Futbolcu Paşa
Rüzgarlı bir sonbahar günü Erzurum’un eski bir mahallesindeydim. Daracık bir yolu çevreleyen eski, yıpranmış Erzurum evleri. Bazı evler terkedilmiş, kendi kaderine bırakılmış halde. Damı çökmüş, sadece dört duvarı kalmış taş evler. Tavanı sağlam olanları da otlar sarmış. Bazı evlerin pencerelerinin korkuluklarına çamaşır ipi serilmiş üzerine renkli renkli çocuk, yetişkin çamaşırları sıkı sıkıya yerleştirilmiş. Bu metruk, terkedilmiş evlerin bazıları mahallenin gençlerinin güvercin besleme mekanları olmuştu. Beyaz, gri veya karışık renkli güvercinler özgürce takla atıyor, sahiplerinin verdiği yemleri hızlı hızlı yiyorlardı.
Şehre hakim bir tepeden bakan bu eski Erzurum mahallesinden ayrılıp bayır aşağı inmeye başladım. Aşağı taraflar şehrin merkezine yakın, eskiyle yeniyi bir arada bulunduran fakat ne tam eski ne de tam yeni denilebilecek bir vaziyette . Bir, iki katlı evlerin yanına dört ,beş katlı dükkanlar kondurulmuş, intizamdan, estetikten, yeşilden yoksun beton hayaletler yığını oluşmuş.
Kaldırımda önüme bakar şekilde yürürken dört katlı bir binanın önünde kömür yığınları arasına oturmuş derin derin sigarasını içine çeken ufak tefek bir adam dikkatimi çekti. Gözleri bir noktaya odaklanmış, dalıp gitmişti. Yüzü yabancı gelmemişti bana. Adama iyice yaklaşıp yüzüne dikkatli bakınca tanıdım. Kömür yığınları üzerinde oturan, elleri yüzü his içindeki bu adam ilkokul arkadaşım Paşaydı. Elimi omzuna hafifçe dokunup:
“Paşa sen misin? “ diye seslendim. Adam yüzünü bana doğrulttu, bir iki saniye baktı. O da beni tanımıştı.
“Erhan,kardeşim ne yapıyorsun burada ? Seni görmek ne güzel tesadüf.”
Elini sıkmak için elimi uzattım. Paşa elinin kirli olduğunu göstererek bileğini öne doğru uzattı. Bileğini sıkıp sırtını sıvazladım.
Paşa daha önce belirttiğim gibi ilkokul arkadaşımdı.70’li yıllarda o zamanın en itibarlı, seçkin okullarından olan İnönü İlkokulunda beş yılımızı aynı sınıfta geçirmiştik. Paşa şimdi olduğu gibi o zamanlar da ufak tefekti ama çok hareketli bir çocuktu. Yerinde duramaz, daima muziplik yapmak isterdi. Fırat en sevdiği arkadaşıydı. Onları daima beraber görürdüm. Kardeşten öteydi arkadaşlıkları. Paşa’nın Fırat’la kovboyculuk oynadıkları bir enstantane otuz küsur yıldır hafızamdan silinmemişti. Paşa, Fırat’ın dudakları arasına bir ip kondurmuş, arkasından deh, deh diye bağırıyor, bir taraftan da elleriyle ipi çekiyordu. Fırat da at taklidini layıkıyla yerine getirmek için kişneme sesleri çıkarıyordu.
Paşa’ya bir gün isminin neden Paşa olduğunu sormuştuk. “Ben paşa torunuyum aslanım” diye cevaplamıştı muzır muzır gülerek. Yüzündeki mimiklerden söylediğinin ciddi olmadığını anlamış biz de gülmüştük.
Yıllar Paşa’yı değiştirmişti. Alnı ,gözlerinin altı çiziklerle dolmuştu. Saçlarının üst tarafı dökülmüş, şakaklarındakiler ise beyazlamıştı. Elleri nasırlaşmış, kırışmıştı. Parmaklarındaki tırnaklar uzamış, tırnak çevreleri kömürle kararmıştı.
