- 1004 Okunma
- 5 Yorum
- 4 Beğeni
İnsan da bir su birikintisidir
Okuduğunuz yazı Günün Yazısı olarak seçilmiştir.
Hatırlarsanız “Kendimizde boğulmaktan bizi kim kurtarır?” başlıklı yazımda ‘eskiden astronomik gözlemlerin havuzlar sayesinde yapıldığından’ bahsetmiş ve şöyle eklemiştim: “İnsanın yaratılış sürecini anlatan ayetlerde şöyle bir zenginlik nazarıma çarpıyor. Mesela: Nahl sûresinin 4. ayeti gibi bazıları diyor: ’O, insanı bir damla sudan yarattı.’ En’âm sûresinin 2. ayeti gibi diğer bazıları diyor: ’Sizi bir çamurdan yaratan ve sonra ölüm zamanını takdir eden ancak O’dur.’ Sonra nazarınıza Rûm sûresinin 20. ayeti gibileri çarpıyor: ’Sizi topraktan yaratması Onun (varlığının) delillerindendir.’ Bu ’su, çamur, toprak’ ifadeleri bana her nedense yazının giriş kısmında bahsettiğim ’rasathane havuzlarını’ hatırlatıyor. ’İnsan’ ile ’birikintiler’ arasında bir benzerlik bağı kurmamı sağlıyor.”
Evet, aynalık yönünden ’toprak, su ve çamurdan olan insan’ ile yine ’toprak, su ve çamurdan olan su birikintileri’ arasında hâlâ bir benzerlik görüyorum. Hatta şöyle düşünüyorum: ’Hayat’ aslında bu aynalığın giriftleşmiş halidir. Yani: ’toprak, su ve çamurdan olan havuz’dan ’toprak, su ve çamurdan olan insan’a gelindikçe aynalık değişmez, fakat şiddetlenir. Birikintilerin aynalığını yaptığı ’bir’ manzara ise insanınki ’bin’lercedir. Üzülür, sevinir, kızar, neşelenir, sever, tiksinir, ağlar, gülümser… Bütün bu dalgalanmalar içinde kimbilir onda neler neler yansır. Anlarına ne yıldızlar sığar. Ne gökler göğsüne iner. Böylece insan ’toprak, su ve çamurdan gelen’ aynalık fonksiyonunu (elbette kemalatı/gelişimi ölçüsünde) ileriye taşır.
Yalnız, tam bu noktada, diğer yazımda eksik bıraktığım birşeye de dikkat çekeceğim: Bu üç öğenin birlikteliğinden doğan aynada, ’yansıtıcı’ olarak yalnızca yüzeydeki su görünse de, aslında herbir parçanın kendi yeteneğince bir aynalığı vardır. Onların aynalığı sayesinde suyun yüzeyinde bizim bildiğimiz aynalık fonksiyonu oluşur. Nasıl? Belki biraz şöyle: Toprak, güneş ışığını bildiğimiz şekilde ’resmini koruyarak’ yansıtmaz, fakat toprağın kısmî tutuculuğu da aslında bir çeşit aynalıktır. Burada aynalığı ışıkla hemhal olan herşey için kullandığımı ifade etsem daha açık davranmış olurum. Evet, toprak da güneşin bir aynasıdır, ama bağrından çiçekler fışkırtan bir aynasıdır. Eğer toprak, güneşten gelenin birazını tutup birazını bırakmasaydı, ne göz ile onu görebilirdik, ne de bağrından çıkan şeyleri elde edebilirdik. Onun aynalığının ’tutması yüksek’ yanıdır ki, rengini koyultur, ama bağrından doğacakları zenginleştirir.
Evet, çukurun dibindeki toprak da ışığı biraz tutuyor, biraz da bırakıyor. Onun bu kısmî aynalığı (suyla temas ettiği bölgede) çamura doğru evrilirken biraz daha azalıyor. Ve yüzeydeki su altındaki bu daha az bırakır aynalar sayesinde güzel bir yansıtıcıya dönüşüyor. Yani içiçe konmuş üç ayna sayesinde bizim bir gözlem âletimiz oluyor. Bu söylediklerim tuhaf geldiyse dibi bembeyaz taşlarla örülü havuzları hayal edin. Onların yüzeyindeki yansımaların gücü sizce ne kadardır? Bir havuzun zemininin rengi açıldıkça yansımalarının gücü de zayıflar.
