Aziz
Romalılar gideli çok, Büyük Viking İşgali biteli az olmuş, katedral daha dikilmemiş, şehit Becket daha doğmamış, Kent henüz Canterbury olmamıştı. Katedralin yerinde çok eskilerde bir pagan türbesi olarak yapılan şimdiyse teslise hizmet eden küçük bir şapel vardı. Şapelde ise John adında ihtiyar bir rahip yaşıyordu. Huysuz bir ihtiyardı fakat huysuzluğu tamamen ihtiyarlıktandı. Çocuk gürültüsü ve yetişkinlerin lakırdısı iyiden iyiye canını sıktığından çoğu zaman şapelden çıkmıyor, gününü ibadet ve uykuyla geçiriyordu.
Yine böyle bir paskalya sonrası uzun uzun ibadet ettiği bir gecenin sabahında kuş cıvıltılarıyla uyanıp şapelin bahçesine çıktı. Epeydir yağmurlu giden hava bugün yerini güneşe bırakmış, ufka kadar pırıl pırıl olmuştu. Keyfi az da olsa yerine gelmişti. "Bugün kimse canımı sıkamaz" diyerek şapelin bahçesindeki taşlardan birine oturarak sırtını doğuda henüz yükselmekte olan güneşe döndü ve rutubetten sızlayan kemiklerinin ısınmasıyla iyiden iyiye gevşedi. Gözlerini kapattı ve çiçek kokularının da etkisiyle az sonra bir şişe böğürtlen şarabı içmiş gibi hafif hafif uyukluyordu. Hatta o anda rüya gördüğüne yemin bile edebilirdi. Ta ki şiddetli şekilde sarsılıncaya dek...
John sarsılmanın etkisiyle yere kapaklanmış, elini gözüne siper ederek başında dikilen on altı-on yedi yaşlarında ve biraz da safçana görünen çocuğa ters ters bakıyordu:
-Ne oluyor?
-Rahatsız ettiğim için beni affedin peder.
-Kimsin? Ne istiyorsun?
-İsmim Malachi, buraya hizmetinize girmeye geldim.
-Malachi mi? Bu nasıl bir isim böyle? Hem benim kimsenin hizmetine ihtiyacım yok!
-Yamağınız olacağım müsaade ederseniz.
-Aptal mısın çocuk? Söylediğimi anlamıyor musun? Hizmetine ya da yamaklığına ihtiyacım yok, beni rahat bırak!
-Efendim sizin gibi bir tanrı hizmetkarına böyle sözler yakışmıyor. İzin verin hizmetinize gireyim. Bakın ta Drogheda’dan buraya türlü zorluklarla geldim. Babam artık bana bakmayacağını, gidip ismime yaraşır bir şeylerle uğraşmamı söyledi.
-Yaa... Neymiş senin ismine yaraşır şeyler?
-Efendim ismim Tanrı’nın Elçisi anlamına geliyormuş. Babam vermiş bu ismi. Sanırım önemli biri olmam için gönderdi beni. Ben de böylelikle gördüğüm tüm kiliselere sorsam da hepsinden kovuldum. Ama şehrin girişindeki çocuklar sizin bir yamağa ihtiyacınız olduğunu söylediler. Hatta bunu kabul etmeyecek kadar inatçı ve ahmak olduğunuzu, yakında kendi dışkınızda boğulacağınızı söylediler.
-Demek öyle dediler haa, gösteririm onlara. Ama önce senin hakkından geleceğim seni tanrının cezası veled. Senin de, babanın da, isminin deee...
John böyle söyleyerek öfkeyle şapelin içine daldı ve eline geçirdiği haç şeklindeki metal şamdanı Malachi’nin sırtına indirdi. Malachi dört ayak üzerinde tökezleyerek kendini bahçenin dışına attı. İnleyerek sırtını ovuşturdu ve John’a döndü:
-Ne yani şimdi yamak aramıyor musunuz?
-Bak hala konuşuyor defol dedim!
-Peki ben şimdi nereye gideyim peder?
-Bu bahçe dışında nereye gidersen git. İstersen cehennemin dibine git.
-Peki peder teşekkürler. Size iyi günler dilerim.
-Defol...
