- 773 Okunma
- 1 Yorum
- 0 Beğeni
-SOSYO POLİTİK AÇIDAN BİR DÜNYA KUPASINI OKUMAK-(2)
-İTALYA 1990-
Her dünya kupasının sürprizli maçları ve takımları vardır. Turnuvaya renk kattıkları kuşkusuzdur. Onlarsız bir dünya kupası turnuva mıdır acep? Hatta kimi zaman alınan sonuçlar mucize kabilindendir. Kim bilir, futbolun büyüsünü belirleyen unsur biraz da budur belki de.
1990 dünya kupasının da sürprizli ve bir o kadar da renkli takımı Kamerun’dur. Öyle ki, bir önceki şampiyon Arjantin’i açılış karşılaşmasında 1-0 mağlup ederek ilk sinyali verirler. Valeriy Nepomniachi tarafından çalıştırılan takım ardından Romanya galibiyeti ile ikinci tura merhaba der.
Turnuva başlarken takımın maskotu olarak görünen otuz sekizlik emektar forvet Roger Milla maçlara ilerleyen dakikalarda girmektedir. Ne var ki, kazın ayağının böyle olmadığı gerçek bir otuz sekizlik olduğu çabuk anlaşılacaktır. Romanya galibiyeti onun golleriyle elde edilir. İkinci turda rakip Kolombiya’dır. Güney Amerika temsilcisi şovmen kalecileri Rene Higuita ile dikkat çekmekte ve merak konusu olmaktadır. Yüz yirmi dakikalık randevuda uzatmanın ikinci çeyreğinde Milla şahlanır. İki gol kaydeden ihtiyar kurt takımına çeyrek final biletini alır. Her golden sonra da saha kenarında kalça kıvırtmasıyla rakiplerini temelli kahretmektedir. Açıkçası o yılların Mori Kante imzalı hareketli Afrika şarkısı Yeke yeke’nin de kulaklarda olduğu akıllara gelebilir. Milla, dünya kupası atmosferinde bu güzelim parçaya ritim basar gibidir. İşin ilginç yanı şampiyona öncesinde Nepominachi yaşlı oyuncuyu takıma almak istemez. Ancak Kamerun hükûmetinin müdahalesi ile Milla kadroya alınacaktır.
Çeyrek finalde Kamerun’un İngiltere’yi elemesi en büyük arzumuzdur. Ne çare ki, yüz yirmi dakikalık mücadele hevesimizi kursağımızda bırakır. Aslında her şey güzel de gitmektedir. Kamerun 2-1 öne geçer. Amma velakin İngilizler iki penaltı golüyle canlarını zor kurtarırlar. Yine de Afrika’dan dünya kupasında çeyrek final gören ilk takım olan Kamerun anılardaki yerini alır.
Şampiyonanın renkli takımlarından biri de Yugoslavya olmaktadır. Henüz soğuk savaş dönemi sona ermiş değildir. Dolayısıyla doğu bloku hükmünü sürdürmektedir. Bu durum futbola da yansımaktadır. Farklı cumhuriyetlerin kaliteli oyuncuları bir aradadır. 1991’de Kızılyıldız’ın kulüpler düzeyinde aldığı Avrupa ve dünya şampiyonluğu Yugoslav futbolunu uluslararası düzeyde son kez taçlandırır. Nitekim 1992’de iç savaş arefesinde parçalanma nihai seviyesini alacaktır.
Yine, 1991’de ilginç bir gelişme de basketbolda yaşanır. Yugoslavya’nın yıldızlar karması Drazen Petroviç önderliğinde dünya şampiyonluğu kazanır. Maçın bitimiyle birlikte provokasyon ihtimalini de akla getiren bir olay cereyan eder. Tribünlerde bir Hırvat seyirci Hırvat bayrağı dalgalandırır. Sırp basketçi Divac bayrağı seyircinin elinden alıp yere çalar. Bunu yapan, takımdaki Hırvat oyunculardan biri olsa bi derecedir. Takım oyuncuları birbirlerine girerler. Ve Yugoslav sporcular birlikte gittikleri turnuvadan ayrı ayrı gruplar halinde dönerler. Politikanın ve şüphesiz en çokta Sırp siyesetinin en büyük darbelerinden biri de sporda yaşanmaktadır. Birlikte büyük başarılara imza atan farklı kökenden sporcular da parçalanmadan nasiplenirler.
