar usta kalfa hertürlü bina yapan yapıcı) muhamed mustafanın laneti onadır. Bey olsun padişah olsun ve eğer ağa olsun şeyh Yusuf tabi (riayet) edesin ve hürmet (…?) padişahada bunlarda tabi (Riayet) gerekir hazreti (…?) Şahaban cemati ( Şahaban Bu günkü Şahaplı) dirijan cemaati (dirijan Aşireti) (…?) ve Şekukan cemaati (bu günkü Şefkat olabilir. Şekuka Yaban armutu) ve Kara burun ve diğer şeyhi meşayih (şeyhi meşayih pirler ihtiyarlar yani iytiyar pir şeyhler) şeyh Musa Hvrani oğlu hacı hasan baba ve parçikan cemaati kayışan (bu günkü Haraba Kayış) cemaati (…..?) cemaat ve Sersük (Bu günkü Tatlıpayam) Cemaati ve Karaçor cemaati (Paluda bulunan Karaçormu Başka bir yer mi bilemiyoruz bu karaçor 17 ve 18. Yy yıllara da isyan edenleri raka ya sürgün ediyorlar bunlarda onlardan bir cemaat olabilir) ve Musa Herdi oğlu Hacı Hasan Baba oğlu Davut ve Allah laneti ve resulün laneti olaki Hıdırı Dodikan cemaatinin hakkı mahsuli hiç onlardan nesneye almaya ( Hıdırı dodikan mahsul hakkını hiçbir şekilde alan Allah ve resulünün Musa Herdi oğlu Hacı Hasan Baba oğlu Davut latenti üzerine olsun anlamında kullanılmış) Şeyh yusufun oğlu şeyh hıdır şeyh şükür oğlu şeyh hasan şeyh hacı hasan baba şeyh Yusuf evladı Abbas Ömer ve resul aleyhi-s selam ve Parçikan cemaati ve Kayışan (Harabe Kayış) cemaati ve Karaçor cemaati ve Sersük (Tatlıpayam) cemaati ve ildüli Cemaati (ildüli cemaati de bu gün bilinmiyor) ve şahaban cemaati (Şahaplı) köçekli cemaati (köçekli cemaatide bu gün bilinmeyenler arasında) ve Eldernineli cemaati (erdendineli cemaati de bu gün bilinmiyor) zidgani Cemaati (Zidgani Cemaatide bu günümüzde bilinmiyor) ve Rubariye (Rubariye kasıt Kuzeybatı tarafı kast edildiğini tahmin ediyorum) ve candari cemaati (candari bu gün bilinmiyor ) ve ihtiyar şeyhler şeyh musa herdi aleyhü r-rahmet ve rıdvanı ve ataf cemaati (Ataf: bu günkü Kumlutarla köyü ) ve siğdin (sigdin: 1560 tarihinde malatya kazasının muşar nahiyesine bağlı bir köy olup bu tarihte 33 hane 5 mücerret (bekar erkek) 1894 tarihinde mamüratül aziz kazaya bağlı 22 hane 146 toplam nüfusa sahip bu gün Akuşağı köyüne bağlı Aşağıgeçit (aşağısigdin) Yukarıgeçit (Yukarı siğdin ) iki ayrı mahalleden oluşmaktadır.) ve rubari cemaati. Muhammed mustafa aleyhi s-selam zikr olunan Şeyh şükür gelip imam Hüseyin Radiya llahu anhu kapı eşiği kemali ihlas (olgunluk) ile ziyaret eyleyerek Allah rızası için multlu olarak padişah hazretleri için veziri azam (…? ) hazretleri için ve şeyhül islam için dualar eylemişlerdir. Ve mutlu mesut Allah rızası için ve ileri gelen büyükler halk ve erbabı tarik ( yol ehli erbabı anlamında) ve meşayih-i kibardan (kibar güzel nazik ihtiyar pir şeyhler) vasıl olandan (….?) mezbur (adı geçen) bende şecere üzerinde hürmet ve merhamet edenleri diyeyim (…?) olmayıp nüzül (nedenleri ) ve avarız (verği çeşidi veya sonradan meydana gelen noksanlıklar anlamında) telakifden (vergiden) muaf müsellem (şeksiz şüphesiz teslim olmuş her kes tarafında kabul edilip emniyet ve itimat edilen tastik edilip inkar edilmeyen ayıplardan teberri olmuş anlamında) bilip ziyaret eylediği diyenler için mezkura (zikr edilmiş evelce bahsi geçmiş anlamında) külli (topyekün hepsi )riayet (tabi ) ederler ki Abdullah sahip onlar (….?) ve hasıl ve mahsulden nakd (nakd Madeni para akçe) bir nesne için ehun (toprakta meydana gelen delik yarık ) eş-Şeyh (EŞ-ŞEYH Şidetli büyük Şeyh anlamında) musa oğlu şeyh hasan ve şeyh Yusuf ehün (toprakta meydana gelen delik yarık ) eş-Şeyh (EŞ-ŞEYH Şidetli büyük Şeyh anlamında) şükür şeyh hıdır şeyh ali oğlu şükür ve hüseyin imam hüseyin nefsi için ve Abbas Ömerin Cedleri (ataları) için riayet (tabi) ederler. (…?) Şeyh Hacı Hasan Baba vakf olan Şalamud mezaranın ve bolu mezranın her kime ki (…?) eyledi derde versin ve demişler eğer padişah ola ve eğer beyler beyi ola şeyh Yusuf riayet (tabi ) olalar şecere : (Demiş belge incelendiğinde bu bölüm sonradan eklenmiş yazı karkteri farklı ve ya belgeyi yazan değil bir başkası bunu ilave etmiş)
Şeyh Pop oğlu Şeyh Yusuf şeyh Yusuf oğlu oğlu şeyh musa şeyh musa oğlu şeyh hasan şeyh hasan oğlu oğlu şeyh pop şeyh pop oğlu şeyh muhmut şeyh mahmut oğlu şeyh halil şeyh halil oğlu şeyh davut şeyh davut oğlu şeyh hacı hasn baba şeyh hacı hasan baba oğlu şeyh davut şeyh davut oğlu şeyh hıdır şeyh hıdır oğlu şeyh ali şey ali oğlu şeyh musa herdi rahmetullahi teala adeti ağnamdan (keçi ve koyun için alınan verği) ve resmi bennaktan ve sair örfi verğiden bir bütün muaf müsellem ( müsellem :şeksiz şüphesiz teslim olmuş her kes tarafında kabul edilip emniyet ve itimat edilen tastik edilip inkar edilmeyen ayıplardan teberri olmuş anlamında) olmuşlardır. Lanet ola ki o kimselere aba (Babalar pederler Mürşitler ileri gelenler) ve ecdatlarına (ataları) bunlar vergi hacı hasan babanın ve musa herdin yüzü suyu hürmetine riayet (tabi) etmeye eğer etmezler ise lanet üzerlerine olsun. Musa hevri taşa biner kara yılanı kamçı etmişler hacı hasan baba sabah namazını Malatya da kılmıştır. Yedi kılıçlı cemaat ve Ak-Koyunlu cemaati bunlar dahi musa harvinin karyeleridir (karye: nahiyeden küçük olan insanlarla meskun yer anlamında)
Bu belgeyi kısaca değerlendirecek olursak bu belge babadan oğula bu zaviyenin türbedarlığını yapan kişilere babadan oğula geçen yönetimi için ve buradaki evlatların avarız ağnam ve benzeri gibi verğilerden muaf olduğu bunu sebebide hz ali nin soyundan geldiklerinden dolayı burada abbasın hatırı için cedünün hatırı için kimi zman padişah ola beylerbeği ola bunlara riayet ede gibi cümlelerin geçmesi buna delalet eder. İşte belgeden de anlaşılacağı gibi sonradan eklemelerin var olduğunu görebiliyoruz bu ekleme kısmıda secere kısmı en sun şeyh pop bin şeyh Yusuf da bitiyor bu eklemelerin yapıldığı dönem muhtemelen şeyh Yusuf hayatta bu tarihlerde tahminen buranın dulkadir oğulları dönemine denk geliyor veya kanuninin burayı Osmanlı toprakları katılan yıllarada yazıldığına denk geldiğini söyleyebiliriz. Biliyorsunuz Osmanlı döneminde bu bölgede ilk tahrir 1518 yılında yapılıyor bu bölgede aşiretler var olduğundan tahrir defterlerine hane hane hane yazılmak yerine aşiret toplu bir şekilde yazılıyor dolayısı ile buradaki varlığı kesin bir şekilde ne zaman başladığını tam olarak bilmiyoruz. (ağnam ve avarız verği sistemi Osmanlı yönetimine ait olduğu kesindir bu belgeden bu konular geçtiği için bu belgenin 1516 dan sonra yazıldığı kesindir.) Fakat sonraki dönemlerde çeşitli hükümdarlar tarafından yazılan fermanlarda şunu anlıyoruz ki bu zaviyenin tanndığını ve bilindiğidir. Seyit soyundan geldiği içinde verğinin alınmadığıda kesindir.
Burada geçen cemaat bu gün köy ve yerleşim yeridir bunlar nedir nerelerdin şimdiki isimleri ve nüfus durumları ile alakalı bilgileri de paylaşmakta fayda görüyorum ileride bir tablo şeklinde verilecektir ayrıca ileride bilinenler hakkında daha detaylı bir çalışma yapmayı düşünüyorum.