John öfkeden kendini kaybetmişti. İçeri girip bir bardak su içti ve sakinleşmeyi bekledi. O yaşta bir çocuğa aşırı tepki vermişti. Ama yaşlandıkça tahammülü de pek azalmıştı. Ayrıca o çocuk da öyle aptal sorular sorup insanı delirtmeseydi. Bir rahiple nasıl konuşulacağını bilmeliydi. Dışkı da boğulma kısmı aklına geldi, yeniden öfkelendi. Oturup İncil’den Acta Apostolorum bölümünü açtı. "Rab, sizleri kötü yollarınızdan döndürüp kutsamak için kulunu ortaya çıkarıp önce size gönderdi." kısmını görünce canı sıkıldı, kitabı kapattı ve yattı.
John geceden kalan uykusuzluğu ve can sıkıntısıyla o öğleyi ve öğleden sonrayı uykuda geçirdi. Uyandığında güneş çoktan portakal rengine dönmüş, batı surlarına yaklaşmıştı. Ağrıyan şakaklarını ovdu ve bir müddet boş gözlerle taştan zemini izledi. Sonra bir süredir dışarıdan gelen ve anca farkına vardığı seslere kulak verdi. Taşların birbirine vurma seslerine benziyordu. Güçlükle doğrularak bahçeye çıktı. Etrafı kolaçan ederken şapelin doğu tarafında gördüğü manzara hem hayret etmesine hem de kanın yine beynine sıçramasına neden oldu. Bu sabahki çocuktu. Hem de şapel bahçesinin diğer tarafına taş taşıyor, bir yandan onları düzeltip çamurla sıvayıp bir şey inşa ediyordu. Yapı şimdiden yerden bir kaç ayak yükselmişti. John ağzından tükürükler saçarak haykırdı:
-Ne halt ettiğini sanıyorsun seni ahmak?
-Aaa, tünaydın peder. Taş sesleri yüzünden sizi uyandırmış olmalıyım. Ama merak etmeyin en kısa sürede bitecek.
-Hayır bitmeyecek, ben sana defolup gitmeni söylemedim mi?
-Evet, bu bahçe dışında nereye gidersen git dediniz. Burası sizin bahçenizin dışı. Ayrıca sordum kimseye de ait değilmiş. Burdan ötesi deniz ve benim başka gidecem bir yerim yok ve artık yürümekten çok yoruldum. O yüzden kendi kilisemi inşa ediyorum.
-Tanrım bana sabır ver. Kendi kilisesiymiş. Yok mu şu kafire haddini bildirecek ahali heeeyy!
-Kafir mi? Kutsal Meryem adına ben doğuştan tam bir hristiyanım peder.
-Heeey, koşun susturun şu ahmağı...
Gürültüleri duyan halk bir anda şapelin çevresine toplandı. Devriye muhafızlar da kalabalığı yararak geldi. Muhafızlardan biri söze girdi:
-Ne oluyor peder, niye ortalığı velveleye veriyorsun.
-Görmüyor musun evlat. Bu kutsal alanın yanına kendi kafir kilisesini kuracağını söylüyor.
-Tanıyor musun bu çocuğu?
-Hayır ilk kez görüyorum.
-Hey çocuk gel buraya. Ne oluyor, pederin dediği doğru mu?
Malachi gülümseyerek muhafıza yaklaştı:
-Evet efendim, doğru.
-Yani suçunu kabul ediyorsun.
-Başımı sokacak bir yerim yok efendim. Ben de buraya hem barınacağım hem de ibadet edebileceğim bir yer yapmak istedim. Kimseye rahatsızlık vermem yemin ederim.
-Dur bakalım şehir duvarları içinde öyle istediğin yere bir şey yapamazsın. Önce Kent Şerifi’nden izin almalısın.
-Peki efendim ne isterseniz yaparım. Hemen geliyorum.
Malachi o anda arkasını dönüp terden ıslanmış olan tuniğini üzerinden çıkardı ve heybesinden başka bir tunik almak üzere yere eğildi. O esnada kalabalıktan bir kadın "Sırtına bakın!" diye bağırdı. Sırtında kocaman bir haç şekli vardı. Bir anda kalabalık arasında gürültü arttı. İstavroz çıkaranlar, dua edenler ve diz çökenler oldu. Kadınlardan biri çocuğun sırtına nazikçe dokunup sordu:
-Sırtına ne oldu çocuğum?