“Ne yapıyorsun burada Paşa ?” diye sordum.
“Ne yapayım ekmek parası için kömür taşıyorum. ” diye cevapladı sesinin titremesine engel olamadan.
“ Bu halde beni görmeni istemezdim Erhan. Adım Paşa olmuş ne yazar gördüğün gibi hammallık yapıyorum kardeş. Yazımız, kaderimiz buymuş ne yapacaksın?”
Söyleyecek söz bulamadın o anda. “Üzülme, inşallah düzeltirsin durumunu” tarzında bir şeyler geveledim.
Sigara molası bitmişti. “İşime dönmem lazım, seni gördüm mutlu oldum Erhan” dedi, sonra sigara izmaritini hızla yere fırlattı.
“Çalıştığım yere gel, uzun uzun konuşalım, çay içeriz Paşa” dedim ve bir kağıda iş adresimi yazdım, kendisine uzattım.
“Kısmetse gelirim Erhan”. Paşa daha sonra kömür yığını üzerindeki küreği aldı ve küçük bir çocuğun elindeki çuvala ağır ağır kömür parçalarını yerleştirmeye başladı.
Bu görüşmemizden sonra Paşa’yı bir kere daha gördüm. Yine kömür yığınları üzerindeki hal vardı üzerinde. Dalgın dalgın sadece önüne doğru bakarak yürüyordu.
Birkaç kere seslendim ama duymadığını fark ettim. Dış dünyayla ilişkiyi kesmişti. Bedeni başka bir yerde ruhu başka bir yerdeydi sanki.
İki veya üç ay sonra bir gün işyerimdeki odamda çalışırken kapının çalmasıyla başımı kapıya doğru çevirdim. Gelen oydu. Kalktım, yanına gittim yanaklarından öpüp oturması için koltukları gösterdim. Usulce oturdu. Dışarısı soğuk olmasına rağmen üzerinde eski bir mont vardı. Üşüdüğü belliydi. Kulakları, burnu kızarmış, gözleri yaşarmıştı. Telefon açıp odacıdan çay getirmesini istedim.
Karşılıklı hal ve hatırımızı sorduk. Bir kaç saniyelik suskunluktan sonra söze ben girdim:
“Paşa seni en son gördüğümde bir büfe işletiyordun. Ne oldu sonra?” dedim.
“Erhan ben doksanlı yıllarda bildiğin gibi hem büfe işletiyor hem de Erzurum mahalli ligde futbol oynuyordum. O zamanlar büfeden çok iyi para kazanıyordum. En lüks yerlerde yemek yiyor,en pahalı yerlerden giyiniyordum. Dört beş yıl böyle devam etti. Daha sonra Bursa’nın …İlçesinden transfer teklifi aldım. Erzurum’dan sıkılmıştım. Batıyı görmek, orada yaşamak istiyordum. Dükkanı amcamın oğluna devredip Erzurum’dan ayrıldım.”
O arada çaylarımız gelmişti. Paşa bir parça şeker dudaklarının arasına alarak konuşmasına devam etti.
“ …sporda top oynamaya başladım. Büfenin parasıyla orada bir daire satın aldım. Daha sonra bir de araba aldım kendime. Çok hızlı yaşıyordum. Bursa’ya, İstanbul’a pavyona gidiyor, içiyor eğleniyor, etrafa bolca da bahşiş bırakıyordum.”
“Daha sonra … ilçesinden bir kızla tanıştım. Üç dört ay içinde, daha kızı tam tanımadan kendimi evlendirme dairesinde buldum. Evlendikten ve ikide çocuk yaptıktan sonra hayatım değişti Erhan. Kadın hiç durmadan para istiyor, gerekli gereksiz bir sürü eşya, elbise, altın küpe, yüzük alıyordu. Zamanla düzelir, olgunlaşır diye ben pek üzerine varmıyordum. Bi de kadını çok seviyordum. Kızmak, bağırmak içimden gelmiyordu.”
Paşanın gözleri iyice dolmuştu. Fakat bu üşümeden değildi. Duygulanmıştı.
