Yavaşlamayı Denemeli
İnsan arada bir dinlenmeye çekilebilmelidir. Kendini dinlemeli ve kendisiyle hasbıhal edebilmelidir. Bir duvara gri bir leke gibi yasalanmalı, terli kasketi dizine koyup dinlenmeli, bir buluta, bir yamaca dayanmalı, bir ağaca… bir dağı dinlemeli; bir lahitte olduğunu kalın sesli bir tenorun tınısında düşlemeli, bir vadi düşünmeli; derininde bu vadinin yazları kuruyan erken sonbaharlarla yeniden çağlayan bir dere düşünmeli, o da olmadı akşamları en azından bizi bize çağıran bir iki kitap okumalı, birkaç edebiyat dergisi takip etmeli, okuma ile yavaşlamayı denemeli…
Adam, sabah namazına kalkıyor kalkmasına, ama çok yorgun, öğle namazını vaktinde kılamıyor. Farzları kılarken göçebe bir çoban gibi acele ediyor. Vakitler dar geliyor… “Saçlar ah bu saçlar neden erken ağardı” diyor, daha ona ağlayacak, ama henüz ağlamaya zaman bulamıyor. Not defterine ne zaman kendi haline ağlayacağını not alıyor. Ama nafile acelesi var. Koşar adım uzaklaşıyor evinden. Eşi telefon açıyor peşinden, “herif!” diyor “çocuk ödevlerini yapmıyor, öğretmeni toplantıda beni rencide ediyor” diyor. “Akşam eve erken gel de bu çocuklarla ilgilen” diyor. Büyük oğlunun da saçını uzatmak istediğini, okulda onun da sorunlarının olduğunu, rehber öğretmeninin çocuğun aşık olabileceğinden şüphelendiğini söylüyor. Bugün çocukların okuluna uğrayıp onunla bir ilgilenmesini istiyor. Karısının deyişiyle; herif tamam diyor; ama nafile, defterine not almadığı için unutuyor.
Ece Ayhan’ın da dediği gibi “bir gemici tanırım, kalbini bir limanda bırakmış, ya kaybolursa ağlıyor çocukluğundaki gibi daha kalbini almaya gidecek” Adam arabayı sert kullanıyor. Kendine bakmıyor, dişlerini fırçalamıyor, vücudunu hor kullanıyor. Doktora gitmiyor kaç gündür öksürdüğü halde. Çalıştığı devlet dairesinde göze girmeye çabalıyor. Yeni amirlere yeni numaralarını sunarak gözde olmaya çabalıyor. Amirlerinden ufak da olsa övgü ya da buna benzer jest ve mimikler algılayınca bunları kendi hesabına büyüterek evdekilere, kahvedeki arkadaşlarına sürekli ısıtıp anlatıyor. Oysa zaman geçiyor, adam yaşlanıyor. Bıyıklarını ikiye ayıran beyaz teller beliriyor, ama adam halen dişlerinin neden sızdığını düşünmeye zaman bulamıyor.
