- 505 Okunma
- 1 Yorum
- 0 Beğeni
İLK GÜN 2
Başımın ağrısı! Beni öldürecek.
-Anneeee
Ses yok.
Komedinin üzerinde, gittikçe yükselen tik tak sesleriyle çalar saatim adeta zamanı bildirmek ister gibiydi. Göz attım. 7:33 gösteriyordu. Henüz çok erken bir saatte uyanmış olmama rağmen, anneme tekrar seslendim ama yine ses yok. Bu saatte nereye gitmiş olabilirdi? Baş ağrımın şiddeti arttıkça hafif bir bulantı hisside beni rahatsız etmekteydi. İsteksiz adımlarla banyoya doğru yöneldim ve yüzümü yıkamak üzere musluğu açtım. Soğuk su iyi gelmişti. Ferahlamıştım. Yorgun gözlerle karşılaşacağımdan çok emin, yüzüme bakmak istedim fakat aynayı göremedim. Musluğun üzerine monte ettirdiğim aynalı rafın kapağı açıktı. Herhalde kapatmayı unutmuş olmalıydım diye düşünürken içinde bir adet ilaç kutusunun mevcut olduğunu gördüm. Avucumun içinde tuttuğum ilaca bir kez daha bakındım. Üzerinde sertralin yazıyordu. Tekrar dikkatlice bakındım. Antidepressant özelliği açıkça belli olan bir ibare de bulunuyordu. Peki! Ben bu ilacı ne zaman almıştım ve kaç süredir kullanıyordum?
Cevaplarını aradığım soru yığını birikmişti. Kâğıt ve kalem bulabilmek umuduyla yatağımın sağ yanına yerleştirdiğim komedine doğru yönelirken tomar halinde yere buruşturup atmış olduğum kâğıt parçalarına gözüm takıldı. En yakın olanını alıp açtım. Her yeri karalanmış ve annemi anımsatan gelişi güzel çizilmiş bir resmi belli belirsiz seçebiliyordum. Telaşlanmıştım. Diğerini ve bir sonrakini açtım. Çizimlerin hepsi anneme aitti ve her nedense öfkeyle karalanmıştı. Düşünceler beynimi kurcalarken tatlı bir melodinin ritmine kulak kabarttım. Eşsiz bir ses tonu, en sevdiklerimin arasında yer alan nostaljik besteyi yorumluyordu. Büyülenmiştim. Ağlamak Zamanı! Beni böylesine duygulandıran ve içime işleyen başka bir beste daha olamazdı. Eşlik ederek salona girdim. Salonumun sol köşesine ve şöminemin tam karşısına yerleştirdiğim yavruağzı rengi olması gereken fakat solmaktan neredeyse rengi seçilemeyen koltuğuma yerleşmekti niyetim fakat annemi oturuyor buldum. Aylardır örüp, örüp tekrar ve tekrar söktüğü atkısına bakarak bir şeyler mırıldanıyordu. Sessizce yaklaşmak istedim ama hissetmiş olmalı ki bana aniden doğrulttuğu griye çalan mavi gözleriyle “telaşlanacak bir şey yok” kızım der gibiydi.
-Ne zamandır buradasın anne? Sana seslenmiştim, duymadın mı?
Cevap vermedi ve tebessüm etmekle yetindi.
Yerden toparlayarak yatağımın üzerine yerleştirdiğim buruşuk kâğıt parçalarından haberi var mıydı acaba? Sormaya cesaretim yoktu. Ani bir hareketle yatak odama döndüm ve üzerini yorganımla örtüverdim.
-Anneciğim, şöyle sıcacık kakao yapsam içer miyiz?
Başını onaylarcasına sallamakla yetinmişti.
Amerikan tarzı mutfağımda sıcak kakao hazırlamak üzere ısıtıcının fişini takmaya hazırlanıyordum ki hayatımın her evresinde daima yanımda yer almasını bilmiş ve dertlerimizle gam yükü olmuş annemin sıcak sesiyle duraksadım.
-Rica etsem bu seferlik kakao yapmayı bırakıp birkaç dakika için yanımda otursan.
Ona olabildiğince yakın olabilmek üzere kedi misali yanı başına kıvrılıverdim. Annem söz almak istercesine anlamlı, anlamlı bakınıyorken bende gözlerimi gözlerine diktim ve gözlerinde yansıttığı kederini sevgisiyle kapatmaya çalıştığını fark ettim. Yıllar onu gerekenden fazla yıpranmıştı. O sık lepiska renkli saçları yerine, seyrelmiş hatta tepesi açıkça görünecek biçimde kelleşerek, kırlaşmış dağınık saçlarıyla belli belirsiz seçilebilen avuç içi kadar yüzünü iyice saklıyordu. Benim bedenim yanında yer alan küçücük bedeniyse üzerinde taşıdığı giysileriyle olması gerekenden daha küçük duruyordu. Gözlerimi, örgüsünü tuttuğu ellerine odakladım. Hayatım boyunca gördüğüm en güzel ellere sahipti. Daima bakımını ihmal etmediği o ince ellerinin üzerindeki yaşlılık lekeleri bile narinliğini kapatamamıştı. Sevgimle karışık acıma hissiyle ellerine sarıldım ve onları doya, doya koklayarak öptüm ve tekrar, tekrar öptüm. Eleleydik ve tek kelimeye gerek duymadan birbirimize bakışlarımızla sevgimizi gönderiyorduk. Başımın ağrısı geçmiş içim yeniden huzur bulmuştu.