Hacı Hasan Baba Ziyareti ve zâviyesi
Bu ziyaret ve zâviye, Baskil ilçesinin Doğancık (Meluluşağı) köyü sınırları içerisinde ve Hasan Dağı’na Yakın düzlük bir alanda kurulmuştur. Şeyh Musa Herdi Zâviyesi’nde olduğu gibi, burası da 1925 yılından itibaren zâviye vasfını kaybedince, sadece köyün camisi olarak hizmet vermeye devam etmiştir. Sonradan yanına 1973 yılında bir de minare ilave edilmiştir. Cumhuriyetin ilk kuruluş yıllarında zaviyelerin kapatılması ile burası cami olarak kullanılmıştır. Cumhuriyetin ilk yılları ve tek parti yönetiminin tekke ve zaviyelere bakışı çok sert ve kati olmasına rağmen doğuda etnik ve din kisvesi altındaki doğda baş gösteren isyanlara rağmen burası yine eski usulde imamet ücreti için buğday ve sair hububat toplanılarak devam etmiş her yıl imam kadrosu için diyanetten resmi müracaatlar yapılmış resmi izin alınarak işlemler yapılmış. Nihayet Kadrolu imam olarak 1966 yılında diyanet işleri başkanlığı ilk kadrolu imam Hüeyin ASUTAY atanmıştır. Örnek olarak 1968 tarihli yine gayriresmi bir demirbaş listesini görüyoruz.
1968 yılına ait demirbaş sayım çizelgesi
Hacı Hasan Baba zaviyesi cumhuriyet döneminde tekke ve zaviyelerin kapatılması ile birlikte kullanıma devam edilmiş fakat zaviye vasfını yitirmiş ancak gelenek ve örften gelen adetler yine devam etmiştir.
Kadrolu imam atanmadan önce 1966 yılına kadar köy ihtiyar heyeti tarafından alınan karla önceki verğiye benzer imam hatip için köylüden buğdayın toplandığını yine belgelerden görüyoruz. Bu dönemle alakalı izin işlemleri için yazılan dilekçeler verilen izinler köyde toplanan hububat ile alakalı olarak köy ihtiyar heyetinin yapmış oldukları karlara örnek 16 09. 1963 yılına ait 21 sayılı karar örneğidir.
1963 yılına ait Köy ihtiyar heyeti köy okul mudurü içinde bulunduğu karar
.
Hacı Hasan Baba Zâviyesi, Arapgir-Keban istikametinden gelip Altınyaka ve Hacımustafa köylerinden Doğancık’a, buradan da bir taraftan Harput’a, diğer taraftan ise Malatya’ya kadar uzanan kavşak bir noktada kurulmuştur. Osmanlı döneminde Baskil ilçesi henüz mevcut olmadığı için, Malatya istikametinden gelen yolcular, eski baskil köyü üzerinden Hacı Hasan Baba Zaviyesi’nin de bulunduğu Doğancık köyü civarından geçerek Harput’a giderlerdi. Eski kervan yolu burada geçmekteydi. Dolayısıyla, buradaki zâviyede hem tarikat mensubu dervişlerin manevi ihtiyaçları karşılanıyor hem de vakıf arazilerden sağlanan gelirleri sayesinde yolu buradan geçen insanların barınma, yiyecek ve içecek gibi zaruri ihtiyaçları karşılanıyordu. Camii müştemilatında ocaklı oda yatak serilip yatılan odalar mevcuttur. Ancak günümüzde bu amaçla kullanılmamaktadır.
Şimdiye kadar 16. yüzyıl arşiv belgelerinde Şeyh Hacı Hasan Baba Zâviyesi’nden bahsedilmediğini veya bu belgelere ulaşamdığımız bir gerçektir. vakfı bu tarihten sonra (muhtemelen 17. yüzyılın sonlarında) yada Selçuklular döneminde kurulmuş olma ihtimalleri söz etmiştim. Vakıf kurucusunun şartı gereği, zâviyenin zâviyedarlığı ve vakfın tevliyeti ile meşihat, alemdarlık, türbedârlık ve çırakdarlığı Hacı Hasan Baba neslinden olan mirasçılarına “ber vech-i meşruta” ve “ber vech-i iştirâk”, yani satılmamak ve ortak tasarruf etmek üzere bırakılmıştır (VGMA, Hurufat Defteri, nr. 1094:225; VGMA, Hurufat Defteri, nr. 1084: 39).
Yine Baskil Tabanbükü köyünde eski ismi ile şığhasan köyünde bulunan şeyh hasan ile melyanda bulunan hacı hasan ile zaman zaman karıştırmalar yapılmış şığ hasan köken olarak oda hacı hasan babanın atası olan hz Alinin oğlu abbasa daynakmakta o soy farklı bir kanaktan geliyor. O kaynaktanda kısaca söz etmek gerekir. Özellikle kerbela olayından sonra Abbasi zülmünden kaçan Hz. Muhammed Ali soylular bir kısım kişiler Bahşi Han’a sığınırlar. Bahşi Han oğlu Ahmed’i sığınmacı Musa ı Kazım (ö.799)’ın oğlu Hz. Abbas’ın kız torunlarından Vedduha ile evlendirir. İşte, bu evlilikten Şeyh Hasan doğar. Bahşi Han oğlu Ahmed bir seyyide ile Evliliğinden sonra kendini tasavvuf öğretisine verir. İlim ve irfan sahibi olan Ahmed, Şeyh ve Hâce ünvanıyla anılmaya başlar. yine bu dönem tam mezheplerin ve ayrışmaların tam yeni yeni başladığı dönemlere denk geliyor.
Şeyh hasan Hz.Ali’nin oğlu Muhammed Hanifi soylulardan ve Hz.Hüseyin oğlu Zeyd soylu seyyidlerden; Kuran’ın batıni (içsel) özünü ve İlm-i Ledün konusunda feyz ve el alır. Batıni ve İsmaili örgütlenmelerde bulunur. Sufilik mahlasi olarak da "VERANİ" lakabi verilir. Bundan sonra “Şeyh Ahmet Verani” olarak ün salar.
Şeyh Ahmed Veran’nin Şeyh Hasan’dan sonra Şeyh Ahmed adında bir oğlu daha olur. Şeyh Ahmed Verani 10 -12 yaşlarına gelen iki oğlunu amcazadesi olan Hâce Ahmet Yesevi (Ö.1167/9) dergâhına eğitim ve öğretim için verir. Şeyh Hasan ve Şeyh Ahmed; Yesi’deki dergâh da; Türkçe tarikat erkâni ve sülük adâbını, İslami ilimleri ve Türk sufiliğini, ahlâki ve tasavvufi kaide ve kurallarını kısa zamanda öğrenerek Hâce Ahmed Yesevi’nin halifeleri arasına girerler.
Şeyh Hasan bozkır göçebe Türk oymağından ve bey soylu olduğu için; küçük yaşta iyi ok atar, iyi kılıç kullanır ve iyi at sürermiş. At yarışlarında ve ok atmada birinci olurmuş. Bu yeteneklerini bilen hocası Ahmet Yesevi bir gün O’na cemaatle cemdeyken; “Sen, bir er değil On Er gücündesin, bundan böyle senin adın, Şeyh Hasan Oner olsun, ve böyle biline, böyle çağrıla...” der. Ve dua eder. Efsaneye göre, Şeyh Hasan’ın yaşama başlangıcı böyledir
Şeyh hasan dedesinin ismini almış. Daha önce bahs ettiğim secere Hz Ali evladı Hz Abbas evladı Hz Ubeydullah kardeşi Fazıldır (Fazıl nesli devam etmedi.) Hz Ubeydullahın evladı Hz Hasan ve kardeş Abdullah dır. (Abdullahında nesli devm etmedi.) Hz hasanın çocukları Hz İbrahim, Curduke, Hamza, ekber ve Fadıl gelenek olarak erkek eğemen bir toplum olduğundan kaynaklarda kadınların isimlerine pek rastlanılmamaktadır. Veduha buradaki hasanın kızı olma ihtimali çok yüksektir.
Yine Hacı Hasan Baba nın atası olan musa Havrani ise Sufilik mahlasi olarak da "HEVRANİ lakabıyla anılıyor olabilir. Ancak Hevrani Lakabı yaptığı “HAVR” Rucu etmek dönmek eksitmek noksan etmek anlamındaki kelimeden geldiğinide söyleyebiliriz. Çünkü musa havrani nakşi bendi tarikatına mensup bir kişilik olduğu kesin bir bilgidir. Hz alinin soyundan gelenler abasi zulmundan kaçarak çeşitli yerlerdeki beylere sığınarak yaşantılarının devam etirmişler ve gelenek olarak alevi ögretisi Bektaşilik ile geldiklerini biliyoruz. O yüzden HAVR kelimesinden elhli sünete geri dönüş anlamına gelen Havrani lakabını kullanma ihtimali vardır. Dolayısı ile havrani lakabının oradan geldiğini kesin söylememkle birlikte yaşadığı toplum içerisinde aldığı eğitim ve yeteneklerinden dolayı bazen lakap isimin önüne geçebilyor.
Yine “HEVRANİ” HEVRAN lı anlamına gelen hevrani kelimesi ilede gelme ihtimali vardır. HEVRAN bu gün Suriye’nin güneyinde bir bölge. Doğudan Cebelidürûz, batıdan Şeria vadisi, kuzeyden Şam vadisiyle Lecâ platosu, güneyden Belkā arazisi ve Cebeliaclûn’la çevrili, sınırları kesin biçimde belirlenemeyen geniş bir bölgedir. Topraklarının bir kısmı kayalık ve engebeli olmakla birlikte hayvancılığa ve nisbeten sık sayılabilecek yağışları ile tarıma elverişlidir. Dağların eteklerinden çıkan suların bir kısmı buharlaşmakta, bir kısmı ise küçük dereler halinde birleşerek Ürdün nehrinin kollarından Yermük’ü meydana getirmektedir. Dolayısı ile muse havrani bu günkü anlamda havranlı musa anlamındada kullanılabilme ihtimalide vardır. Elede bulunan belge ve bilgi kaynakları sınırlı olduğundan bu kaynakları ve bilğiyi ortaya koymak gerekiyor dolayısı ile kesin bir bilgi elimizde yoktur.
Havranda ve Harput 1516 yılında Osmanlı yönetimine girdi. Havranda 1918’e kadar Osmanlı yönetimi devam etti. Dört yüzyıllık bu dönem boyunca Havran Şam’a bağlı bir idarî birim olarak kaldı. Bu dönemde Havran’ın dikkat çekici özelliklerinin başında, Şam’ın tahıl ihtiyacını karşılamasının yanında bedevîlerin ve Dürzîler’in giderek güçlendiği bir yer halini alması gelir. Bedevi ve dürzilenin güçlenmesi ile musa havrai buradan göç etmiş gelimiş olabilir. Bu yüzden havranlı musa anlamına gelen muse havrani denilmiş olabilir.