-Bilmiyorum efendim.
-Yüce İsa...
Bu manzarayı gören Rahip John bir kahkaha patlattı:
-Kesin şamatayı. Bunu ona ben yaptım. Şimdi de durumdan faydalanmaya çalışıyor.
Muhafız araya girdi:
-Çocuğu tanımadığınızı söylemiştiniz peder.
-E-evet tanımıyorum. A-ama sabah gördüm ilk, sırtındaki benim vurduğum şamdan yüzünden olmuş olmalı.
Kalabalık homurdanmaya başladı. Az önce Malachi’nin sırtına dokunan kadın John’a çıkıştı:
-Ne yani küçük bir çocuğa demir şamdanla vurduğunu mu söylüyorsun? Tanrı aşkına ölebilirdi. Bir rahip neden böyle bir şey yapar? Muhafızlar bu bir suç değil mi?
Kafasını kaşıyan muhafız tereddüt ederek konuştu:
-Çocuk size vurdu mu peder?
-Hayır...Ama sabah sabah bir şeyler saçmaladı.
-Yani size vurmayan birine, hem de bir çocuğa onu öldürebilecek bir aletle vurdunuz öyle mi? Sanırım... Evet... Bu yaptığınız suç peder. Sizi Şerif gelene kadar tutuklamalıyım.
Kalabalıktan da destek seslerinin arttığını gören John şaşkınlıktan bir süre bakakaldı. Ne yapacağını bilemedi. Sonra telaşla tekrar lafa girdi:
-Tamam tamam! Yüce tanrım beni affetsin. Bu çocuğu burdan def etmeniz için size küçük bir yalan söyledim. Lütfen affedin. Bu yalan için kendimi cezalandıracağımdan emin olabilirsiniz. Ayrıca çocuk da kalabilir. Lütfen ahali olayı büyütmeye gerek yok dağılın. Sevgili Matthew seni ben vaftiz ettim unuttun mu? Bunu Şerif’e yansıtmaya gerek yok.
Muhafız kalabalığa dönerek sordu:
-Ne diyorsunuz pederi bu küçük yalandan dolayı asacak değiliz değil mi?
Kalabalıkta az sayıda homurdanma olsa da herkes başını salladı. Kendi aralarında konuşmaya başladılar. Muhafız bu kez Malachi’ye döndü:
-Sen ne diyorsun çocuk?
-Benim pederden bir şikayetim yok efendim.
-O halde burada bir sorun kalmadı. Herkes dağılsın. Hadi, tamam, bitti dağılın. Hey çocuk, sen de beladan uzak dur.
-Emredersiniz efendim.
Kalabalık dağılırken her biri çocuğun sırtına, saçına dokunarak, yanaklarını okşayarak ayrıldı. John ise öfkeli bir şekilde kendini şapele kapattı. Taş sesleri ertesi sabaha kadar sürdü. Sesleri duymamak için kulaklarına birer parça kumaş parçası tıkadı. Yine de bunun çok işe yaradığı söylenemezdi.
Öfke ve tıkırtılar yüzünden yine uykusuz geçen bir gecenin ardından John ertesi gün öğleye doğru uyandı. Etrafı dinledi. Herhangi bir tıkırtı gelmiyordu. "Tanrım umarım gitmiştir" diyerek yerinden fırladı. Dışarı çıktığında gördüğü manzara karşısında dili tutuldu. Şehirdeki kadınlar Malachi’ye yiyecek ve giyecek getiriyorlardı. Gelenler sırtındaki haçı görmek istiyorlar, gördüklerinde istavroz çıkarıp dua ede ede gidiyorlardı. İyice öfkelenen John buna artık bir son vermesi gerektiğini düşündü. Tarifini kimseye söylemediği bir merhemi vardı. Bunu çocuğa verir de çocuk sırtına sürerse morluklar iyileşir, böylelikle bu cahil halkın dikkatini çeken durum da ortadan kalkardı. Böyle zeki olduğu için kendisiyle gurur duydu. Hava kararana kadar sabırsızlıkla bekledi. Herkes dağıldıktan sonra John, Malachi’nin kapısına gitti. Aslında bir kapı yoktu. Sadece küçük bir odaya giriş için eğilerek girilebilecek bir oyuk vardı. Kafasını içeri uzatarak seslendi:
-İyi geceler çocuğum, rahatsız etmedim ya?
