- 2250 Okunma
- 2 Yorum
- 4 Beğeni
Cankız, Keloğlan'a neden öyle söyledi?
Bu yazı büyük sözlerin yazısı değil arkadaşım. Sana hissimi anlatacağım. Neden ’bu kadarcık’ kaldığımı. Ve ’bu kadarcık’ kalmakla nasıl mutlu olduğumu. Hatta ’bu kadarcık’ kalmaya razı olmayanların ’nasıl mutlu olabildiğini’ anlayamadığımı. Evet. Ben mutluluğu da bir tür ’kanaat’ biliyorum. Yahut da mutluluğu kanaatte arıyorum. Çünkü ellerim küçük. O ellere çok fazla "Daha yok mu?" sığmıyor. Avuçlarımı kapayabilmem için sığanla yetinmem gerekiyor. Hatta biraz cüretle şunu da iddia edebilirim: Avuçlarını kapamayı bilmeyen ’ne olduğunu’ şaşırmıştır.
İnsan avuçlarını kapayıcıdır. Yani ancak kapayabilirse mutlu olur. "Dua etmez!" anlamında söylemiyorum. Elbette daha güzel olmayı Allah’tan diler. Fakat avucundaki değişmezlerin de farkındadır. Onlarla da barışmış olmalıdır. Neden? Çünkü ’daha sonrakileri’ Allah vereceği gibi ’daha öncekileri’ de Allah vermiştir. Akıllı dilenci avucuna verilecek yeni altınlar hatrına cebindeki gümüşleri inkâr etmez. Nihayetinde altını da gümüşü de bağışlayan aynı sultandır. Evveline küsmek onu da küstürür.
Arkadaşım. Bir sultandan yeni akçeler isterken geçmiş akçeleri kötüleyemezsin. Tahkir edemezsin. Küçük göremezsin. Sen de biliyorsun: Nankörlük sultanlığı gayrete getirmez. Ancak kalbini kırar. Alacaklarını azaltır.
Kanaat neden gerekiyor? Öncelikle sanrılarının hakikati incitmemesi için gerekiyor. Tahayyülünün tahakkuku yıkmaması için gerekiyor. ’Daha güzel’ aşkına ’güzeli’ öldürmemen için gerekiyor. Seni arzularının zararlarından korumak için gerekiyor. Çünkü her tasannu bir doğallığın katilidir. İnsan, sınırlarıyla duvarlı tasavvurundan geliştirdiği kurgularla en büyük resmin kuşatılamaz kurgusuna sataşırsa, haddini aşmış olur. Kaderin en büyük resimdir. Muradınsa küçük bir resmi gösterir.
Neden sevdin? Neden seni sevmedi? Neden kavuşamadın? Neden böyle oldu? Neden başka/güzel bir hikâyede varolamadın? Bu soruların yankıladığı oda teninle/tahayyülünle kapalıdır. Fazlasını göremezsin. Beğenmediğin ayrılık nakışıyla evrenin kilimi nasıl süsleniyor bilemezsin. Diline değdirilip çekilen şekerle sana ne tatlılar arattırılıyor kuşatamazsın. Bir kez tanıştırılıp sonra mahrum bırakılmakla ne zenginliklerin haberlisi kılındın sezemezsin. Öyle ya! Yüzler tebessüm ederken bazı kaslar kasılır/gerilir fakat o yüze bakanlar gevşer/rahatlar. Onların çilesi şunların rahatını netice verir. Nice zehirler vardır ehli onlarda şifa bulur. Kimbilir? Belki kavuşamamak varmaktan daha büyük berekettir. Hem bütün bu yazmalar/çizmeler de oradan başlar. Bir kez yarım bırakılan herkes o yarımlığı başka yerlerinden çoğaltılarak tamamlar.
İnsanın bedeniyle yaşadığı âlemden aşkın yanları olduğunu en çok buradan anlıyoruz: Onun daha üstünde olduğunu sandığı âlemler kurguluyor. İzlediği bir filmi bile, eğer detaylarını beğenmezse, kafasında yeniden yeniden sonlandırıyor. Kavuşamamışlarla kavuşturuyor. Ayrılmışlarsa barıştırıyor. Ölmüşlerse diriltiyor. Evet. Bu onun yeteneği fakat hem de imtihanı. Neden imtihan? Çünkü kendisine aşkınlığını (belki gaybı) farkettirmek için bağışlanmış şu kabiliyeti ’gerçekliği baskı altına almak için’ de kullanabiliyor.