Bu arada Havran bedevîlerinin gücünü gösteren en önemli gelişme, kabile reislerinden İbn Reşîd’in 1671’de hac kervanına saldırması ve Şam’ın önde gelen askerî kişilerden hac emîri yeniçeri Türkmen Mûsâ’yı öldürmesidir (Muhammed el-Muhibbî, IV, 434; M. Halîl el-Murâdî, II, 63). Türkmen musa ile muse havrani arasında herhangi bir bağ yoktur. Ancak havran karışık bir yer oradan göç etmiş musa adındaki seyit soyundan biri olma ihtimali ve burada havranlı musa diye anılmış olma ihtimali olduğundan bu bilgileri verdim.
Daha önce tarihsiz ve resmi herhangi bir özelliği bulunmayan belgeye bakıldığında bu yoruma doğru insanı düşündürüyor tabi muse havrani ve hacı hasan baba zaviyelerinin Nakşibendi tarikatına bağlı olması sebebiyle ve yine osmalı belgelerinde seyit olmasından dolayı bahsinin geçmesi gibi özellikler insanın havr kelimesi ile havranlı kelimesini akıllara getiriyor. İlerki zamanlarda bir belge ortaya çıkarsa bu tahminler değil asıl olan kullanılır.
Hacı Hasan Baba hakkında 1881 yılı salnamesinde, “Şeyh müşarün-ileyh merkeze sekiz saat mesafede vaki Melul Uşağı nam karyede medfun bir ziyaretgâh-ı mahsustur” şeklinde bilgi verilmektedir.
Bu zaviyede zaviyedarlığı vakfın tevliyet ile meşihat alemdarlık türbedarlık müesesinin hakkını satma olmamıştır. Babadan evlada miras yoluyla devir yapılmıştır ancak imamet hizmeti için bunu söylemek çok zor çünkü her imamet atamasında herhangi bir resmi atama yapılmadığı için bu hizmete karşılık gelen ücreti cemaat gönüllü bir şekilde karşıladığı için kayıtlarına rastlıyamıyoruz. Yalnız cumhuriyet dönemi bazı belgeler elimizde mevcut ki onlarda yeni kurulan cumhuriyetin algıları ile eski Osmanlı idari düzenin işleyişi çok farklı şekle uydurulmuş deyip geçmek lazımdır diye düşünüyorum. Yine bu konuda önceden söz etmiş bir örnek belgede koymuştum.
Adına bir zâviye kurulmuş olan Şeyh Hacı Hasan Baba’nın kimliği hakkında ne yazık ki pek fazla resmi evraklı bilgiye sahip değiliz. Ancak mevcut belgeler ışığında tahmin yapabiliyoruz. Osmanlı resmi belgelerinde ondan kutbü’l-ârifîn olarak bahsedildiğini görüyoruz, buradaki hacı hasan baba burada meftun olan şehit zatı kast ettiği açıktır. Fakat bu şehit in ne zaman hanği olayda şehit olduğunu bilmiyoruz.
Sultan I. Abdülhamid Tuğralı ve 10 Şevval 1188 Tarihli Berat (Ziya Sekin) arşivinde olan ve kutbü-i arifin diye bahsi geçen belgelerin Ziya Sekin’den olmasının sebebi zâviyenin zâviyedarlığı ve vakfın tevliyeti ile meşihat, alemdarlık, türbedârlık ve çırakdarlığı Hacı Hasan Baba neslinden olan mirasçılarına “ber vech-i meşruta” ve “ber vech-i iştirâk”, yani satılmamak ve ortak tasarruf etmek üzere bırakılmasından dolayı evraklarda babadan oğula o şekilde intikal ettiği içindir.
(Sultan I. Abdülhamid Tuğralı ve 10 Şevval 1188 Tarihli Berat )
Sultan I. Abdülhamid Tuğralı ve 10 Şevval 1188 Tarihli Berat (Ziya Sekin)
Beratın Transkripsiyonu
Tuğra (I. Abdülhamid)
Nişân-ı şerîf-i ‘alişân-ı sâmî-mekân-ı sultânî ve tuğrâ-yı garrâ-yı cihân-sitân-ı hâkânî hükmü oldur ki: Medîne-i Harpurt’da Zeyve nâm karyede vâki‘ kutbü’l-‘ârifîn Hacı Hasan Baba Zâviyesi’nin bundan bâ berât-ı ‘âlişân vazîfe-i mu‘ayyene ile mütevellisi olan evlâd-ı vâkıfdan Seyyid Ebubekir ve birâderzâdesi Seyyid Mehmed bilâ veled fevt oldukdan yerine erbâb- ı istihkakdan ve evlâd-ı vâkıfdan işbu râfi‘ân-ı tevkî‘-i refî‘ü’ş-şân-ı hâkânî es-Seyyid Mustafa ve es-Seyyid Abbas zîde salâhhumâlar mevcudlar iken ecânibden Seyyid Hacı Hasan bin Seyyid Mustafa nâm kimesne evlâd-ı vâkıf iddi‘âsıyla hevâsına tâbi‘ olub hilâf-ı inhâ ile bir takrîb üzere berât itdirüb lakin mezbur Hacı Hasan evlâd-ı vâkıfdan olmayub ecânibden olduğu lede’ş-şer‘ü’l-kadîm zâhir ve sâbit olmağla tevliyet-i mezbure merkum Hacı Hasan’ın ref ‘inden ve evlâd-ı vâkıf merkumâna tevcîh olunub yedine berât-ı şerîf-i ‘alişânım virilmek ricâsına Hacı Bektaş-ı Veli Âsitânesinden setcade-nişin şeyhi olan eş-Şeyh Abdüllatif zîde takvâhu ‘arz itmeğin vech-i meşruh üzere sadaka idüb bu berât-ı hümâyunu virdim ve buyurdum ki ba‘de’l-yevm merkumân es-Seyyid Mustafa ve es-Seyyid Abbas varub zikr olunan zâviyenin ref ‘ olunan mezburun yerine ber veçhi şuruta mütevellisi olub hidmet-i lâzımesin müdde‘î ve mer’î kıldıkdan sonra vazîfe-i mu‘ayyenesiyle ber muceb-i şart-ı vâkıf ‘ale’l-iştirâk mutasarrıflar olub vâkıfın ruhu ve devâm-ı ‘ömr ü devletimçün du‘âya müdâvemet göstereler ol bâbda ref ‘ olunan mezbur tarafından ve taraf-ı âherden bir vechle dahl ve ta‘arruz kılmayalar şöyle bileler ‘alâmet-i şerîfe i‘timâd kılalar. Tahrîren fî’l-yevmi’l-‘âşir min şehr-i-şevvâlü’l-mükerrem sene semân ve semânîn ve mi’ete ve elf. )
Bu belgeyide dilimiz döndüğünce bu günkü anlmda tecrüme edip bu belge ile ne yapılmış onu anlamaya çalışalım.
Belgenin başında I. Abdulhamit Tuğrası mevcut
Başta kendisini tanıtarak hümü odurki deyip söze giriyor Nişân-ı şerîf-i ‘alişân-ı sâmî-mekân-ı sultânî ve tuğrâ-yı garrâ-yı cihân-sitân-ı hâkânî hükmü oldur ki derken Şan şarefi yüksek olan şerfli nişanı bulunan ölümlü sultan imazlı işaretli hırslı cihan sultanı hakanın hükmü sözü odur ki: Medîne-i Harpurt’da Zeyve nâm karyede vâki‘ kutbü’l-‘ârifîn Hacı Hasan Baba Zâviyesi’nin bundan bâ berât-ı ‘âlişân vazîfe-i mu‘ayyene diyerek kısaca büyük bir arif olan hacı hasan baba ve seyit Ebubekir ve kardeşleri seyit Mehmet olan çocukları öldüğünden geriye evlat bırakmadıklarını idiası ile hacı mustafanın oğlu hacı hasan üzerine yönetim mütevelisi yapıldığı bunun doğru olmadığı hacı mustafa oğlu hacı hasanın evlatan yani sülaleden olmadığını ve sülaleden bulunan evlat olan seyit abbas ve seyit mustafaya vakfın şartı gereği mütevelisi yani yönetiminin verildiğine dair belge işte dua edilmesini istemeside işin süs tarafıdır.