-Hayır peder buyrun. Ben de tanrıya bu insanları bana gönderdiği için dua ediyordum.
-Güzel güzel, dua önemli. Dün olanlardan dolayı üzgünüm o yüzden seninle barışmak istiyorum. Bunu sana getirdim.
-Nedir bu peder?
-Çok özel bir ilaç, kimseye söylememiştim, ilk defa sana veriyorum bak. Bunu iki eline bolca alıp sırtına süreceksin. Acını, sızını alacak.
-Önemli değil peder, sizin gibi kutsal işle uğraşan birisinin vurduğu yerde gül biter.
-Yok yok, sen bir an önce şundan biraz al ve iyi sür.
Malachi merhemden eline bolca alarak iki eline sürdü ve sırtını güzelce ovdu. John’a da çok minnettar olduğunu, bunun karşılığını ödeyemeyeceğini söyledi. John sakallarının arasından kıs kıs gülerek çıkarken kapıya genç bir kız geldi. Önce pederin önünde eğildi, sonra da Malachi’nin önünde diz çöktü:
-Efendim sizin Tanrı’nın Elçisi olduğunuzu söylüyorlar doğru mu?
-Ha-hayır, yani ismimin anlamı öyleymiş ama ben öyle değilim.
-Herkes mucizelerle dolu olduğunuzu söylüyor. Lütfen efendim, yüzüm çok çirkin ve yaralarla dolu, benim için dua eder misiniz?
-Be-ben ederim ama benim öyle bir mucizem yok. İsterseniz peder bey burada ondan rica edin.
-Hayır daha önce peder bey dua etmişti. Şimdi de sizden istiyorum lütfen dua edin, en azından mucizevi ellerinizi bir kez yüzümü değdirin.
John kıs kıs gülmeye devam etti ve arkasını dönerek yürürken kıza seslendi:
-Ben olsam çok ümitlenmezdim kızım.
John bahçe kapısını kapatırken, Malachi ellerini genç kızın yüzüne kapatmış dua ediyordu.
Ertesi gün öğle üzeri John dışarıda çığlıklar duydu. Hemen merakla kendini dışarı attı. Malachi’nin kapısında yine bir sürü genç kız vardı ve içlerinden çığlık çığlığa bağıran dün geceki kızdı. Kız Malachi’nin ellerini öpüyor, daha şimdiden yüzündeki kızarıklıkların geçmeye başladığını ve çıban gibi yaraların kurumaya başladığını söylüyordu. Bu nasıl olabilirdi. John düşünürken bir anda aklı başına geldi. Tabi ya, merhem, kendi merhemi, merhemli ellerini kızın yüzüne sürdü. "Seni küçük düzenbaz velet, benim merhemimle burada mucize dağıtıyorum diye geziyorsun. Şimdi foyanı ortaya çıkarayım da gör" dedi demesine de, bir anda olduğu yerde çakıldı kaldı. Bu merhemi kimseye göstermemesinin sebebi, bu tarz ilaçlarla uğraşanların cadılıkla suçlanmasıydı. Şimdi bunu söyleyerek kendini ele verirse, akıbetinin ne olacağı meçhuldü. Sıkıntıyla kafasını kaşıdı. Çocuğun merhem yaptığını söylese, bunu da ispat edemezdi. İyice küplere binmiş bir şekilde şapele geri döndü.
John artık iyice kafayı Malachi’yi buradan göndermeye takmıştı. İbadetlerini bile aksatıyor, sabah akşam ne yapabilirim diye düşünüyordu. Sonra aklına geçen sene değirmenci William’ın başına gelenler geldi. William buğday çuvallarını taşırken yanlışlıkla bir tanesi kapısının önünde patlamış, bütün buğday yere dökülmüştü. William buğdayları toplayana kadar kargalar buğdaylara üşüşüp yemeye başlamıştı. William panikle sopayla bunları kovalamış, hatta bir tanesini yaralamıştı. Bunun üzerine bu kindar yaratıklar bir karga ordusu toplayarak günlerce William’ın evinin başında nöbet tuttular ve ne zaman kafasını çıkaracak olsa William ve ailesini gagalayıp, üzerlerine pislediler. Bu olay tüm çevrede o kadar yayıldı ki, William tası tarağı toplayıp kimseye söylemeden şehirden ayrıldı. O günden beri kargalar da görünmedi. Şimdi bunu Malachi üzerinde deneyecekti. Hemen mutfaktan küçük bir çuval buğday alarak Malachi’nin kapısına gitti ve seslendi:
-Merhaba çocuğum.
