İLKBAHAR VE GELİN...
Müminin sabah namazına kalkması gibi sükûnetle gelerek, bir çocuğun ilk gülüşü ile etrafa şöyle bir göz kırptıktan sonra, ilkbahar üzerine düşen görevi yerine getirmeye başlar. Kışın verdiği güzellikleri görebilen mahlûkatlar için bir problem yoktur. Onların bütün ayları ve mevsimleri karşılayış biçimleri hep aynıdır.
O bir anne gibi şöyle bir etrafına baktıktan sonra sıcacık ve şefkatli gülüşü ile doğaya renk katmaya başlar. İlkbaharın gelişini anlamak için takvim yapraklarına ihtiyaç yoktur. Leyleklerin göç edişini beklemeye de gerek yoktur. Bir gelin gibi süzülüp geldiğinde onu hazır bekleyen toprağın üzerindeki o cansız örtüyü, yüzünde ki duvağını kaldırır gibi kaldırır atar. Başına taç yaptığı çiçekleri hemen etrafına savurmaya başlar. Yer, gök, toprak, bu gelinin geldiğini hemen hissederler. Ve uykudan uyanma vaktinin geldiğini anlayan toprak gerinerek etrafına bakmaya çalışarak hafifçe silkelenir. Toprağın bu silkelenmesiyle böcekler önce paniğe kapılırlar ama küçücük yuvalarında başlarını uzatıp uzatıp çekmekten kendilerini alamazlar.
Büyük bir cesaretle başını yuvadan çıkaran karınca, gelinin geldiğini görünce, yaşam için yeni hazırlıklar yapmak gerektiğini hemen anlar. Karınca kışı nasıl geçirdi, ya da masaldaki gibi ağustosböceğine kapıyı kapadı mı bilinmez ama yuvasından çıkar çıkmaz kendisinden daha ağır yiyecek kırıntısını yuvasına taşımaya başlaması anlatılanların masal olduğunu yalanlıyor gibi. Herkes çalışırken ağustosböceği gene saz çalıp oynayacak mı o da bilinmez ama o bu rahatlık içinde iken “beni yaratan mutlaka rızkımı da yetiştirir” diye tevekkül ettiyse eğer, ne mutlu ona ki, bana kalırsa, onun bu oyunu bile bir tefekkürdür.
Yeni elbisesini giyerek, yeni bir evde, yeni bir yaşama başlayan gelin gibi ilkbaharda hemen yeşil renkli elbisesini giyer. Görebilen bütün canlılar gelini süzmeye başlar. Yeni bir yaşam için gelin ile birlikte hareket ederler. Gelin üzerindeki bakışlardan hiç rahatsız olmadan üzerine düşeni bilinçli ve şuurlu bir şekilde yerine getirir.
Gelinin elbisesinin rengi hemen etrafa yansımaya başlar. Ağaçların bir anda yeşillenmesinin sebebi bu yüzdendir. Yuvasından çıkıp, ağaca tırmanmaya başlayan sincabın ürkek tavırlarının nedeni av olma korkusundan ziyade, kısa sürede gelişen değişikliğin vermiş olduğu şaşkınlıktandır sadece.
Yeni gelinin, yeni evinde ilk günden değişiklikler yapmaya başlaması gibi, ilkbaharda bir yandan etrafını değiştirmeye devam ederken, bir yandan da ailesini özleyen gelinin yüreğini serinletmek için döktüğü gözyaşı gibi toprağı ıslatıp serinletmeye devam eder.
Bana kalırsa bülbülün güle âşık olmasının sebebi de bu yeni gelindir. Sessiz bir eve gülüşü ile renk katan bu gelin bülbülün ötüşünü feryat değil kendisi için söylenen bir şarkı gibi zevkle dinlemeye başlar. Gelin tacındaki çiçekleri etrafa saçtığı zaman gonca gülü görür görmez âşık olan bülbül onun açışını görmek için o kadar çok döner ki dayanamaz uyur. Tek derdi goncanın güle dönüşünü görmektir. Gülü açarken görünce sanki bülbül aşkına yanıt bulacak sanki gül, bülbülün derdine derman olacak. Ama gül bülbülün halini ne bilsin açma vakti gelmiştir. Açar. Sabah olup gülün açtığını gören bülbül feryat eder. Bülbül âşık, bülbül dertli, bülbül çaresiz, feryat eder durur. Ve gelinin her gelişinde bu feryat yeniden başlar. Ve gelin sessiz bir şarkı gibi bu feryadı keyifle dinler. Bülbülün derdine çare bulmak bir kenara onu teselli etmek için bu beyti bile söylemeyi akıl edemez.
“Gül yaprağını, gül yaprağı sanma. Gözüm kanlı gözyaşı döktüğü zaman birçok yaprağa ciğerimin kanını dökerek onları kana buladım.”(Fuzuli)
Ağaç yapraklarını yiyen tırtıl, büyük bir projeyi ustalıkla çizen bir mimar gibi itinalı hareket ederken, bir yandan da yaprakların üzerinde bıraktığı şekillere bakıpta bir mimarın olağanüstü yapısına benzetip, hayran kalmamak mümkün değildir.