Geri dönüp baktığımda, 1980’de Tito’nun ölümü üzerine yazılmış bir yazının başlığı aklıma geliyor. “Tito’suz Titoizm Yaşayacak mı?” Evet, Hırvat kökenli Tito savaş sonrası Yugoslavya’yı idare eden bir siyasal liderdir. Doğu batı bloklaşmasına karşı üçüncü dünya kavramı en çokta Hintli lider Nehru ile onun damgasını taşır. Diktatör müdür? Elbette. Soğuk savaş döneminin şartlarında hem Amerika ve batı dünyasına hem de Sovyet komünizmi gibi dominant bir rejimin hayat alanına mesafeli kalabilmek başka türlü mümkün olabilir miydi acep?
Tito’dan sonra ki yıllarda Sırp milliyetçiliği gibi saldırgan bir motifin nasıl bir vahşet rejimi geliştirdiği gerçeğinin de mukayesede belirleyici unsur teşkil etmesi gerekmez mi? Milosevic, Arkan ve Karadziç gibi dişleri tırnakları sökülmemiş caniler seri katilin politik formasyon kazanmış olanı değil midirler? Hitler ve Stalin misali bu tip siyasal kişiliklerin tahlil edilmesinde de Erich Fromm’un “İnsandaki Yıkıcılığın Kökenleri” adlı eseri her daim muhakkak bir laboratuvar vazifesi görecektir. Nihayet bu insanlık dışı siyasal kişiliklerin insanlık vicdanında açtıkları yaralar her dem gündeme gelecektir.
İşte bu eski Yugoslavya’nın futboldaki son önemli başarılarından biri 1990 dünya kupasında gerçekleşir. Çeyrek finale yükselen takım Maradona’lı Arjantin karşısında yarı finali penaltılarla kaybeder.
Dünya kupasının devi ise hiç kuşkusuz Franz Beckenbauer liderliğinde panzerler olmaktadır. Beckenbauer “Kaiser” kimliğini bir kez daha perçinler. Başarıda özellikle Lothar Matthaus ve Andreas Brehme aslan payına sahip olmaktadır. Matthaus’un orta alan oyuncuğuna Brehme’nin ise kanat oyunculuğuna kazandırdığı derinlik ve kişilik unutulmaz. Elbette çeyrek finalden itibaren penaltıların Almanya’yı şampiyon yaptığını da göz ardı etmemek gerekir. Çek takımını Matthaus’un penaltı golüyle geçen, geçebilen panzerler yarı finalde İngiltere’yi de penaltılarla ancak elerler. Final ise gol yönünden o güne kadar ki en kıraç turnuvayı karşımıza çıkaracaktır.
Son dakikalarda kazanılan penaltı için topun başına Brehme’nin gelmesi de enteresandır. Şu kadar ki, Alman takımının penaltıcısı Matthaus o esnada sahadadır. Ancak Arjantin kalecisi Goycechea’da kelimenin tam anlamıyla bir penaltı katilidir. Bu en kritik penaltıyı gole çevirmek açıkçası meşakkatlidir. Demem odur ki; bir penaltı golünü atmanın bile kahramanlık anlamı kazanacağı bir an vardır.
Nasıl, süper bücürü mü unuttuk? Asla, Maradona’yı es geçmek ne mümkün? Arjantin’i finalist yapan başlıca dişli kaleci Goycechea ile birlikte Maradona’dır. Bu kez eliyle gol attı mı? Hayır, ama Sovyet Rusya’ya karşı kendi kale çizgisinden eliyle top çıkartacaktır. Ve hakem bunu da yer şerefsizim yahu. Artık Maradona’nın okeyde iyi taş çalacağı tescil olmaktadır. Peki, yedi sekiz oyuncuyu geçip gol attı mı? Hayır, ama Brezilya’ya karşı Caniggia’ya öyle bir gol attırdı, dudak uçuklatır. Tek kale oynayan Brezilya son dakikalarda yine Arjantin kalesine yüklenmektedir de Maradona kaptığı topla birlikte taç çizgizine kaçar ve üç savunma oyuncusunu birden oyundan düşürerek Caniggia’yı kaleciyle baş başa bırakır. Ondan sonrasını Tafi’den dinlememiz gerekmez mi?
Evet, bir kez daha futbolu sosyo ekonomik, sosyo politik eksenden bağımsız okuyamayacağımız anlaşılıyor. Bir dünya kupasının tadını yudum yudum çıkartmak mümkündür de sosyal bilimlerin neşterinden nasibini alması da futbolun lezzetini katlayacaktır kanımca.
-SON-
L.T.
NOT: Kolombiya’lı eski kaleci Rene Higuita’nın akrep tarzı kurtarışını simgeleyen bir illüstrasyon...