-Buyrun efendim, hoş geldiniz.
-Herkesin sana yardım ettiğini görüyorum, benim durumum pek iyi değil ama elimde ne varsa getirdim işte, ister değirmene götür öğüt, ister sat.
-Efendim sizin hakkınızı nasıl öderim bilemiyorum, sizin Tanrı’nın bir lütfu olduğunuzu daha ilk gördüğümde anlamıştım.
-Sağol, sağol, al buyur.
John tam çuvalı Malachi’ye uzatırken yanlışlıkla elinden düşürdü ve çuval oracıkta patlayarak bütün buğday dışarı aktı. John üzülmüş gibi görünerek kafasını eğdi. Malachi John’un omzuna dokundu:
-Üzülmeyin peder, ben şimdi onları toplarım. Bir tek taneyi bile ziyan etmem.
John kafası eğik bir şekilde şapele döndü ve Malachi’nin evinin gözetlemeye başladı. Az sonra tek tük kargalar evin tepesine tünediler. Daha sonra daha fazlası geldi ve buğdayları didiklemeye başladı. Malachi telaşla evden çıktı. Birazdan kargalara dalaşır ve belasını bulurdu. Malachi tekrar eve girdi, elinde bir şeyle çıktı ve kargalara atmaya başladı. Kargalar buğdayı bırakıp bunlara yöneldiler. Malachi aceleyle yerdeki buğdayı toplayıp oradan ayrıldı. John hemen evden çıkıp kargaların ne yediğine bakmak için yaklaştı. Yerden bir parçasını aldığında bunun kadınların getirdiği peynir olduğunu gördü. O sırada kargalardan biri John’a saldırarak elindeki peyniri aldı ve şapele kadar onu kovaladı.
Akşama doğru John’un kapısı çaldı. Gelen Malachi’ydi. Elinde beze sarılmış sıcacık ekmekler vardı.
-İyi akşamlar efendim.
-Ne var, ne istiyorsun?
-Efendim siz gidince kargalar buğdaya musallat oldu. Ben de kadınların getirdiği peyniri feda etmek zorunda kaldım. Ama sizin buğdayınızı heba etmedim. Değirmende öğütüp, ekmek yaptırdım. İkimize de bol bol yetecek ekmek çıktı.
-İstemez, beni rahat bırak.
-Lütfen efendim. Israr ediyorum.
-İstemez, dedim.
Bunu söylerken Malachi’yi sırtından itmek için bir kaç adım dışarı çıktı. O anda sabah ki karga gaklayarak üzerine hamle yaptı. John telaşla koşarak içeri girdi ve kapısını kilitledi. Malachi ekmekleri John’un kapısına bırakıp evine döndü.
John kendini iyi hissetmiyordu. Malachi’den kurtulmak için yaptıklarının hepsi kendi başına dönmüştü. Gerçekten Tanrı’nın bir elçisi olabilir miydi? Eliyle kafasına vurdu. Bu saçmalıktan başka bir şey değildi. Cahil halk zaten böyle saçmalıkları yüceltmek için fırsat kollardı. Eğer Tanrı’nın bir hizmetkarı olmasaydı, Malachi’yi bir güzel benzetirdi. Tabi bir de elli yaş kadar genç olsaydı. Şu veledin ihtiyar kendi halinde bir rahibi düşürdüğü duruma bak diye düşündü kendi kendine. Hafiften yağmur çiselemeye başladı. Çatıdaki pıtırtılar eşliğinde uykuya dalarken, "umarım hasta olur geberirsin" diye geçirdi içinden.