Seyyid oluşunun yanı sıra, Harput ve çevresinde ilmiyle de tanınan birisi olduğu kesin ve Kutbü’l Arifin Diye hitap görüyor. Hangi yılda ve ne amaçla hazırlandığı belli olmayan, fakat Osmanlı döneminde (muhtemelen 16. Yüzyılda sonra) kaleme alındığı anlaşılan ve oldukça yıpranmış halde bulunan belgede (yukarıdaki 1 belge), Şeyh Hacı Hasan Baba, Şeyh Musa Havrani’nin neslinden Şeyh Davud’un oğlu olarak gösterilmiştir (1518 tarihli Harput Sancağı Tahrir Defteri’nde yer alan nüfus kaydından anlaşıldığına göre, bu zamanda Zeyve köyünde oturanlardan biri de Şeyh Davud’un oğlu Şeyh Hasan’dır (bkz. BOA, TD, nr. 64: 633). Burada bahsedilen Şeyh Hasan, daha sonra adına zâviye ve vakıf kurulmuş olan Şeyh Hacı Hasan Baba olabilir. Şayet öyle ise, Şeyh Hasan’ın 1518’de henüz hayatta olduğunu söyleyebiliriz. Fakat sadece bu belgeye bakarak bu konuda kesin bir şey söylemek de mümkün değildir. Resmi olmayan rivate görede Hacı Hasan Babanın soyu seyit İran Horasanından gelip akıncılarla gelip burada şehit düşmüş Şalmut ta bulunan bu gün harabe olarak anılan bölgede ki gari müslimlerle çatışmada şehit düştüğü ayrıca (şalmot kelimesi ermeni kökenli bir kelimedir.) belgede bahsi geçen kişiler
Bu bahsi geçen belgeyi biraz daha yorumlamaya çalışalım. Belgeye göre Esasen Şeyh Yusuf ’un şeceresini yansıtan bu belgede, Şeyh Yusuf ’tan Şeyh Musa Herdi’ye kadar uzanan ve bu arada Hacı Hasan Baba’yı da içine alan silsile şu şekilde gösterilmiştir:
Şeyh Yusuf bin Şeyh Musa (şeyh Yusuf un oğlu şeyh Musa)
Şeyh Musa bin Şeyh Hasan(şeyh Musa nın oğlu şeyh Hasana)
Şeyh Hasan bin Şeyh Pop (Bu isim oldukça ilginç olmakla birlikte, belgede açıkça bu şekilde yazılmıştır. Şahsın lakabı olabileceği gibi, yazım hatası yapılmış olması da muhtemeldir.) (şeyh Hasan un oğlu şeyh Pop) sadece bu ismim bağlamında değil bu secere yazı karekteri bakımından belgeye sonra ilave edildiği izlenimi var çünkü yazı karekterli farlı)
Şeyh Pop bin Şeyh Mahmud (şeyh Pop un oğlu şeyh Mahmut)
Şeyh Mahmud bin Şeyh Halil (şeyh Mahmut un oğlu şeyh Halil) Bu gün ARİ HALİLAN) Halilin yeri diye bir yerde mevcut)
Şeyh Halil bin Şeyh Davud (şeyh Halil in oğlu şeyh Davut)
Şeyh Davud bin Şeyh Hacı Hasan Baba (şeyh Davut un oğlu şeyh Hacı Hasan Baba)
Şeyh Hacı Hasan Baba bin Şeyh Davud (şeyh Hacı hasan Babanın oğlu şeyh Davut)
Şeyh Davud bin Şeyh Hıdır bin Şeyh Ali (şeyh Davut un oğlu Hıdır oğlu şeyh ali)
Şeyh Ali bin Musa Hervi . (şeyh ali nin oğlu Musa havri )
Bu şecere kaydından anlaşıldığı kadarıyla, bahse konu olan bu belge Şeyh Yusuf ’un hayatta olduğu bir zamanda hazırlanmıştır. Osmanlı resmî belgelerinden adını tespit edebildiğimiz ilk müstakil zâviye şeyhi ise 1691’de görevinin başında bulunan Şeyh İlyas ile oğlu Şeyh Mehmed adlı şahıslardır. Bunlar şecere kaydında yer almadıklarına göre, söz konusu belge 1690 yılından önce hazırlanmış olmalıdır. Fakat kesin bir tarih vermek de mümkün değildir. Bu belgenin Osmanlı Sultanı Orhan Gazi döneminde hazırlandığı rivayet edilmekte ise de bu rivayet kesinlikle doğruyu yansıtmamaktadır (Hacı Hasan Baba’nın Türkler’in Anadolu’yu fethinden çok önce burada medfun olduğu ve Harput’ta türbesi bulunan ilk İslam fatihlerinden Arap Baba ile akrabalığının bulunduğu yönündeki inanışlar ve söylentilerde kesinlikle doğru değildir. Hacı Hasan Baba’nın kimliği konusundaki muhtelif rivayetler için bkz. Aydoğmuş: 2009: 251. . Çünkü, Osmanlılar’ın Harput ve çevresini kendi yönetimleri altına almaları ancak 1516 yılında mümkün olabilmiştir. Yukarıda da ifade olunduğu üzere, 16. yüzyıl Osmanlı belgelerinde Hacı Hasan Baba vakfından bahsedilmemesi, bu vakfın 17. yüzyılda kurulduğu izlenimini vermekte ise de. Fakat vakfiyesi mevcut olmadığı (1848 tarihinde Şeyh Musa bin Yusuf ile Şeyh Hasan bin İsmail adlı şahıslar vakfın tevliyetine atanabilmek için evlâd-ı vakıftan oldukları iddiasıyla ilgili makamlar nezdinde girişimde bulunmuşlardır. Bu sırada oluşan bir şüphenin giderilmesi için İstanbul’daki vakıf kayıtları incelenmiş, fakat Hacı Hasan Baba Zâviyesi’nin vakfiyesine bir türlü ulaşılamamıştır (BOA, C.EV,) için bu hususta, tahminlerin ötesinde, kesin bir şey söylemek pek mümkün değildir. (Yukarıdan da bahsettiğim gibi Selçuklular döneminde kurulmuş bir vakıf veya sonradan 19. Yüzyılda kurulan avarız vakfı şeklinde olma ihtimali vardır. Hacı hasan babanın Malazğirt savaşından önce akıncılar ile gelip şehit düşmüş biri olama ihtimalide vardır. Burada tevdiyet gibi görevleri yapanların seyit oldukları belgelerden anlaşılıyor bu belgelerde geçen Hacı Hasan Baba isim benzerliği olabilir ihtimali var diye biliriz ancak zayıf bir ihtimal)
17. yüzyılın sonlarına kadar Şeyh Musa Herdi ile Şeyh Hasan zâviyeleri aynı şahıs veya şahıslar tarafından idare olunmaktaydı. Zira, her iki zâviyenin meşihat, alemdâr ve çırakdarlığını “evlâdın ve şurutun üzere” ellerinde bulunduran Şeyh İlyas ile oğlu Şeyh Mehmed Ağustos 1691 tarihinde beratlarını yenilemişlerdir (Harput’da Şeyh Musa Herdi ve Şeyh Hasan zâviyelerin(in) meşihatı ve ‘alemdâr ve çırağdarlığı(na) evlâdın ve şurutun üzere Şeyh İlyas ve oğlu Şeyh Mehmed mutasarrıf olub tecdîd ricâsına ‘inâyet” (VGMA, Hurufat Defteri, nr. 1098: 185)..
Öyle anlaşılıyor ki, bundan kısa bir müddet sonra Şeyh Musa Herdi ve Şeyh Hacı Hasan Baba zâviyelerinin yönetimi birbirinden ayrılmıştır. İsmini tespit edebildiğimiz ilk müstakil zâviye şeyhi ise Abbas adında biri olup, ondan boşalan zâviyedârlık vazifesi Mayıs 1692’de Seyyid Bekir’e verilmiştir. Harput’da Hacı Hasan Baba Zâviyesi zâviyedârı Abbas mahlulünden Seyyid Bekir’e”, (VGMA, Hurufat Defteri, nr. 1098: 185).
Bu iki zâviye yönetiminin hangi sebepten dolayı birbirinden ayrıldığını bugünkü verilerle kesin olarak tespit etmek mümkün değildir. Gelirin paylaşımından kaynaklanan sorunlardan dolayı böyle bir yola başvurulmuş olunacağı gibi, bir kısım aile fertlerinin farklı bir tarikata intisap etmek istemelerinden de kaynaklanmış olabilir. Zira, buna dair bazı işaretler de vardır. Mesela, 1774 yılında gerçekleşen bir mütevelli tayini Hacı Bektaş-ı Veli Şeyhi Abdüllatif ’in arzıyla olmuştur (VGMA, Hurufat Defteri, nr. 1084: 39) (I. Abdülhamid Tuğralı ve 10 Şevval 1188 Tarihli Berat ). Suraiya Faroqhi’nin tespit ettiği Bektaşî tekkeleri arasında Harput Sancağı’nda herhangi bir tekke veya zâviyenin adı yer almamakla (Anadolu’da muhtelif dönemlerde yer alan Bektaşi tekkeleri listesi için bkz. Faroqhi 2003: 197-219. birlikte, kendi tarikatından olmayan bir zâviye vakfının yönetimine mütevelli tayini için Bektaşî şeyhinin arzda bulunması da normal karşılanabilecek bir durum değildir. Bu durumda, Hacı Hasan Baba Zâviyesi’nin 1826 yılına kadar Bektaşî (Bektaşilik, 13. yüzyılda Kalenderilik içinde teşekküle başlayıp 15. yüzyılın sonlarında Hacı Bektaş-ı Veli gelenekleri etrafında Anadolu’da ortaya çıkan bir tarikattır. Bektaşî tarikatı konusunda daha fazla bilgi için bkz. Ocak 1992: 373-379. tarikatına bağlı olduğunu söyleyebiliriz.
II. Mahmud bu tarihte Yeniçeri ordusunu kaldırınca onların bağlı olduğu Bektaşî tekkelerini de kapatma yoluna gitmiştir. Bu sebeple bir kısım Bektaşî tekkeleri takibattan kurtulabilmek için başka tarikatlara bağlanmak zorunda kalmışlardır (Ocak 1992: 374). Nitekim, 19. yüzyılın sonlarında hazırlanan belgelerde Hacı Hasan Baba Zâviyesi artık Kadirî tarikatına bağlı zâviyelerden biri olarak gösterilmiştir (BOA, DH.MKT, 1554/30; 1312 Tarihli Ma‘muratü’l-aziz Vilayet Salnamesi, s. 25) Dolayısıyla, bahse konu olan zâviyenin 1826’dan sonra bu Sünnî tarikata bağlanmış olması muhtemeldir. Yine aynı coğrafyada bulunan Şeyh Musa Herdi Zâviyesi şeyhi de öteden beri Kadirî tarikatındandı (Kadirî veya Kadiriye tarikatı hakkında ayrıntılı bilgi için bkz. Azamat 2001: 131-136.)
Hacı Hasan Baba Zâviyesi vakfının tevliyet ve zâviyenin de zâviyedarlık görevi, ortaklaşa tasarruf edilmek üzere, vefat edenin evlatlarına veya yakınlarına bırakıldığı için, 18. Yüzyıldan itibaren artık şeyhlerin silsilesini takip etmek tamamen imkânsız hale gelmiştir. Nitekim, Nisan 1731’de zâviyadarlık ve tevliyet görevi aynı aileden olan Seyyid İbrahim, Seyyid Osman, Seyyid Hüseyin ve Seyyid Mustafa adlı dört şahsın elinde bulunuyordu (Bunlar, bu tarihte Harput’ta has zabiti makamında olan memurun vakfa ait bazı yerlerin öşür ve resmini, has köylerinden olduğu gerekçesiyle, toplamak istemesi sebebiyle söz konusu zabiti hükümete şikâyet etmişlerdir. Hükümet tarafından Harput kadısı ve Diyarbekir mütesellimine hitaben yazılan fermanda ise bu müdahalenin önüne geçilmesi istenmiştir. Bkz. Sultan I. Mahmud Tuğralı ve Evasıt-ı Şevval 1143 Tarihli Ferman (Ek-2).