Keloğlan ile Ali Cengiz filminde sultanın kızıyla evlenmek için çabalayan Keloğlan’a Cankız’ın söylediği bir cümle vardır. Çok bilgece gelir bana. Hiç unutmam: "Nasibince sevin Keloğlan!" Hakikaten de her mutluluğun aktığı nehir burasıdır: ’Nasiple sevinmeyi öğrenmek.’ Yani? Uyum. Nasip aslında uyumdur. Hayy’dan gelip Hu’ya giden varlık içinde, kendini o nehrin akışına bıraktığında bulacağın şeydir nasip, teslimiyettir. "Hiç kulaç atmazsın!" demiyorum. İlla atarsın. Çünkü bu imtihanda iradenin de payı vardır. Ama ellerini kanatanları da inatla tutmaya çalışmazsın.
Senin olmayacağını anladığın anda ’olmayacaklarla’ da barışırsın. Olmayacakları yaratan Allah için barışırsın. O güzeller güzelini sevdiğin için kudret elinden gelen herşeyle barışırsın. Tevekkül de aslında biraz budur. Büyük nehrin içindeki küçük akıntıların varlık coşkusunun amacının kendi iradeleriyle uyuşmadığı farkettiklerini kendi iradelerini o büyük iradeye teslim etmeleridir. Öyle ya! Küllî irade onundur. Nihayetsiz hikmet onundur. Zamanları aşkın biliş onundur. Doğrusu onun seçmeleridir. Hayır onun seçtiğindedir. Nehrin merhametli sahibi, bazen o küçük akıntıların istediklerini de verir, ama bazen de hikmeti iktiza eder vermez. Vermek de vermemek de nehrin hikmetine dahildir. Haksızlık değildir. Güzelliktir.
Bir fotoğraf geliyor aklıma. Onlarca baloncuk havada uçuşuyor. Atmosferde bir renklilik var. Çocuklar şen. Büyükler şen. İnsanlar şen. Neden bu sevinç? Havayı balona hapsettikleri için. Çünkü değişik birşey yapmış oldular. Ülfete/sıradanlığa canları öyle sıkılmıştı ki, havayı bir yerlere hapsederek bundan bir nebze kurtuldular, neşelendiler. Ancak havanın tarafında durup bakınca insan farklı düşünüyor. Sen ne yaptın aslında orada? Göklerde özgürce dolaşan, çiçekten çiçeğe, ciğerden ciğere, nesneden nesneye koşan kuşçukları esir aldın. Sınırlandırdın. Eğer o hava moleküllerinin şuuru olsaydı senden şikayet edeceklerdi. Tıpkı özgür bir kuşu kafese hapsetmek gibi.
İnsan hep ’kendince daha güzeller’ kurgulayarak ’güzel’e zulmediyor. Hiçbir zulüm "Kötülük yapayım!" düşüncesinden çıkmıyor. Hatta kötülük yapanlar bile o kötülükle elde edileceğin bir ’daha güzel’ olduğunu düşünerek kötülük ediyorlar. İntikamlarının dünyayı güzelleştireceğini sanıyorlar. Fakat her ’daha güzel’ hırsı zaten seçeneklerden ’en güzel olana’ karşı yapılıyor. Çünkü onu Alîm, Rahîm ve Hakîm olan Allah öyle irade ediyor. Mürşidim de bir yerde İmam Gazalî’den (r.a.) şöyle bir nakil yapmıyor mu arkadaşım: "Hasıl-ı kelâm, her muhibb-i dine ve âşık-ı hakikate lâzımdır: Herşeyin kıymetine kanaat etmek ve mücazefe ve tecavüz etmemektir. Zira, mücazefe, kudrete iftiradır. Ve ’Daire-i imkânda daha ahsen yoktur!’ olan sözü İmam-ı Gazalî’ye dediren, hilkatteki kemâl ve hüsne adem-i kanaattir ve istihfaf demektir."
YORUMLAR
Yine güzel bir sohbet ,tebrikler...
Ne demisler Nasipten öte köy yok.
Vaktiyle, Sultan Mahmud Han, veziriyle beraber tebdili kıyafetle, İstanbul’un bazı
yerlerinde ahalinin durumunu kontrol ediyormuş. Bir ara oturmak için kıraathaneye girerler.