Bol kabuslu ve rahatsız bir uykudan sonra John ertesi gün öğlene doğru güçlükle gözlerini açtı. Rutubetten bütün kemikleri sızlıyordu. Yataktan ağır ağır doğrularak pencereye gitti. Karga etrafta görünmüyordu. Malachi’nin evine baktığında yine bir kalabalık gördü. Kapıyı açıp kuşkulu gözlerle çevreyi süzdü. Karganın olmadığına emin olduktan sonra bahçe kapısına doğru ilerledi. Bir an duraksadı. Gördüğüne inanamadı. Kalabalık Malachi’nin evinin etrafında mum yakıyorlardı. "Bu düpedüz kafirlik artık" diye öfkeyle kalabalığı yardı ve tam ağzını açacakken bir anda donakaldı. Malachi’nin doğu duvarında bir Meryem silüeti vardı. Malachi silüetin önünde diz çökmüş ağlıyor ve dua ediyordu. Çevresinde de insanlar hep bir ağızdan dua ediyor ve mum yakıyorlardı. John bir an ne yapacağını şaşırdı. Bu nasıl mümkün olabilirdi? Hayır bu zeka özürlü çocuk bir elçi olamazdı. Bu silüeti de kendi yapmış olmalıydı. Öfkeyle haykırdı:
-Seni yalancı kafir. Bu kadarı da fazla artık. Söyle itiraf et, kendin çizdin bunu, çabuk itiraf et.
Malachi, John’a yaşlı ve yalvaran gözlerle baktı:
-Hayır efendim, bana da komşular gösterdi. Yemin ederim ben yapmadım. Ben kalem tutmayı bile bilmem.
John artık ağzından tükürükler saçıyordu:
-Sus köpek. Ey ahali haddini bildirin bu kendini bilmeze!
O anda kalabalık John’un üstüne yürümeye başladı. John durumu farkettiğinde telaşlandı:
-Hayır sizi aptallar, bana değil ona haddini bildireceksiniz. Size diyorum. Kaç yıllık Rahip John’u linç mi edeceksiniz yoksa? Gerçekten bu günaha girecek misiniz?
Kalabalık aldırmadan John’un üstüne yürümeye devam etti. Malachi arkadan "Yapmayın!" diye bağırsa da kimse aldırış etmiyordu. John tam arkasını dönüp kaçmaya yelteniyordu ki, kafasını düşen karga pisliğiyle afalladı. Kafasını kaldırdığın karga havada daireler çiziyordu. Kalabalıktan büyük bir kahkaha koptu. John daha fazla rezil olamazdı. Kargaya yumruğunu sallayarak koşarak şapele girdi ve haftalarca bir daha ortalıkta görünmedi.
...
Haftalar sonra Malachi’nin evi bir türbe, bir kutsal mekana dönüşmüştü. Günden güne ziyaretçisi artıyor, Malachi’nin evi hediye ve parayla dolup taşıyordu. Malachi ise bunların hiçbirine dokunmuyor, gelen hediye ve paraların çevre köy ve kasabalara dağıtılmasını istiyordu. Böylelikle halkın gözünde daha da yüceliyordu.
John haftalardır şapelden çıkmadan, tekrar ibadete dönmüştü. Bu yeni yetme ile uğraşmayacaktı artık. Zaten şunun şurasında belki de sayılı ömrü kalmıştı. İncil’in Korintliler bölümünü okuyup kapatırken, kapakta Papalık mührüne gözü takıldı. Bir anda gözleri parladı. Günlerdir şehri saran bu küfür dalgasını bir tek Papa durdurabilirdi. Hemen heyecanla hokkasını, kalem ve kağıdını hazırlayarak, ağdalı bir dille mektubuna başladı. Uzun uzun ve abartılı bir şekilde olanları anlattı. Tabi kendi yaptıklarını es geçmek suretiyle...
Mektubu gönderdikten sonra günlerce heyecanlı bir şekilde bekledi, bekledi, bekledi. Artık bir süre sonra tam umudu kesmek üzereydi ki, Ağustos ayının başında şehre üç atlı geldi. Cübbelerinden, heybelerine, eğerlerinden, yüzüklerine kadar her yanlarından Papalık mührü vardı. Bunu duyan halk şehir merkezine akın etti. Adamlar yorgun olduklarını, kendilerine kalacak bir yer verilmesini ve Rahip John’u görmek istediklerini söylediler. İstekleri derhal yerine getirildi. John apar topar adamları kaldıkları yerde görmeye gitti. Odaya girdiğinde adamlar kendi aralarında tartışıyorlardı. John’u da masaya buyur ettiler. John lafa girdi:
-Hoş geldiniz, şehrimize şeref verdiniz.