Sultan I. Mahmud Tuğralı ve Evasıt-ı Şevval 1143 Tarihli Ferman (Ziya Sekin)
Fermanın Transkripsiyonu
Tuğra (I. Mahmud)
Kıdvetü’l-kudât ve’l-hükkâm ma‘deni’l-fazl ve’l-kelâm Harpurt ve (silik) kâdıları zîde fazlühumâ ve kıdvetü’l-emâcid ve’l-a‘yân Diyarbekir Mütesellimi (boşluk) zîde mecdühu tevkî‘-i refî‘-i hümâyun vâsıl olıcak ma‘lum ola ki: Harpurt kazâsına tâbi‘ Zeyve nâm karyede
medfun el-Hac Hasan Baba kaddese sırrühu el-‘azîz zâviyesinin ber vech-i iştirâk bi’l-fi‘l berât-ı şerîfimle zâviyedâr ve vakfının mütevellileri olan sulehâdan darendegân-ı fermân-ı vâcibü’l-iz‘ân Seyyid İbrahim ve Seyyid Osman ve Seyyid Hüseyin ve Seyyid Mustafa zîde salâhhum Südde-i Sa‘âdetime ‘arzuhâl idüb vakf-ı mezkurun selâtin-i mâziye temlîki ile defterde mukayyed mezra‘alarından karye-i merkum toprağından târîhü’leyyâmdan berü ‘öşr ve resmi taraf-ı vakıfdan alına gelen bir mikdâr yerleriçün civârında vâki‘ Harpurt hâs zâbiti olan () nâm kimesne ol yerler hâs karyelerinden (boşluk) nâm karye toprağındandır ‘öşür ve resmin ben alırum deyü kadîme mugâyir müdâhale itmekle bundan akdem ol diyârın müsinn ve mu‘temedün ‘aleyh ve ehl-i vukuf ve bi-garez kimesneleriyle mahall-i nizâ‘ın üzerine varılub ahvâlleri şer‘le görüldükde vech-i meşruh üzere ol dahi şer‘an sâbit ve zâhir olmağla kadîme mugâyir ta‘arruzdan men‘ ve kat‘-i nizâ‘ ve fasl-ı husumet birle kıbel-i şer‘den hüccet-i şer‘iyye virülüb ve bir def ‘a dahi murâfa‘adan ol hüccet-i şer‘iyyeye imzâ olunmuşiken mezbur kânî olmayub ol hüccet-i şer‘iyyeye ve ve kadîme mugâyir tekrâr dahl ve nizâ‘ eylediği vâki‘ ise men‘ ve def ‘ ve vech-i meşruh üzere vakfın defterde mukayyed mezra‘asının mümtâz ve mu‘ayyen sınıru dâhilinde olan yerlerin ‘öşr ve resmini kadîmisi üzere bunlara ahz ve kabz itdiresin min-ba‘d hüccet-i şer‘iyyeye ve deftere ve kadîme ve emr-i hümâyunuma muhâlif kimesneye iş itdirmeyesin eslemeyanı yazub ‘arz idüb husus-ı mezbur içün emr-i âher irsâline muhtâc eylemeyesin şöyle bilesin ‘alâmet-i şerîfe i‘timâd kılasın. Tahrîren fî evâsıt-ı Şevvâlü’l-mükerrem sene selase ve erba‘în ve mi’e ve elf.
Hacı Hasan Baba Zâviyesi’nde “şeyh, alemdâr ve türbedâr” olan Derviş Ali vefat ettiği
için Nisan 1731 tarihinde yerine oğlu Mahmud’un oğlu, yani torunu olan Osman tayin edilmiştir (“Harput’da Zeyve nâm karyede medfun Hacı Hasan Baba nâm ‘azizin tekyesinde şeyh ve ‘alemdâr ve türbedâr olan Derviş Ali fevtinden oğlunun oğlu Osman bin Mahmud’a bâ berât-ı ‘atîk tevcîh” (VGMA, Hurufat Defteri, nr. 1094: 223). Yine aynı tarihte zâviyedar olan Seyyid Ebubekir’in vefatı sebebiyle de yerine oğlu İbrahim Halife’ye verilmiştir (“Harput’da Hacı Hasan Baba Zâviyesi’nin zâviyedârı Seyyid Ebubekir fevt olmağla yeri oğlu İbrahim Halife’ye berâtı mucebince ‘inâyet buyuruldu”.(VGMA, Hurufat Defteri, nr. 1094: 223).
Derviş Hızır, Derviş Hasan ve Derviş Ali adlı şahıslardan boşalan “meşihat, alemdarlık ve çırakdarlık” vazifesi, ortaklaşa tasarruf etmek üzere, yine evâd-ı vâkıftan olan Şeyh Allahvirdi, (HÖDAN) Şeyh Yusuf ve Şeyh Hüseyin adlı şahıslara verilmiş, beratları Eylül 1731’de yenilenmiştir. (VGMA, Hurufat Defteri, nr. 1094: 225) Ayrıca bkz. I. Mahmud Tuğralı ve Evâil-i Rebiü’l-evvel 1144 Tarihli Berat Sultan I. Mahmud Tuğralı ve Evâil-i Rebi’ü’l-evvel 1144 Tarihli Berat
.
Beratın Transkripsiyonu
Tuğra (I. Mahmud)
Nişân-ı şerîf-i ‘alişân-ı sâmî-mekân-ı sultânî ve tuğrâ-yı garrâ-yı cihân-sitân-ı hâkânî hükmü oldur ki: Harpurt kazâsında medfun Şeyh Hacı Hasan Zâviyesi’nin meşihat ve ‘alemdârlığı ve çırakdarlığı evlâd ve evlâda meşruta olub ber muceb-i şart-ı vâkıf ber vech-i iştirâk şeyhi ve ‘alemdârı ve çırakdârı olan evlâd-ı vâkıfdan işbu râfi‘un-ı tevkî‘-i refî‘ü’ş-şân-ı hâkânî Şeyh Allahvirdi ve Şeyh Yusuf ve Şeyh Hüseyin bi’l-fi‘l berât-ı şerîfle mutasarrıflar olub lâkin baht-ı ‘âlî taht-ı Osmanî üzere cülus-ı hümâyun-ı sa‘âdet-makrunum vâki‘ olmağın der sa‘âdetimden müceddeden berât-ı şerîfim virilmek bâbında berât-ı ‘atîk mucebince istid‘âyı ‘inâyet itmeleriyle bir aylık resm-i berât mütevellîsi yediyle teslîm-i hazîne olunmak üzere sadaka idüb bu berât-ı hümâyunu virdim ve buyurdum ki mezbur mütevellî varub zikr olunan zâviyenin ber muceb-i şart-ı vâkıf kemâ-kân şeyhi ve ‘alemdârı ve çırakdârı olub hızmet-i lâzımelerin müdde‘î ve mü’eddî kıldıklarından sonra vazîfe-i mu‘ayyenesine ber vech-i iştirâk mutasarrıflar olalar şöyle bilesiz ‘alamet-i şerîfe i‘timâd kılasız. Tahrîren fî evâ’il-i şehr-i Rebi‘ü’l-evvel sene erba‘a ve erba‘în ve mi’e ve elf.
1757 yılından önce yapılan atamalarda tevliyet ve zâviyedarlık görevleri genellikle aynı şahıs veya şahıslara veriliyordu. Fakat bu tarihten itibaren bu iki vazifenin farklı kişilere tevcih edildiğini de görmekteyiz (Şeyh Musa Herdi Zâviyesi’nde de imamet ve hitabet vazifeleri bir dönem farklı kişilere tevcih edilmişti.). Nitekim, Seyyid İbrahim’in vefatıyla boşalan tevliyet görevi “ber vech-i iştirak” yani ortaklaşa yürütmek üzere, Harput Kadısı Mevlana İbrahim Efendi’nin arzıyla, 8 Şubat 1757 tarihinde büyük oğlu Seyyid Ebubekir Halife ve birader-zadesi Seyyid Mehmed Halife’ye tevcih edilmiştir (Harput kazâsına tâbi‘ Zeyve nâm karyede medfun Şeyh Hacı Hasan Baba Zâviyesi’ne vazîfe-i mu‘ayyenesiyle mütevellîsi olan es-Seyyid İbrahim fevt olub tevliyet-i mezkure mahlulünden sulbî kebîr oğlu es-Seyyid Ebubekir Halife ile birâderzâdesi es-Seyyid Mehmed Halife’ye ber vech-i iştirâk tevcîh ricâsına kâdısı Mevlânâ es-Seyyid İbrahim Efendi ‘arz itmeğin mucebince vâki‘ ise bin yüz yetmiş senesi Cemâziye’l-evvelinin 18. günü târihiyle tevliyet-i mezkure iştirâk buyuruldu” (VGMA, Hurufat Defteri, nr. 1090: 52).