Aras Irmağı; her şeyimizi, Alagöz Rüzgârı ile anlaşmışçasına alıp neft kokulu Hazar Gölü’ne doğru kaçırıyor. İnsan evde, işte, arabada yedek eşyalarını ya da atmaya kıyamadığı eski şeylerini saklamaya, belki de bir daha kullanmamak üzere saklamaya meyilli iken bu Aras Irmağı hiç bir şeyimizi geride saklamamıza izin vermiyor, almış götürmüş oluyor. Anneme bir kaç paket çamaşır mandalı karşılığında ansiklopedilerimizi alıp götüren eskicilere benzetiyorum bu zaman hırsızını… Iğdır Ovası’nın, Ağrı Dağı’nın bütün iklimlerini her mevsim elifi elifine toparlayıp götüren Aras Irmağı’na kızıyorum bu yüzden… Ondandır yaşlanmam, ondandır gençliğime hasret çekmem, ondandır saçlarımın dökülmesi, omdandır bıyıklarıma beyaz tellerin dadanması…
Bilmem kaçıncı güzle ağlaştık, kaçıncı kışı geride bıraktık, kaçıncı bahar oldu, kaçıncı yazda söğüdün gölgesine oturacağız… Dünkü çocuklar boy attı, okula kaydoldukları zaman boyları masam kadar olan öğrencilerim benim boyuma ulamış, bıyıkları terlemiş…
Biraz yavaşlamayı denemem lazım. Sabah namazından sonra bir kaç dakika sadece kendimi muhasebeye almam lazım. Vakitlerin arasında soluklanmam lazım. Okulun bahçesindeki korulukta öten, kimsenin uzun yıllardır dinlemediği, takdir etmediği o bülbülü dinlemem lazım, çam fidanlarının dibini karıştırıp açmam lazım. Yavaşlamam lazım, hızlı yürüdüğüm için kendi ayak seslerimden başka sesleri duyamıyorum galiba… Yoksa nöbetçi öğretmenler koridorları boşaltmış, dersi boş olan sınıf da yok, bahçede araba falan da çalışmıyor, ee neden sesler gelmiyor kulağıma, ezanları neden takip edemiyorum… Vakitleri neden kaçırıyorum… Bir Aborjin yaşlısı; “siz hızlı olduğunuzdan yağmurda ıslanmayı beceremiyorsunuz” diyor… Oysa ben de mağrip ezanlarına sarılmak istiyorum, vakit sağanaklarında ıslanmak…
Geceleri koyu karanlık ormandan çıkan bir ceylan gibi yüreğim kalabalıktan sıyrılmalı… Ceylan, ancak akşamları orman güvenliğinden kendini ayırabiliyor. Yakınlardaki göle iniyor, su içmeye iniyor. Ormanın güvenli karanlığından ancak gece çıkabiliyor. Su içerken bir kulağını geriye doğru iterek arkadan gelebilecek tehlikenin ayak selelerini takip etmeye bir yandan da su içmeye çalışıyor. Aras Irmağı’nın benden alıp götürdüğü, Hazar Gölü’ne taşıdığı gençliğimi geri almak istiyorum… Gür saçlarımı, sedef dişlerimi istiyorum. Bir ilmek at dileğime, ipine sarılayım, al dinlendir beni katında…
Adam nafile arzulara sahiptir. Kendisi de bilir, bunların yerine getirilemeyecek istekler olduğunu, ama eski bir dostunu buldu mu, yıllar önce kaybettiği babası için ağlar uzun uzun. Ayağı taşa gelse gene öyle, mahzun, yarasını dostuna gösterir gibi… Ben göçebe bir kültürün kalıntısı, ben ancak kabristanda dinlenecek olan… Şair; bir kurgan üzerindeki yazıtta şunları okuyor bana “göçer bir kültürün fertleri ancak bu kurgan* da dinlenebilir”…
* Göçebe kültürlerde olan taş ya da pişmiş topraktan lahit…
Mustafa ALAGÖZ
YORUMLAR
Hepimiz o kadar alıştık ki koşmaya ve kendi ayak seslerimizi duymaya yürümeyi unuttuk.
Koşarken zamanın da nasıl hızla akıp geçtiğini fark edemedik. İnsanın ara sıra durup etrafına gerçekten görerek bakması ve soluklanması gerek. Bunu hepimizin yapması gerek aslında.
Çünkü koşarken neler kaçırdığımızın farkında olmuyoruz çok zaman.
Güzel bir anlatımdı, emeklerinize sağlık.
Hayırlı bayramlar dilerim...
s.eyyubi
her yazar az çok kendini ünler, kendini tekrarlar. bu telaşe hepimizin telaşesidir. bir aralık duraksamayı hepimiz istiyoruz aslında. ama nasıl yapacağız, ne dünya bizi rahat bırakır ne biz dünyayı...
bayramınızı tebrik ederim.