-Bizi davet eden sensin değil mi peder?
-Evet, evet... Daha fazla bu duruma kayıtsız kalamadım. Papa’nın sadık bir hizmetkarı olarak duruma müdahale etmek istedim.
-Muhakkak doğru olanı yaptığını düşünüyorum da, geldiğimizden beri halk burada bahsettiğiniz çocuğun aziz ilan edilmesi için ricada bulunuyor. Kendileri çoktan aziz ilan etmişler zaten, Papa’dan da böyle bir girişim bekliyorlarmış, bunun için geldiğimizi düşünüyorlar.
-Asla, asla... Bu çocuk düzenbazın teki, şeytana pabucunu ters giydirecek kadar zeki ve halkın masum duygularını kullanmayı biliyor.
-Pekala yarın göreceğiz. Şimdi biraz istirahat etmek istiyoruz müsaadenizle...
John’un gece gözüne uyku girmedi. Adamlar işinin ehli eğitimli insanlardı. Yarın kesin bu olayı bir nihayete erdirip, bu şaklabanlığa bir son vereceklerdi. Zar zor daldığı uykusunda bir ara rüya gördü. Rüyasında halk doğru yolu gösterdiği için onu omuzlarında taşıyor, onları affetmesi için yalvarıyorlardı.
John sabah erkenden uyandı. Normalden oldukça fazla sıcak bir Ağustos sabahıydı. Saçını, sakalını düzeltip, temiz cübbesini giydi. Bahçeye çıkıp adamları beklerken gözü Malachi’nin evinin etrafındaki kalabalığa takıldı. "Birazdan foyanız meydana çıkınca görürüm sizi" diye içinden geçirdi. Az sonra halkın telaşlı bir şekilde koşturduğunu görünce merakına yenilip o tarafa doğru ilerledi. Bir anda insanların ona doğru öfkeli gözlerle baktığını gördü. Kalabalık bir anda "Yakalayın" bağırışlarıyla üzerine çullandı. John’un "Durun, yapmayın" deyişlerin aldırmadan, sürükleyerek ve hırpalayarak Malachi’nin evinin önüne götürdüler. Evin önüne geldiğinde John gördüğüne inanamadı. Malachi damarları şişmiş, kaskatı bir şekilde yerde yatıyordu. Çevreden sesler yükseliyordu:
-O öldürdü!
-Evet ondan başkası olamaz!
-Zaten her fırsatta nefretini kıskançlığını dile getiriyordu!
-Nasıl kıydın bu zavallıya!
-Sen nasıl bir din adamısın ha!
-Vurun!
-Öldürün!
Tam herkes John’a vurmaya yeltenmişti ki, Papalığın adamları çıkageldi. Herkes sessiz bir şekilde bir çember oluşturdu. John ve Malachi yerde yatıyordu. Halk Malachi’nin Tanrı’nın bir mucizesi olduğunu ve John’un bu mucizeyi katlettiğini haykırıyor. John’un cezalandırılmasını istiyordu. Adamlardan biri eliyle herkesi susturdu. John’u yerden kaldırarak muhafızlara tutuklamalarını söyledi. Halktan iki kişiyi çağırarak Malachi’nin bedenini kaldıkları yere götürmelerini söyledi. Sonra Malachi’nin evini ve Meryem silüetine benzeyen şekli inceledi. İyice kabarmış olan küften biraz örnek alarak çantasına koydu. Muhafızlardan halkı dağıtmasını, gerekli araştırmayı yapınca herkese açıklama yapacaklarını duyurmalarını söyledi. Bunun üzerine halk sessizce dağıldı. O gece duvardaki iyice kabarmış olan Meryem silüeti pul pul döküldü. Halk bunu da mucizenin bitişine yordu.