Yine Seyyid İbrahim’den boşalan zâviyedârlık vazifesi ise 1 Nisan 1757 tarihinde İbrahim Halife adlı başka birine verilmiştir Harput kazâsında vâki‘ Hacı Hasan Baba Zâviyesi’nin vazîfe-i mu‘ayyenesiyle zâviyedârı olan İbrahim fevt olub yeri hâlî ve mahlul olmağın yerine diğer İbrahim Halife mahall ve müstehakdır deyü kendi ‘arzı mucebince bin yüz yetmiş senesi Recebü’şşerîfin on birinci günü târihiyle merkum diğer İbrahim Halife’ye sadaka buyuruldu” (VGMA, Hurufat Defteri, nr. 1090: 53) Seyyid Ebubekir ve birader-zadesi Seyyid Mehmed ( seyit Ebubekir ve seyit Mehmet bu günkü subaşı mezrasının albekıran ve memılan mahalleleridir.) bunlardan boşalan tevliyet görevi, Hacı Bektaş-ı Veli Tekkesi Şeyhi Abdüllatif’in arzıyla, 1774 yılı Haziran-Temmuz aylarında amcazadeleri (Bu günkü hacı mustafanın oğlu hacı hasan kendisinin seyit ve hacı hasan baba yani evladı resulden olduğunu söyleyerek ayrıca Ebubekir ve mehmed in evlat bırakmadan vefat ettiklerini söyleyerek hacı bektaşı veli tekesinin şeyhi abdullatifin arzıyla 1774 yılında hacı hasan baba zaviyesine tevliyet görevini devir alıyor tabi bu arada bu günkü kütan (kemerli) hacıyan mevkiinde ki tarlara da Hudanın Allahverdinin elinden zorla çöküp alıyor.) Seyyid Mustafa oğlu Seyyid Şeyh Hacı Hasan’a verilmiştir. (Harput’da Zeyve nâm karyede Hacı Hasan Baba Zâviyesi’nin bâ mu‘ayyene mütevellisi olan Seyyid Ebubekir ve birâderzâdesi Seyyid Mehmed bilâ veled fevt mahlulünden amcazâdeleri Seyyid Şeyh Hacı Hasan bin Seyyid Mustafa’ya Hacı Bektâş Şeyhi Abdüllatif ‘arzıyla tevcih buyuruldu (VGMA, Hurufat Defteri, nr. 1084: 39). Fakat bir müddet sonra, evlattan olmadığı ve haksız olarak üzerine berat ettirdiği gerekçesiyle, bu vazife Seyyid Hacı Hasan’dan alınarak, 17 Aralık 1774’te yine Hacı Bektaş-ı Veli Tekkesi Şeyhi Abdüllatif’in arzıyla, bu defa evlâttan olan Seyyid Mustafa ile Seyyid Abbas’a tevcih edilmiştir. (VGMA, Hurufat Defteri, nr.1084: 39) Ayrıca bkz. I. Abdülhamid tuğralı ve 10 Şevval 1188 tarihli berat (Ek-4) Sultan I. Abdülhamid Tuğralı ve 10 Şevval 1188 Tarihli Berat (Z. Sekin)
.
Beratın Transkripsiyonu
Tuğra (I. Abdülhamid)
Nişân-ı şerîf-i ‘alişân-ı sâmî-mekân-ı sultânî ve tuğrâ-yı garrâ-yı cihân-sitân-ı hâkânî hükmü oldur ki: Medîne-i Harpurt’da Zeyve nâm karyede vâki‘ kutbü’l-‘ârifîn Hacı Hasan Baba Zâviyesi’nin bundan bâ berât-ı ‘âlişân vazîfe-i mu‘ayyene ile mütevellisi olan evlâd-ı vâkıfdan Seyyid Ebubekir ve birâderzâdesi Seyyid Mehmed bilâ veled fevt oldukdan yerine erbâb- ı istihkakdan ve evlâd-ı vâkıfdan işbu râfi‘ân-ı tevkî‘-i refî‘ü’ş-şân-ı hâkânî es-Seyyid Mustafa ve es-Seyyid Abbas zîde salâhhumâlar mevcudlar iken ecânibden Seyyid Hacı Hasan bin Seyyid Mustafa nâm kimesne evlâd-ı vâkıf iddi‘âsıyla hevâsına tâbi‘ olub hilâf-ı inhâ ile bir takrîb üzere berât itdirüb lakin mezbur Hacı Hasan evlâd-ı vâkıfdan olmayub ecânibden olduğu lede’ş-şer‘ü’l-kadîm zâhir ve sâbit olmağla tevliyet-i mezbure merkum Hacı Hasan’ın ref ‘inden ve evlâd-ı vâkıf merkumâna tevcîh olunub yedine berât-ı şerîf-i ‘alişânım virilmek ricâsına Hacı Bektaş-ı Veli Âsitânesinden setcade-nişin şeyhi olan eş-Şeyh Abdüllatif zîde takvâhu ‘arz itmeğin vech-i meşruh üzere sadaka idüb bu berât-ı hümâyunu virdim ve buyurdum ki ba‘de’l-yevm merkumân es-Seyyid Mustafa ve es-Seyyid Abbas varub zikr olunan zâviyenin ref ‘ olunan mezburun yerine ber veçhi şuruta mütevellisi olub hidmet-i lâzımesin müdde‘î ve mer’î kıldıkdan sonra vazîfe-i mu‘ayyenesiyle ber muceb-i şart-ı vâkıf ‘ale’l-iştirâk mutasarrıflar olub vâkıfın ruhu ve devâm-ı ‘ömr ü devletimçün du‘âya müdâvemet göstereler ol bâbda ref ‘ olunan mezbur tarafından ve taraf-ı âherden bir vechle dahl ve ta‘arruz kılmayalar şöyle bileler ‘alâmet-i şerîfe i‘timâd kılalar. Tahrîren fî’l-yevmi’l-‘âşir min şehr-i-şevvâlü’l-mükerrem sene semân ve semânîn ve mi’ete ve elf.
Yine aynı tarihte evlat bırakmadan vefat eden Şeyh Allahvirdi,(HÖDAN) Şeyh Yusuf ve diğer Şeyh Yusuf adlı şahıslardan boşalan “meşihat, alemdarlık ve çırakdarlık” vazifesine ise, Harput Naibi es-Seyyid Bilal’in arzıyla, evlâd-ı vâkıftan olan Şeyh Mustafa atanmıştır (Harput’da Zeyve nâhiyesinde Hacı Hasan Baba Zâviyesi’nin ber vech-i meşruta şeyhi ve ‘alemdârı ve çırağdarı olan Şeyh Allahvirdi ve Şeyh Yusuf ve Şeyh Yusuf bilâ veled fevt mahlulünden evlâd-ı vâkıfdan Şeyh Mustafa’ya nâibi Seyyid Bilal ‘arzıyla tevcîh buyuruldu” (VGMA, Hurufat Defteri, nr. 1084: 40). . 1774’te müteakiben ve evlat bırakmadan vefat eden Seyyid Ebubekir ile Seyyid Mehmed’den boşalan ve Seyyid Mustafa ile Seyyid Abbas’a verilen tevliyet görevi, Malatya Naibi Hacı Halil’in arzıyla, Nisan 1775 tarihinde tekrar Seyyid Mustafa oğlu Seyyid Şeyh Hasan’a bırakılmıştır. “Harput’da Zeyve nâm karyede Hacı Hasan Zâviyesi’nin bâ mu‘ayyene mütevellisi olan Seyyid Ebubekir ve Seyyid Mehmed müte‘âkiben fevt olduklarından mahlullerinden evlâddan Seyyid Şeyh Hasan bin Seyyid Mustafa’ya tevcîh olunub mutasarrıflariken ecânibden Seyyid Mustafa ve Seyyid Abbas bin Allahvirdi gadr itmeleriyle ref ‘lerinden sâhib-i evveli merkuma Malatya Nâibi Hacı Halil’in ‘arzıyla tevcîh buyuruldu” (VGMA, Hurufat Defteri, nr. 1084 :39). . Dolayısıyla, Hacı Hasan’ın bir müddet sonra yeni bir hileyle tevliyeti
tekrar kendi üzerine yaptırdığı sonucu ortaya çıkmaktadır.(Aslında Allahverdinin (hödan) evlatları mevcut fakat hacı hasan denilen şahıs hile yoluyla Bektaşi tarikatını arkasına alarak adına berat çıkarmış da sonra bu beratlar elinden alınmıştır.) (Hacı Hasan Denilen şahıs bu günkü Hacı mustafa köyünün kurcunu hacı mustafanın oğlu hacı hasan köyde lakap olarak hoysınan diyiye geçen sülale ) Fakat 1776 yılı sonlarında bu defa Çemişgezek nâibi olan Abdurrahim’in arzıyla tevliyet vazifesi tekrar Şeyh Hasan’dan alınarak, önceden olduğu gibi, Seyyid Mustafa ile Seyyid Abbas’a verilmiştir. Bir müddet sonra Seyyid Abbas’ın vefatıyla boşalan zaviyedarlık vazifesi de 16 Mart 1777 tarihinde onun torunları olan Seyyid Mustafa ile Seyyid Abbas’a yine ortaklaşa tasarruf etmeleri şartıyla ve maliye tarafından verilen beratla tevcih edilmiştir. Böylece bunlar hem tevliyet hem de zaviyedarlık vazifesi üzerinde hak sahibi olmuşlardır. Bu sırada Şeyh Hasan da boş durmayarak, evlattan olduğu iddiasıyla, askerîden tevliyeti tekrar üzerine berat ettirmiş ise de bir müddet sonra beratı iptal edilerek vazifesi elinden alınmıştır. (Hata bu hacı hasan Allah verdinin (hödan) malları olan Buğün Hacıyan Tarlaları kemerli mezrası ve Doğancık köyü içerisinde bulunan hacı mustafa köylülerine ait bir çok araziye zorbalaıkla çökmüştür. Osmanlı imparatorluğunun son dönemleri ve devlet otoritesininin zayıf olduğu dönemler olduğu için kimin gücü kime yetiyse ) Nitekim, 20 Mart 1777 tarihinde Kebanmadeni emini ve Harput kadısına hitaben yazılan bir fermanda, tevliyet ve zâviyedârlığın başka başka beratlarla Seyyid Mustafa ile Seyyid Abbas’ın üzerinde olduğu hatırlatılarak, başkalarının dışarıdan müdahale etmesine izin verilmemesi istenmiştir Kebanmadeni emini ve Harput kadısına hitaben yazılan 10 Safer 1191 tarihli ve Sultan I. Abdülhamid tuğralı ferman