Elbette ki Allah kâinata nokta nokta hâkimdir. Tırtılın bu gayreti sadece bir gecelik yaşam için. Başlar etrafını ilmek ilmek örmeye. Ne kadar yaşayacağı umurunda değil. Yaşayacak işte önemli olan bu değil mi?. Birkaç santim boyuna rağmen o da farkında ki bir görevi var, ve bu görevi yerine getirmek için ipek iplerle sevdiğinin mendilinin kenarını oyalayan yeni gelin gibi kendi etrafını oya ile örmeye başlar. Görevi biter, çıkma vakti gelince ve görevini tamamlamanın verdiği huzurla kelebeğe dönüşür uçar gider. Bir kelebeği görüp de hayranlıkla bakmamak mümkün değil. O küçücük tırtılda tecelli eden O’nun vasıflarını görebilene ne mutlu.
Rabbin bal arısına şöyle vahyetti:
“Dağlardan, ağaçlardan ve insanların kuracakları çardaklardan kendine evler (kovanlar) edin. Sonra meyvelerin hepsinden ye ve Rabbinin sana kolaylaştırdığı yaylım yollara gir. Onların karınlarından renkleri çeşitli bir şerbet (bal) çıkar ki, onda insanlar için şifa vardır. Elbette bunda düşünen bir kavim için büyük bir ibret vardır” (1)
Bu ayetleri okuyup iman ettikten sonra, "nasıl olurda küçük bir böcek bin bir derde şifa olabilecek bir besini yapabilir" diye sormak sadece ahmaklık olur.
Cevap zaten hazır:
"Görmüyor musunuz ki, şüphesiz Allah, göklerde ve yerde olanları emrinize amade kılmış, açık ve gizli sizin üzerinizdeki nimetlerini genişletip-tamamlamıştır..." (2)
Ayette açıkça belirtildiği gibi, göklerde ve yerde olan emre amade kılınmış. Başka söze hiç hacet yok.
Gelinin süzülerek gelmesi ile görülen değişiklikler sadece toprak üzerinde görülmez. Toprak için bir nevi karşılık verme vaktidir artık. İçinde olan ne varsa meydana çıkarma zamanı gelen toprak kendisi ile nasıl sohbet edildiyse karşılığını da aynı şekilde verecektir mutlaka. "Ne ekersen onu biçersin" sözünü teyit eder gibi verilen ne ise onun bin katını cömertçe geri iade eder. Gelin olduğu sürece vermeye de devam eder.
Gelinin gülüşüne yanıt veren güneş yukarıda görünmeye devam ettikçe gökyüzünde ve yeryüzünde olan bütün canlılarda bu gülüşe her biri kendi üzerine düşeni yerine getirerek yanıt verir.
Kuşların yeniden yuvalarını yapması, çiçeklerin bin bir renge bürünüp, gelinin kaşlarını hafif çatar gibi, hafif esen rüzgâr karşısında nazlı nazlı sallanmaları, her sallanışta misler gibi kokmaları, kelebeğin dans eder gibi uçup çiçeğe konması, kuşların koro halinde şakımaları, ağaçların çeşit çeşit meyve vermesi, toprağın uyanıp rızk dağıtmaya başlaması, arının bal yapması, karıncanın erzak biriktirmeye başlaması, ağustosböceğinin saz çalması, âşık ile maşukun bir araya gelip meşk etmesi, evlerin camlarını açıp güneşin içeri süzülmesine izin verilmesi, civcivin yumurtadan çıkması, kuzunun yüzlerce koyun arasından annesini bulup karnını doyurma telaşı, çocuk cıvıltılarının kuş seslerine karışmaya başlaması…bütün bu değişikliklerin tek sebebi, yeni gelin gibi süzülerek gelen ilkbahardır.
Yeni başlangıçlar yapmak, yeni kararlar verip uygulamaya başlamak, umut ile yaşama yeniden sarılmak, değişikliklere sevinçle karşılık verip ortak olmak için ilkbahar bir umuttur aslında. Bir tırtılın yaşama sevincine ortak olup, karınca gibi gayret etmek, arı gibi faydalı olup arada bir ağustosböceğine bakıp dans ederek ona eşlik etmek gerekmektedir.
İnsanın arıya, arının çiçeğe, çiçeğin bahara ihtiyaç duyması yaşamın devamı için gereklidir.
“”Sohbet vardır, keskin bir kılıca benzer; bostanı, ekini kış gibi kesip biçer. Sohbet vardır, ilkbahar gibidir. Her tarafı yapar, sayısız meyveler verir.””der. Mevlana Hazretleri.
Bütün sohbetlerin ilkbahar tadında geçmesi temennisi ile.
son.
Nuran
1 (Nahl suresi 68-69 ayetler)
2 (Lokman Suresi, 20 ayet)