Buradan şuraya geleceğim: Mürşidim metinlerinde tekrar be tekrar kendisini ’üç şahsiyete’ ayırıyor. “Nedir bu ’üç şahsiyet’ ayrımı hey efendi?” dersiniz diye evvela bir alıntı yapalım:
“İşte, bu biçare kardeşinizde üç şahsiyet var. Birbirinden çok uzak, hem de pek çok uzaktırlar. Birincisi: Kur’ân-ı Hakîmin hazine-i âlisinin dellâlı cihetindeki muvakkat, sırf Kur’ân’a ait bir şahsiyetim var. O dellâllığın iktiza ettiği pek yüksek ahlâk var ki, o ahlâk benim değil; ben sahip değilim. Belki o makamın ve o vazifenin iktiza ettiği seciyelerdir. Bende bu neviden ne görseniz benim değil; onunla bana bakmayınız, o makamındır. İkinci şahsiyet: Ubûdiyet vaktinde, dergâh-ı İlâhiyeye müteveccih olduğum vakit, Cenâb-ı Hakkın ihsanıyla bir şahsiyet veriliyor ki, o şahsiyet bazı âsârı gösteriyor. O âsâr, mânâ-yı ubûdiyetin esası olan ’kusurunu bilmek, fakr ve aczini anlamak, tezellül ile dergâh-ı İlâhiyeye iltica etmek’ noktalarından geliyor ki, o şahsiyetle, kendimi herkesten ziyade bedbaht, âciz, fakir ve kusurlu görüyorum. Bütün dünya beni medh ü senâ etse beni inandıramaz ki ben iyiyim ve sahib-i kemâlim. Üçüncüsü: Hakikî şahsiyetim, yani Eski Said’in bozması bir şahsiyetim var ki, o da Eski Said’den irsiyet kalma bazı damarlardır. Bazan riyâya, hubb-u câha bir arzu bulunuyor. Hem, asil bir hanedandan olmadığımdan, hısset derecesinde bir iktisat ile, düşkün ve pest ahlâklar görünüyor.”
Başka bir yerde ise dünyanın ’üç yüz’ünden bahsediyor yine mürşidim: “Hem dünyanın iki yüzü var, belki üç yüzü var: Biri, Cenâb-ı Hakkın esmâsının âyineleridir. Diğeri âhirete bakar, âhiret tarlasıdır. Diğeri fenâya, ademe bakar. Bildiğimiz, marzî-i İlâhî olmayan, ehl-i dalâletin dünyasıdır…” Yazıyı uzatmaktan korkmasam bir de “Hayatı ile, üç cihetle Zât-ı Hayy-ı Kayyûma ve şuûnâtına ve sıfât-ı muhitasına âyinedarlık etmektir…” diye başlayan bir bölümü alıntılayacaktım, ama gözüm kesmedi. Azıcığını alıp geçeceğim: “ (Birincisi:) İnsan, kendi acz-i mutlakıyla Hâlıkının kudret-i mutlakasını ve derecâtını ve aczin dereceleriyle kudretin mertebelerini hissetmektir. Ve fakr-ı mutlakıyla rahmetini ve rahmetinin derecelerini idrak etmek ve zaafıyla Onun kuvvetini anlamaktır. Ve hâkezâ, noksan sıfatlarıyla Hâlıkının evsâf-ı kemâline mikyasvâri âyine olmak… Gecede nurun daha ziyade parlamasına nazaran, gece zulmetinin elektrik lâmbalarını göstermeye mükemmel bir âyine olduğu gibi, insan dahi böyle nâkıs sıfatlarıyla kemâlât-ı İlâhiyeye âyinedarlık eder.”
“En doğrusunu Allah bilir!” kaydıyla söyleyeyim: Bence Bediüzzaman’ın metinlerinde kullandığı bütün bu üçlü sistemlerin Kur’an’daki mezkûr üçlü sistemle bir ilgisi var. Herbir şahsiyetinin ’su, çamur, toprak’ üçlemesinde bir yeri var. Mesela: Kendisinin ’karanlık’ bulduğu üçüncü şahsiyeti ne çok toprak seviyesindeki ’az yansıtıcılığa’ benzer. Ubudiyet vaktinde büründüğü ikinci şahsiyetinin ise su ve toprağın etkileşiminden oluşan çamur seviyesine ne çok benzerliği vardır. Çünkü ubudiyet de insanın üzerinden yansıyan Esmaü’l-Hüsna ile etkileşim içerisine girmesinden doğar. Allah’ın isimlerinin tecellilerini farkeden insan o tecellilerin rengine göre renkten renge girerek bir ubudiyet sergiler. Tıpkı üzerinde güneşin yansıdığı suyun toprakla etkileşime girmesi ve onu çamurlaştırması gibi. İnsan da ubudiyet vaktinde yumuşar. Çamurlaşır. Değişir. Veya işlenmeye müsait bir hal alır.