Sultan I. Abdülhamid Tuğralı ve 10 Safer 1191 Tarihli Ferman (Ziya Sekin)
Fermanın Transkripsiyonu
Tuğra (I. Abdülhamid)
(Silik) ve’l-ekârim câmi‘ü’l-mehâmid ve’l-mekârim el-muhtass bi-mezîd-i ‘inâyet-i melikü’d-
dâyim dergâh-ı mu‘allam kapucıbaşılarından Kebanma‘deni Emîni olan (boşluk) dâme mecdühu ve kıdvetü’l-kudât ve’l-hükkâm ma‘denü’l-fazl ve’l-kelâm Mevlânâ Harpurut kâdısı zîde fazlühu tevkî‘-i refî‘-i hümâyun vâsıl olıcak ma‘lum ola ki: Harpurt’da vâki‘ Hasan Baba Zâviyesi’nin vazîfe-i mu‘ayyene ile cedleri Abbas fevtinden zâviyedârlığı işbu sene-i mübâreke Saferinin altıncı gününde Şeyh Seyyid Mustafa ve Şeyh Seyyid Abbas’a iştirâken tevcîh ve hâlâ berevât-i şerîfemle üzerlerinde olduğu Anadolu Muhâsebesi’nde ve Harpurut kazâsına tâbi‘ Zeyve nâm karyede kutbü’l-‘ârifîn Hacı Hasan Baba Zâviyesi’nin mütevellisi olan evlâd-ı vâkıfdan Seyyid Mustafa ve Seyyid Abbas hîn ve mevcudlar iken ecânibden Seyyid Hacı Hasan bin Seyyid Mustafa evlâd-ı vâkıfdanım deyü hilâf-ı inhâ ile üzerine berât itdirüb merkumâna gadr itmeğin ref ‘inde sene-i mâziye Şevvâlinde Çemişgezek Nâibi Abdürrahim zîde () ‘arzıyla mezburâna tevcîh ve berât olunduğu ‘askerî ruznâmçesinden ihrâc ve merkumân Seyyid Mustafa ve Seyyid Abbas’a büyük babaları fevtinden zâviyedârlık-ı mezbure vazîfe-i mu‘ayyene ile tevcîh ve mâliyeden berât ve tevliyet-i mezbure dahi üzerlerinde iken ecânibden mezbur Hasan tevliyet-i mezbureyi ben dahi evlâddanım deyü bir takrîb ‘askerîden berât itdirmekle ref ‘inden üzerlerine tevcîh olunub lâkin mezburun şerr ve mazarratından emîn olmadığı merkumân bâ ‘arzuhâl inhâ ve fîmâ-ba‘d kaydları derkenar olunmamak üzere şerh virilüb zabtlarına merhamet itdirilmemek bâbında sen ki Keban Ma‘deni Emîni mumâ-ileyhsin sana hitâben emr-i şerîfim suduruna istid‘â ve zâviyedârlık mâliyeden ve tevcîh-i ‘askerîden başka başka berâtlar ile merkumânın üzerlerinde olmağla mugâyir-i berât zabtlarına muhâlefet olunmamak içün berât-ı şerîfim suduru iktizâ eylediğin iftihârü’l- emâcid ve’l-ekârim bi’l-fi‘l re’isü’l-küttâbım olan el-Hac Ömer Vahid dâme mecdühu i‘lâm itmeğin sen ki ma‘den emîni (silik) olunmamak emrim olmuş (silik) buyurdum ki: Vusul buldukda bu bâbda sâdır olan emrim üzere ‘amel dahi sen ki ma‘den emîni mumâ-ileyhsin zâviye-i mezburun zâviyedârlığı ve vakfının tevliyeti merkumânlar başka başka berevât ile üzerlerinde olmağla mugâyir-i berât-ı mezburu ve âheri bir dürlü mühâlefet itdirmeyüb min-ba‘d berâtlarına ve emr-i ‘âlişânıma muhâlif kimesneye iş itdirmeyüb husus-ı mezbur içün bir dahi emr-i şerîfim varmalu eylemeyesiz şöyle bilesiz alâmet-i şerîfe i‘timâd kılasız. Tahrîren fî evâhir-i şehr-i Saferü’l-hayr sene ihdâ ve tis‘în ve mi’e ve elf..
Öyle anlaşılıyor ki, 18. yüzyılın ikinci yarısında berat tevcihatı hem maliye hem de askeriye tarafından yapılmaktaydı. Bu iki başlılık ise tevliyet ve zâviyedârlık vazifelerinin verilmesinde, bu tür istismarların yaşanmasına fırsat sağlamaktaydı.
Zâviyedarlık maaşının yarısına mutasarrıf olan Seyyid Abbas’ın vefatından sonra vazifesi oğlu Seyyid Ebubekir’e verilmiştir. Seyyid Ebubekir de evlat bırakmadan vefat etmiştir. Bu sebeple mahlul kalan görevi, Harput Nâibi Seyyid Bilal’in arzıyla, 21 Temmuz 1789 tarihinde yine erbab-ı istihkaktan olan Seyyid Şeyh Mustafa’ya verilmiştir 27 Şevval 1203 tarihli ve III. Selim tuğralı berat .
Sultan III. Selim Tuğralı ve 27 Şevval 1203 Tarihli Berat (Z. Sekin)
Beratın Transkripsiyonu
Tuğra (III. Selim)
Nişân-ı şerîf-i ‘alişân-ı sâmî-mekân-ı sultânî ve tuğrâ-yı garrâ-yı cihân-sitân-ı hâkânî hükmü oldur ki: Harpurt’da vâki‘ Hasan Baba vakfının nısf vazîfe-i mu‘ayyeneleriyle nısf-ı zâviyedârı olan Seyyid Ebubekir veled-i ‘Abbas bilâ veled fevt olub yeri hâlî olmağla müştereki erbâb-ı istihkakdan işbu râfi‘-i tevkî‘-i refî‘ü’ş-şân-ı hâkânî es-Seyyid Şeyh Mustafa zîde kadrühu her vechle mahall ve müstehak olmağın nısf-ı zâviyedârlığı mezkur müteveffâ-i mezburun mahlulünden merkuma tevcîh olunub yedine berât-ı şerîfim virilmek ricâsına Harpurt Nâibi Mevlânâ es-Seyyid Bilal zîde ‘ilmühu ‘arz itmekle mucebince tevcîh olunmak fermanım olmağın hakkında mezîd-i ‘inâyet-i pâdişâhânemi zuhura getürüb bin ikiyüz üç senesi şevvâlinin yirmi yedinci günü târîhiyle müverrih virilan rü‘us-ı hümâyunum mucebince bu berât-ı hümâyunu virdim ve buyurdum ki mezbur es-Seyyid Şeyh Mustafa zîde kadrühu varub müteveffâ-yı merkum yerine vakf-ı mezburun nısf-ı zâviyedârı olub edâ-yı hizmet eyledikden sonra bundan evvel nısf-ı zâviyedârlığı nısf-ı vazîfeye ne vechle mutasarrıf olagelmişler ise merkum dahi ol-vechle nısf vazîfe-i mu‘ayyenesin vakfı mezbur mahsulünden alub mutasarrıf ola. Şöyle bilesiz ‘alemet-i şerîfe i‘timâd kılasız. Tahrîren fi’l-yevmi’s-sâlis-i Zilka‘de sene selase (ve) mi’eteyn ve elf.
1789 yılında beratın tekrar verildiğini bu evrakla görebiliyoruz. 1800 yılında iki ayrı beratla zâviyedarlık maaşının her iki yarısına mutasarrıf olan es-Seyyid eş-Şeyh Mustafa vefat ettiğinden, mahlul kalan ciheti yine erbab-ı istihkaktan olan oğlu es-Seyyid Mehmed’e tevcih edilmiştir (BOA, C.EV, 31576). 1848 yılında tevliyet cihetine mutasarrıf olan Seyyid Ebubekir ve Seyyid Hasan müteakiben evlat bırakmadan vefat ettiklerinden bu vazife yine evlâd-ı vâkıftan olan Musa bin Yusuf ile Hasan bin İsmail adlı şahıslara verilmiş; fakat kısa bir müddet sonra Hasan bin İsmail’in de vefat etmesi sebebiyle mahlul kalan yarım hissesi Molla Abbas bin Ali’ye tevcih edilmiştir (BOA, C.EV, 712). 1878 yılında vakfın mütevellisi İbrahim Burhaneddin tarafından hazırlanan bir senelik muhasebe kaydından anlaşıldığına göre, bu vakfın geliri Ma‘muratü’l-aziz köylerinden olan Meluluşağı’ndan sağlanıyordu. Bu köyün 1878 yılındaki vergi geliri toplamı 1608 kuruş olup, bunun 625 kuruş ve 15 parası meşihat ve cüzhan vazifesi için ayrılmış, diğer kısmı da sair masraflar için kullanılmıştır (BOA, Evkaf Defteri, nr. 20265: 4). Hacı Hasan Baba Zâviyesi vakfının 1894 yılındaki varidat tahsilatı ise 59 kuruş ve 20 para idi (BOA, Evkaf Defteri, nr. 28339: 2).
Cumhuriyetin 1923 yılında ilan edilmesi ile vergi sistemi ortadan kalkmadı gelenek bir şekilde devam etti. Cumhuriyetin ilk kuruluş yıllarında sağ olmadığı halde Osmanlı geneleğinden gelen verği alma sisteminin devam ettiğini görmekteyiz. Rahmetli babam Hüeyin ASUTAY ın (Kendisi 1907 doğumlu babası Osman 1865 doğumlu) anlatımına göre seferberlik ilan edildiğ dönemde babası osmanın vefat etiğini söylemektedir. Seferberlik ilanı 1914 yılında yapıldığına göre Asaf oğlu osman nın 1914 öncesi vevafat ettiği gerçeği ile 1926 yılına ait verği makbuzunda asaf bin osman ismini görmekteyiz.
.
Vergi makbuzu örneği 1926 yılına ait.