Üç gün sonra Papalığın adamları halkı şehir meydanında topladılar. John’da elleri zincirli bir şekilde yuhalamalar arasında meydana getirildi. Adamlardan biri halkı susturdu. Sonra konuşmaya başladı:
-Değerli Kent halkı. Papalığın bize vermiş olduğu yetkiyle burada bulunmaktayız. Başka bir amaçla gelmiştik ama Tanrı’nın yazdığı kader gereği üzücü olaylar yaşamış bulunmaktayız. Böylelikle son bir kaç günümüzü bu olayları aydınlatmak için harcadık. Öncelikle Malachi’nin ölüm nedeninden bahsetmek istiyorum. Bu olayın müsebbibi Rahip John değil anormal sıcaklarla ortaya çıkan bir akreptir kardeşlerim. Malachi adlı gencin akrep sokması sonucu vefat ettiğini araştırmalarımız sonucu öğrenmiş bulunmaktayız.
Kafasıyla muhafıza işaret ederek John’un ellerini çözdürdü.
-Gelelim Malachi’nin azizliği meselesine. Tüm anlattıklarınızı ve şahitleri dinledik. Bahsi geçen ve şu an kaybolan Meryem silüetini de gördük. Gerçekten yaşanılan olaylar bir mucize gibi görünüyor, o yüzden sizin haklı haykırışlarınızı duymazdan gelmeyeceğiz. Malachi’ye azizlik ünvanını teslim ediyoruz. Ancak evinde artık silüetten bir iz kalmadığı için evin yıkılmasına ve Malachi’nin oraya defnedilerek sadece dua amaçlı ziyaret edilmesine izin vereceğiz.
Halk bir anda ağlamaya, sızlamaya başladı.
-Son olarak Rahip John’a halkı galeyana getirmek suçundan yirmi sopa cezası veriyoruz. Bundan sonra da burada değil Londra’da hizmet edecek. Yarın buradan ayrılıyoruz. Bu yüzden bir maruzatınız varsa yarına kadar bize iletebilirsiniz, şimdi evlerinize gidip ölen gencin ardından dua edin.
Konuşan adam muhafızlara eğilerek "Fazla canını yakmayacak şekilde vurun" diyerek diğer adamlarla birlikte meydandan ayrıldı.
John sevinse mi, üzülse mi karar veremedi. Garip duygular içerisindeydi. Ayağındaki pabuçları çıkarıp yere uzandı. Muhafız dağılmakta olan halkın önünde John’un tabanlarına göstermelik bir kaç sopa vurdu. Sonra John ayaklarını oğuştururken muhafızların az ileride konuşmalarına kulak misafiri oldu.
-Odalarının önünde nöbet tutarken duydum diyorum ya işte. Çocuğun sırtındaki haç bir darbeyle olmuş. Kendi kendine olan bir şey değil yani. Sonra kızı iyileştirmesini de bir ilaca bağlıyorlar. Zaten çocuk ben bir şey yapmadım deyip duruyordu. Halkın abartması. Dur daha asıl komik olana gelmedim. O Meryem silüeti diye dua ettikleri şeyden bir örnek almış adamlardan biri. İncelediğinde karga boku ve peynire rastlamış. İnanabiliyor musun karga boku ve peynir. Kargalar çok peynir yediğinde ishal oluyormuş ah hah hah haa.... Tabi devamlı rutubetli olan bir duvarda bu dışkı kabardıkça kabardı ve sıcağı görünce de kurudu gitti.
John gayri ihtiyari lafa karıştı:
-Karga boku muymuş o? Az kalsın ben de inanıyordum...
Son.
YORUMLAR
grafspee
Aklıma bir alana kokusunu bırakan kaplanlar geldi. Kim koku konusunda uzmansa diğeri çekip gidebiliyor veya uzaktan izliyor.. çiş savaşları gibi..
Güzel öykü.
grafspee
Eğer Malachi'yi akrep sokmasaydı Allah tam anlamıyla '' Yürü ya Kulum'' Diyecekti ))))
İşin şakası bir yana bizim ülkemiz de dahil pek çok ülkede akıl almaz pek çok mucizeye imza atan azizlerin yaklaşık olarak hepsinin böyle ilginç hikayeleri vardır.
Uzun olmakla beraber bir solukta okudum. Bence daha sık yazmalısın. Çok ara veriyorsun.
Selam ve sevgilerimle.