Birinci makamdaki dellallık ise tam bir yansıtma makamıdır. Orada mürşid ancak yansıtandır. Allah’ın kendisine bağışladığı marifetullaha dair ilmi/ahlakı talebeleriyle paylaşır. Tıpkı bir su birikintisinin, üzerinde yansıyan manzarayı, o manzaradan hiçbirşeyi kendisine ait kılmadan seyircilerin gözüyle paylaşması gibi. Evet. Göl güneşten haber verir. Ama göle güneş sığmaz. Göl bunu iddia etmez. Cam parçası yıldızları gösterir. Ama cam parçasına yıldız sığmaz. Cam parçası bunu iddia etmez. İnsan da öğrettiklerinin, taşıdıklarının, haber verdiklerinin tastamam içine sığdığı bir ayine değildir. Makam-ı irşadda muvaffak olduğu aslında sadece güzel bir ayineliktir.
Meselenin ’dünyanın üç yüzüne’ bakan tarafını da ele almak istiyordum, ancak yazı uzadı gitti. Sizi de bıktırmak olmaz. Zaten lafı dolaştıra dolaştıra konuşmamdan yoruldunuz. O zaman o ciheti de sizin keskin fehimlerinize havale ederek Risale-i Nur’da sıkça karşımıza çıkan böylesi üçlemelere şöyle bir dikkat çekmiş olalım. Ve unutmayalım: Bir yanımızın tastamam yansıtıcı olabilmesi için diğer bir yanımızın da karanlıkta kalması gerekiyor. İnsanda bunu ’aczi ve fakrı’ sağlıyor. Dünyada bunu ’ademe ve fenaya bakan yüzü’ besliyor. Bediüzzaman’da ise aynı fonksiyonu gören ’üçüncü şahsiyet’ var. Her şekilde aynalar sırlanıyor. Sırsız ayna olmaz. Çünkü sonsuzu yansıtıyorlar. Sonsuzu yansıtan, evren iki sonsuzluk birden kaldırmadığından, sınırlanmak/sırlanmak zorundadır. Kusurlarımız da sınırlarımız/sırlarımızdır bizim.
YORUMLAR
Nurcuların ve fikirlerinin bilimsel ve olgusal olarak karşılığı yoktur,Çağdaş toplumun düşmanlarıdır bugün ülkenin başına bela olan fetullah örgütlenmenin fikir babalarıdır,
gereği yoktur, Demokrasi ve laikliğin teminat olarak işlev gördüğü ülkelerde hala varlık göstermeleri tamamen cahillik temalıdır
belkibirharfimben
Cliff Burton
ama genelde olmuyor Nur cemaatinde.
neyse selamlar.
belkibirharfimben
Cliff Burton
belkibirharfimben
Cliff Burton
kanıtlamanı bekliyoruz
insan sudan yaratılmadı ve çamurdan da.
belkibirharfimben
Cliff Burton
dogal seçilim ve mutasyon mekanizmasıyle tek hücreden.
belkibirharfimben
Cliff Burton
metan (CH4),amonyak (NH3),hidrojen (H2) gazları ile su buharı ilk mikroorganizmalar için yeterlidir, okyanos diplerinde bacaların içinde başladığı muhtemeldir abiyogenez için,
bunlar bilimsel konular islamın ve diğer dinlerin ne dediği ortadadır,
ilk insan oluşmuş 8 çift hayvan himayesine verilmiştir filan...
belkibirharfimben
Cliff Burton
sana en başta ne dedim yazınbilimsel ve olgusal değil
kavramsal'
net değil mi
belkibirharfimben
Cliff Burton
Güzel bir konunun devamıydı,sohbet tadındaki yazınız eksilmesin,saygılar.
belkibirharfimben
Varlığınız büyük kazanç burası için. Bazı konularda farklı düşünsemde sizden beni araştırmaya iten düşüncelerinizin temeline inmeye çalışıp incelediğimde sonuç beni şaşırtmakta ki aynısını düşünüyormuşuz aslında.:)))
Emeğinize binlerce teşekkürler kendi adıma
Var olunuz mutlulukla, huzurla