Bakarlar ki, oradakiler;
“Tıkandı Baba, iki kahve!”, “Tıkandı Baba, biraz şeker!”, “Tıkandı Baba, bir bardak su ver!”
diyerek yaşlı kıraathane sahibinden bir şeylery istemektedirler.
Merak eden padişah, ihtiyar yanına gelince sorar;
“İhtiyar, sana ne sebeple “Tıkandı Baba” diyorlar?
Adamcağız yorgun argın bir iskemleye oturup anlatmaya başlar.
“Ahhh beyim ah, ben bir gün rüya gördüm. Sonra bunu tuttum insanlara anlattım.
Anlatmaz olaydım! Sonra da adımı “tıkandı baba”ya çevirdiler.
Bunun üzerine padişah, şunu bir de bize anlat bakalım, demiş.
Yaşlı adamcağız;
“Rüyada gördüm ki herkesin bir pınarı var ve gürül gürül akar.
Benim dahi bir pınarım var, ama şarıl şarıl akıyordu. İstedim ki, benim pınarım da
gürül gürül aksın; elime bir değnek aldım ve lülesinden sokarak karıştırmaya başladım.
Fakat heyhat! Gelen su kesildi, damla damla akmaya başladı.
En azından şarıl şarıl aksın diye ne kadar uğraştım ve kan ter içinde kaldımsa boşa idi.
Tam o esnada Hızır (as.) oradan geçerken bana seslendi;
“Tıkandı, baba tıkandı!” Hikaye işte budur, beyim! deyince, Sultan Mahmud Han acıyarak
ihtiyara şöyle der;
“Tıkandı baba, mübarek Ramazan geliyor! Sen her gün falan adrese gelip “Ben Tıkandı baba” diyesin.
Sana her gün bir tepsi baklava verecekler. Bunları Ramazan boyunca alıp, yiyesin!
Ramazan gelince, ilk günden denildiği gibi ona bir tepsi kızarmış baklava verilmiş.
Tepsiyi alıp evine giderken aklına bir fikir gelir. Bunları hemen şuracıkta satıp birkaç
kuruş alsam daha iyi olur! diye düşünüp, “baklava!, baklava!” diye bağırmaya başlamış.
Yahudi bir komşusu onu görüp, baklava tepsisini bir altına satın almış.
Evine götürüp, sofrada yerken bir de ne görsün! Her dilimin altında bir altın!
Yahudi derhal “Tıkandı Baba!”ya koşup, “Baba sen bu baklavayı nereden aldın, güzelmiş” deyince
başından geçenleri anlatmış. Yahudi bu defa, “sen bir karı koca, bu baklavayı yiyemezsin,
en iyisi aynı paraya bana sat, her akşam altınını al!” diyerek onu kandırmış.
Tıkandı Baba, her akşam bu minval üzere Ramazan boyunca 30 altına talim ederken,
komşusu altınları götürmüş. Nihayet bayram gelince, Sultan Mahmud, yaşlı adamı huzuruna getirtmiş.
Halini hatırını sorduktan sonra, baklavaların altındaki altınları alamadığını anlayınca şaşırmış.
Bu yaşlı adama bir fırsat daha vermiş. “Bu ihtiyarı hazine dairesine sokup eline de bir kürek verin,
hazineye sadece bir defa daldırsın, küreğe ne kadar altın gelirse ona veriniz!” diye ferman etmiş.
Tıkandı Baba, bu seferde heyecandan küreği ters tutmasın mı? Küreği daldırıp çıkarmasıyla birlikte,
küreğin sırtında bir altın kalmış. Sultan Mahmud, hayretler içinde kalmış.
Haline acıdığı için Tıkandı Baba’ya bir fırsat daha vermiş. “Üsküdar’a götürünüz, orada bulunun miri
dükkanların başında durup, eline bir taş veriniz. Taşı fırlatıp atsın ve düştüğü yere kadar olan
bütün dükkanları üzerine tapu edin!” diye ferman vermiş.
Üsküdar’a götürülen Tıkandı Baba, oradakilerin tesiri altında kalarak yerden koca bir taş alıvermiş.
Yorgun ve bitkin halde, taşı kaldırıp tam atacakken başı üzerine düşürüp oracıkta vefat etmiş.
Sultan bunu haber alınca üzülmüş, başını eğerek “Vermeyince Mabud, neylesin Sultan Mahmud” demiş.
Her şey, Cenabı Hakk’ın taksimindedir.
Selam ve dua ile ...