Doğancık köyünde medfun bulunan Hacı Hasan Baba’nın türbesi Türbe kısmı ile namaz kılınan mekân bir duvarla birbirinden ayrılmıştır. Avlunun sol tarafındaki ilk kapıdan mescit bölümüne, ikinci kapıdan da makam bölümüne geçilmektedir. Avlunun sağ tarafında ise misafirhane bölümü yer almaktadır. Arka kısmında eski den kullanılan mutfak ocaklıklı bir oda bulunmakta kıble yönünün arka sol tarafında 1973 yılında yapılmış minaresi mevcuttur. Müştemilat olarak türbenin kıble yönününün batı tarafında abdesthane banyo gibi küçük yerler yapılmıştır. Yolun alt tarafına imamın oturacağı tek gözlü alt bodrum katıda gasilhane olarak kullanılacak şekilde yapılmış fakat şimdi kullanılmamaktadır.
Türbe ve çevresinde ağaçların sulanması ve temizlik amacıyla kullanulan su şimdi birçok kaynaktan temin ediliyor Su kaynağı olarak Hacı hasan babaya ait memılan subaşı mezrasında kanal ile kazılmış yerden çıkan suyu daha önce künklerle sonra boru ile çekilmiş suyu bulunmakta tan çeşmesinde haftalık 7 saat suyu bulunmaktadır. Son dönemde caminin kıble yönünde arteziyen vurulmuş arteziyen suyu mevcuttur. Ayrıca çorgris suyu köyde bulunan şimdi Anadolu Lisesi olarak kullanınal şebekeden ve köyün şebekesindende bağlantı yapılmış durumdadır.
Köyde idari yapı mauhtar ve ihtiyar heyeti her turlü anlaşmazlıkların çözüm merci yani devleti temsilen ifa gördüğünü görüyoruz bu cumhuriyetin ilk kuruluş yıllarında dahi devam eden gelen bir gelenektir. Buna örnek olarak Ebubekir albekir mezrasında bulunan kaya oğlu Ahmet i mahkemeye verilmiş mahkeme kararını vermeden köy ihtiyar heyeti duruma el koymuş ve anlaşmazlık konusu olan olayı çözmüş ve tutanak haline getirilmiş bir örnektir.
Evrakın Transkripsiyonu
Maruzzata buna ider ki
Bundam mukaddem kaya oğlı Ahmet hisemizi vermekten imtina ettiğinden mahkeme-i aliyenize ba-istida arz edmiş idi. Karyemize vardıkta heyet-i ihtariye bizleri celbederek tarfeyni yüz yüze getürüp kanunen bizlere isabet eden hisemizi heyet muvachesinde aldık ve uzlaştığımızdan mahkemece bir davamız kalmadığından lütuf ve merhammetten muamelelerin iptalini ve mağduriyetimize meydan bırakmayarak hukukumuzun sinayete müsead-i aliyeleri buyurmasını istida ve istirham eyleriz. Ol babda ferman
(Pulun üzerinde)
Ramazan zevcesi Sultan ve
mahdumu Ramazan
Köyümüzün albekir mahallesinin alt kısımlarında eski yerleşim yeri olduğuna dair temel kalıntıları mevcuttur. Ayrıca idari yapı olarak tavşanuşağı köyünün şalmut mevkinde harebe diye adlandırılan bir yerde mevcuttur. Köyümüzde hödan, Asafan, Albekiran, Mamılan, Kütan, Hamkan, Pospanan, malı kortge veya malı jorı gibi mezralardan oluşuyor.
Yer isimleri olarak çorgıris, tati ari koyun, şakşak, kafri kırke, kafri kale, köre sirim, bolu, panaf, şalmut çayı, karta pelke, karta sirmuk, are halilan, sersiye aşkan, aşe höde, nahala hırçe, körtı, zafya hacyan, galye hamkan, galye höde,kafre mışkan kafre topel, merziv elmane, mazalı xıtkan gibi yer isimleri mevcuttur.
Baskil in bu günkü idari yapıdaki tüm köylerin eski isimleri ve hangi aşiretin yaşadığına ait bilgiler aşağıdaki gbidir.
Baskil Köyleri Listesi Eski İsimleri Aşiretleri
Akdemir Köyü xıştkan ağbalan şexan zevi Şeyh aileleri
Akuşağı Köyü Akan zevi Şeyh aileleri
Aladikme Köyü Bozan parçikan
Alangören Köyü Lotan zevi Şeyh aileleri
Altunuşağı Köyü Altünan Hardi
Aşağıkuluşağı Köyü Kulyan Zevi
Beşbölük Köyü Dokan Zevi
Bilaluşağı Köyü Bilan Hardi
Bozoğlak Köyü Mazınan Alevi
Çavuşlu Köyü Verdiham- kalan parçikan
Çiğdemlik Köyü Siçanan Hardi
Deliktaş Köyü Soskan parçikan Hardi
Demirlibahçe Köyü Mılısorkan parçikan
Doğancık Köyü Melyan Zevi Şeyh aileleri
Düğüntepe Köyü Gırtkan parçikan
Emirhan Köyü Geçkan Zevi
Eskiköy Köyü parçikan parçikan
Gemici Köyü Kıftan parçikan
Habibuşağı Köyü Habiban parçikan
Hacıhüseyinler Köyü Haci Hısınan Hardi
Hacımehmetli Köyü Hacimaman Hardi
Hacımustafaköy Köyü Qurmiyan hacımıstafı Zevi
Hacıuşağı Köyü Hacyan Hardi
Harabekayış Köyü Kayışan Hardi parçikan
Hüyükköy Köyü Höyük
Işıklar Köyü Kozan Hardi
İçlikaval Köyü Sımkanı zevi Zevi
İmikuşağı Köyü İmkan Hardi
Kadıköy Köyü Kadyan İzol
Karaali Köyü Karalyan parçikan
Karagedik Köyü Galyan şexan parçikan
Karakaş Köyü Karıkaşan Hardi
Karoğlu Köyü Qarkan Zevi
Kayabeyli Köyü Reşan Hardi zevi
Kızıluşağı Köyü Kızılan Zevi
Baskil Köyleri Listesi Eski İsimleri Aşiretleri
Koçyolu Köyü Atkan Hardi
Konacık Köyü Ötetalan Hardi
Konalga Köyü Zeykan Hardi
Kumlutarla Köyü Ataf Alevi
Kuşsarayı Köyü Muşar Hardi
Kutlugün Köyü şexali parçikan
Meydancık Köyü Medane parçikan
Paşakonağı Köyü Göryan Hardi
Pınarlı Köyü Kani İzol
Resulkahya Köyü Karan Zevi
Sarıtaş Köyü Şavalan parçikan
Söğütdere Köyü Sımkanı hardi Hardi
Sultanuşağı Köyü Sıltanan Maman Hardi
Suyatağı Köyü Torsan,Mamıraşan, Araban Hardi
Şahaplı Köyü Şahaban parçikan
Şahindere Köyü Bılkan Zevi
Şituşağı Köyü Şitan Hardi
Tabanbükü Köyü Şıxhasan Alevi
Tatlıpayam Köyü Sersük parçikan
Tavşanuşağı Köyü Doşanan Zevi
Topaluşağı Köyü Topalan parçikan
Yalındam Köyü Erkavünan Hardi
Yaylanlı Köyü Velipalas Hardi
Yeniocak Köyü Gölkan Hardi
Yıldızlı Köyü Batalan Hardi
Yukarıkuluşağı Köyü Kulyane jorı Zevi
Yürekli Köyü Şalyan Zevi
Eski Baskil Baskilan Kafıryan hardi
Odabaşı qurmiyaneodabaşı bayrkan zevi
titkan parçikan
Şefkat Şıfkatan parçikan
Nazaruşağı Nadaran parçikan
Canbebler titkan parçikan
Mustafa Demirel Bayrkan parçikan
İhsan ASUTAY
Kaynaklar:
1.1 Prof. Dr. Enver ÇAKAR. VAKIFLAR DERGİSİ HAZİRAN 2012 SAYI : 37
1.2 Başbakanlık Osmanlı Arşivi (BOA)
64 numaralı Harput Sancağı Tahrir Defteri (TD)
1.3. Vakıflar Genel Müdürlüğü Arşivi (VGMA)
Hurufat Defterleri: 1084, 1090, 1094, 1098 numaralı defterler.
Evkaf Defterleri: 274 numaralı defter.
1.4. Harput Şer‘iyye Sicilleri (HŞS) 396 numaralı defter.
1.5.Özel Koleksiyonlar (Ziya Sekin- İhsan ASUTAY Doğancık Köyü-Baskil/Elazığ)
1.5.1 Sultan I. Mahmud Tuğralı ve Evasıt-ı Şevval 1143 tarihli Ferman (Ziya Sekin)
1.5.2 Sultan I. Abdülhamid Tuğralı ve 10 Safer 1191 Tarihli Ferman (Ziya Sekin)
1.5.3 Sultan I. Mahmud Tuğralı ve Evâil-i Rebiü’l-evvel 1144 Tarihli Berat (Ziya Sekin)
1.5.4 Sultan I. Abdülhamid Tuğralı ve 10 Şevval 1188 Tarihli Berat (Ziya Sekin)
1.5.5 Sultan III. Selim Tuğralı ve 27 Şevval 1203 Tarihli Berat (Ziya Sekin)
1.5.6 Hacı Hasan Baba ve Şeyh Musa Herdi Hakkında Bilgi Veren Tarihsiz Gayr-i Resmi Belge (Ziya Sekin)
1.5.7 Doğancık köyü ihtiyar heyeti karar evrakı (İhsan ASUTAY)
1.5.8 Vergi tahakkuk ve tahsil evrakı (İhsan ASUTAY)
1.5.9 Doğancık köyü Hacı Hasan Baba Cami Demirbaş Çizelgesi ((İhsan ASUTAY)
2. Yayınlanmış Olan Arşiv Belgeleri ve okuduğum eserler
Türkiye diyanet vakfı İslam ansikobedisi
3. Salnâmeler ve İl Yıllıkları
Hicrî 1312 Tarihli Ma‘muratü’l-aziz Vilayet Salnamesi
YORUMLAR
Henüz yorum yapılmamış.