Annem huzurumu bölmek istemezcesine olabildiğince kısık bir ses tonuyla söz aldı:
-Kızım, seninle nice mevsimler kovaladık. Yazları geride bırakırken, sonbaharları aynı sevinçle karşıladık. Kış içerisindeyken, bu sefer mutlaka önümüzdeki ilkbahara sözleriyle avunduk. Mevsimler mevsimleri kovaladı, yıllar yılları eskitti fakat birbirimize verdiğimiz sözü bir türlü gerçekleştiremedik. Ne dersin! Her şeyi bir tarafa bırakarak ve herhangi bir rota çizmeye gerek duymadan şöyle şehir dışı turu yapalım mı?
-Canım annem, sen istedikten sonra neden olmasın, fakat üzerine kalın bir şey almayı unutma emi!
Yoldaydık. Herhangi bir rotada belirlememiştim. Öylesine turalıyor ve az ileride beliren doğanın en güzel renkleriyle bezenmiş ormanla buluşabilmenin mutluluğunu yaşıyorduk.
-Bak kızım! Kar taneleri nasılda nazlı birer gelin gibi süzülüp iniveriyorlar gökyüzünden. Nede güzel örtüyorlar yeryüzünün gafletini! Ve bizlere gündelik kaygılarımızın anlamsızlığını hatırlatarak, duygularımıza sıcacık bir hasat mevsimi sunuyorlar, canım.
Ben, hiç bu biçimde düşünmemiştim. Başımı gökyüzüne çevirdim ve daireler çizerek aracımın ön camına düşen kar tanelerinin eriyerek içimde saklı tuttuğum gözyaşlarıma dönüştüklerini görebildim. Her nedense kar taneleri benim yüreğime hüznü getirmişti. Ağlamak istedim doyarcasına ama canım anneciğimi o güzelim duygularından mahrum edemezdim.
-Haklısın anneciğim! İleride müsait bir yere arabayı çekeyim istersen. Bu güzel görüntünün keyfini doya, doya çıkarırız. Ha ne dersin?
-Yorulmadıysan sen yoluna devam et kızım. Ben, ilerlerken de alabiliyorum bu güzel duyguyu.
İleride belli belirsiz görebildiğim mezarlığa yaklaşıyor olduğumuzu fark ettim ve U dönüşü yaparak mezarlık yoluna giriverdim.
-Anneciğim, onayını almadan saptım bu yola ama inşallah sakıncası yoktur. Hem sende babamın kabristanını kaç zamandır ziyaret etmiyorsun. Bu fırsatı belki uzun bir süre bulamayız ama istemiyorsan o başka.
- Olur mu? Hiç öyle şey kızım! İyi ettin.
Babamın Kabristanına birkaç metre kala annem yorulduğunu ve biraz dinlendikten sonra yanımda olacağını belirtti. Onu dinlendiği yerde bırakarak kabristana doğru ilerlemeye çalıştım ama dört ya da beş adım kala daha fazla ilerleyemeyeceğimi anlayarak olduğum yerde kalakaldım. Gözlerimi kapatmış, nefesimi de tutmuştum. Yaklaşık on yıldır babamın kabrini ziyaret etmezken bu günü niçin tercih etmiştim? Son adımlarımı da atarken tuttuğum nefesimi salıverdim ve ağır, ağır gözlerimi araladım. Babamın kabrinin üstü kar taneleriyle bezenmiş ışıl, ışıl parıldıyordu. Birden içimdeki fırtına büyüyerek çoğaldı. Feryat etmek istedim ama bunu yerine başımı annemin dinlendiği yere doğru çevirerek buğulanmış bakışlarımla onu seçmeye çalıştım. Belli belirsiz bir kaya parçasından başka bir şey göremediğimi anlayınca kolumun tersiyle gözyaşlarımı sildim ve tekrar bakındım ama onu yine göremedim. Esen soğuk rüzgâr adeta kanımı dondurmuş, bütün kemiklerime işlemişti. Anneciğime yeniden seslendim fakat rüzgârın sesinden başka ses duyamadım. Başımı babamın kabristanına doğru çevirdim ve işte o zaman hemen yanı başında biricik annemin de kabristanının yer aldığını gördüm. Artık gözyaşlarım sel olmuş, binlerce yıldızcığa dönüşerek o soğuk mermerin üzerinde bütünleşmişti. Her şeyi hatırlıyordum. Cam buza dönüşürken ve hasta yatağı da mezar olurken, üzerinde yatanın ben değil annemin olduğunu anlamıştım. Beynimi kurcalayan o ilk gündeydim yeniden. Yola çıkmış, İlerlerken yol üzerinde gördüğüm eczaneye uğramak istemiş ve geçte olsa belki bir ümittir diyerek grip aşısı yaptırmak istemiştim. O an hafif, hafif çiseleyen kar taneleri eşliğinde ilerliyorken bir gün öncesinden buzlanan yolda direksiyon hâkimiyetimi kaybederek, önümüze çıkan kaya parçasına çarpmıştım ve anneciğimi işte o saniye, oracıkta kaybetmiştim.
3,2,1: Uyan Selma.
Vücudumun her zerresi titriyorken ve ben kendimi zapt edemiyorken Psikiyatristim Dr. Rıdvan beyin muayenehanesinde ağlamaktan şişen gözlerimi açtım. Hipnoz tekniği işe yaramış ve ben geçirdiğim travmanın etkisinden kurtulmuş ve ancak bin bir güçlükle anneciğim diyebilmiştim.
-Geçti canım, geçti.
-SON-