- 446 Okunma
- 1 Yorum
- 0 Beğeni
Ramazan'da herkese bir 'hal'ler oluyor
Bu yazıya da şuradan başlayalım arkadaşım: Ramazan’ın Kur’an ayı olmasını eskiden biraz ‘eksik’ anlardım. ’Yanlış’ değil de ’eksik.’ Belki de ahirzamanda yetişmiş olmanın bir getirisi. Kapitalist dünyanın körelten bir öğretisi. Birşeyin ayı, sezonu, haftası veya günü olduğunda ahirzaman insanı onun ’kolayca elde edileceğini’ düşünüyor. Kalan herşeyin kenarda bırakılıp ona yoğunlaşılacağını sanıyor. Ramazan böyle bir ay mı? Yok. Tam olarak öyle değil. ’Değil’ çünkü ayı olmakla şeref bulduğu kitap öyle bir kitap değil. Peki ne demek istedim böyle demekle? Onu azıcık izah etmeye çalışayım:
Bir kere daha baştan ’orucun tabiatı’ diye isimlendirebileceğim şey ’sezon anlayışımın’ sırtını yere getiriyor. Zira sezonda ’elde etmeye’ kendimi kasacağım şey için enerjiye ihtiyacım var. Normal(!) dünyada işler böyle yürür. Sana birşeyin ’özel zamanından’ haber verildiğinde türlü idmanlarla ve ulaşabileceğin en yüksek eylemlilikle o günün gelmesini beklersin. Ramazan’da bunu başarmak zor. Çünkü Ramazan, daha başlar başlamaz, eylemsizliğin altyapısını inşa ediyor beden üzerinde. Nasıl? Sahurdan iftara kadar yedirmiyor-içirmiyor. Benim için günün en hareketli saatleri(ydi) bunlar.
Siz nasıl hissediyorsunuz bilemem. Fakat buna yakın olduğunu tahmin ederim: Ramazan’da çenemi açıp insanlarla konuşasım bile gelmez. “Kimse bana birşey sormasa da cevap vermekle uğraşmasam!” diye düşünürüm içten içe. Ki beni tanıyanlar bunun bende ’ne büyük bir değişiklik’ olduğu takdir ederler. Dahası? Okuduğum şeyi anlamakta zorlanırım. Kur’an okurken gözlerimi açık tutmakta zorlanırım. “Bir ayet hakkında düşüneyim!” desem birkaç zayıf teşebbüsün ardından aklım tembellik bulutları arkasına siner. Hatta, bırakınız Kur’an’ın semasını, arzdan herhangi birşey hakkında dikkatimi toplamakta dahi zorlanırım. Öyle ’düşük performans’ bir üreticiyimdir/çalışanımdır Ramazan ayında ben.
Peki, beden şantiyemin ve ruh fabrikamın sahibi Hakîm, tam da sezonun geldiği bir ayda, neden beni bu tür güçlerden mahrum eder?
İşte, tam da bu noktada, yazıya başlarken ifade etmeye çalıştığım ’eksik anlamanın’ izlerini görüyorum arkadaşım. Ben Kur’an’ı da dünyevî birşey gibi algılamakla ilk hatamı yapıyorum. Onu elde etmenin, dünyevî herhangi birşey gibi, ’yeterince güçlü olmakla’ ilgili olduğunu düşünüyorum. O böyle birşey değil halbuki. Onun geldiği yüce makamda insanın ’gücü’ geçer akçe olmuyor. Ya? Oralarda değer bulan şey insanın aczi. Mürşidim de bir eserinde bu sadedde diyor:
“Eğer bir yaşındaki bir çocuğun aklı bulunsa ve ondan sual edilse, ’En leziz ve en tatlı haletin nedir?’ Belki diyecek: ’Aczimi, zaafımı anlayıp validemin tatlı tokatından korkarak yine validemin şefkatli sinesine sığındığım halettir.’ Halbuki, bütün validelerin şefkatleri, ancak bir lem’a-i tecellî-i rahmettir. Onun içindir ki, kâmil insanlar, aczde ve havfullahta öyle bir lezzet bulmuşlar ki, kendi havl ve kuvvetlerinden şiddetle teberrî edip Allah’a acz ile sığınmışlar; aczi ve havfı kendilerine şefaatçi yapmışlar.”
Yani biz, hâşâ, ’katında olmayan birşeyi bağışladığımızdan dolayı’ veya ’gücümüzden dolayı’ veya Onun bir ’Ol!’ emriyle yapamayacağı birşeyi başardığımızdan dolayı Allah katında kıymetli değiliz. Ya? Biz Allah’ın katında ’güçsüzlüğümüzden’ dolayı kıymetliyiz. Benim gibi seküler düzende yetişenler için tuhaf birşey söylediğimin farkındayım. Evet. Normal(!) dünyada artmasıyla kıymetsizleştiren birşeyi kıymetin tek kaynağı gibi anıyorum. Fakat, işte, Ramazan’ın Kur’an ayı olmasını eksik anlamak da buradan başlıyor. Kanaatimce, Ramazan, o ayda Kur’an ’daha kolay elde edildiği’ için değil, o ayda “Kur’an’ın bize bağışlanmasını sağlayan altyapıya/ayarlara tekrar döndüğümüz için” kıymetli.
Yani biz Ramazan’da, tıpkı Cahiliye döneminde ’insanlığın salt akılla hakikate ulaşmakta düştüğü acziyet gibi’ bir acziyete düşüyoruz. Yemiyoruz. İçmiyoruz. Eylemliliğimizi azaltıyoruz. Bu azalış aslında dünyevî/seküler anlamda bir azalış. Ama kulluk açısından öyle değil. Çünkü ancak böylesi bir zemini hatırlamakla Allah’ın üzerimizdeki rahmetini tahattur edebiliyoruz.
Sahurdan iftara aç kalışlar sayesinde mahrum kaldıklarımız gözümüzde kıymetleniyor. Elimizden gelenler azalıyor ve biz de yardıma aç, muhtaç, muntazır, dileniyoruz. Yani bir açıdan bakıldığında Kur’an’ın bize aşılamak istediği şeyi oruçla destekliyoruz. Eylemle değil eylemsizlikle pratiğe döküyoruz. Dilimizle yapmasak bile içimiz haykırıyor. İşte, arkadaşım, sakın unutmayalım. Kur’an-ı Hakîm de böyle bir vakitte bize bahşedilmişti. Demek en büyük bağışlar böyle zamanlarda oluyor. Kalbimizle vuslatını umuyoruz. Âşıkın Maşukunu beklediği yer değişmez. Kapının nereden açıldığını öğrendik. Aynı kapıda bekliyoruz.