“Çocuk olursa düzelir diyordum. Hiç fark etmedi. Harcama hırsı artarak devam ediyordu. Aile yaşantım işime de yansıdı. Kendimi işime veremiyordum. Dalgın olmuştum. Bu yüzden antrenörden azar işitiyordum. İyi oynayamadığımdan ilk on birde çıkamıyor yedekler arasında kalıyordum.”
Paşa önüne bakıyor, anlatmaya devam ediyordu.
“Bir maç esnasında birden kendimi yerde buldum. Ayak bileğim ters dönmüştü. O an benim için sonun başlangıcı olmuştu. Peş peşe ameliyatlar, tedaviler…Hiçbiri kar etmedi. Bir daha futbol sahasına dönemedim. Paralar günden güne erimeye başladı. Arabamı sattım. Karım, kızlarımı alarak anasının evine taşındı ve daha sonra boşanma davası açtı. Evimi de onlara bırakıp Erzurum’a döndüm.”
“İşte böyle Erhan. Senin de canını sıktım sabah sabah. Kusura bakma.Yazım böyleymiş.Yanlış bir evlilik yaptım. Elim kırılsaydı da o deftere imzamı atıp evlenmeseydim. Geriye dönüşü yok artık onu da biliyorum.”
“Kızlarını, eşini görüyor musun?” diye sordum.
“ Ne eşimi, ne de kızlarımı yıllardır görmüyorum. Beni hiçbiri istemiyor. Annesi neyse ama kızlarımın benden uzaklaşması, benden yabancılaşması beni çok üzüyor, çok!”
“Nerde kalıyorsun ne yiyip ne içiyorsun Paşa?” dedim.
“Evim, barkım yok Erhan. Çok sevdiğim bir arkadaş var senden iyi olmasın. Küçücük bir dükkanı var.Geceleri oraya gidiyorum. Açılır kapanır bir ranza verdi bana sağolsun. Onu açıp yatıyorum naapiyim. Kışın üşüyorum Erzurum’un soğuğu sen de bilirsin. Hamallık yapıyorum, iş bulursam inşaatlarda amelelik yapıyorum. Ekmek, çay karnımı doyurmaya çalışıyorum.”
İkram ettiğim sigaradan derin bir nefes aldı.
“Düşenin dostu olmuyor Erhan. Futbolcuyken etrafım insanlarla doluydu. Hiç yalnız kalmazdım. Bir ilgi, bir alaka. Şimdi ise hiç arayanım yok. Tanıdıklar beni görünce yüzünü çeviriyor görmemezlikten geliyorlar. Bu insan ne yer, ne içer, nerde yatar soran moran yok. İnsan düşmeye görsün. Hayatın hiçbir anlamı kalmadı bende. Yine de Allaha isyan etmek istemiyorum. Sabrediyorum. Başka çaremde yok. Dua et bana Erhan, senden bunu istiyorum.”
Öğlen olmuştu. Beraberce daireden çıktık, yürümeye başladık. Söyleyecek bir söz bulamıyordum. Tıkanıp kalmıştım. Paşa torunu(!)Paşanın hayatı benim için derslerle doluydu. Allaha daha çok şükretmem gereğini, benden yukarıdakilere değil aşağıdakilere bakmam gerektiğini daha iyi anlamıştım.
Ayrılık vakti gelmişti. Birbirimize sıkı sıkı sarıldık. İkimizin de gözleri dolmuştu. Elimi cüzdanıma attım. İçindeki kağıt paraları saymadan avuçladım, Paşa’nın montunun cebinin içine bıraktım. Cebinden paraları aldı, geri vermek istedi. Ben elini hafifçe ittim. Başını önüne eğdi, cebine baktı. Daha sonra montunun yakasını yukarıya kaldırdı, ceplerine sıkı sıkı sarıldı ve insanın kemiklerine işleyen soğuk havada caddenin karşı tarafına ağır ağır adımlarla geçti.
YORUMLAR
Henüz yorum yapılmamış.