- 432 Okunma
- 1 Yorum
- 0 Beğeni
-ASIRLARA SIĞMAYACAK ÖYKÜSÜYLE DÜNYA KUPASININ İLK YARIM ASRI-
Bir Dünya Kupası heyecanı daha dünyayı kasıp kavurmaya hazırlanıyor. En popüler spor dalı olan futbolun bu en büyük organizasyonundan söz ediyorum. Kitleler üzerindeki etkisi de böyledir. Sözgelimi sporun birincil adresi olan Olimpiyatlar bünyesinde futbol ne kadar da yavandır. Olimpiyatları gözde kılan branşlardan söz edebiliriz. Kanımca başta atletizm gelir. Yüzme, jimnastik, boks, güreş, halter, vs. müsabakaları zevkle izleyebilirsiniz. Ne var ki bir futbolsever için Olimpik bir futbol zevkinden bahsedilebilir mi?
Gerçektende futbolun en büyük zevkini veren dünya kupasıdır. Hatta dünya kupasının bizatihi futbolu da aşan bir büyüsü, tılsımı olduğunu düşünürüm. Yerkürenin dört bir yanında sair zamanda futbolu izlemeyip de hususi dünya kupasını izleyen yığınlar olmalıdır. Bunu mümkün kılan temel bir unsur dünyanın en iyi futbolcuları için dört yılda bir ele geçen kaçırılmaz bir kariyer fırsatıdır. Bu ise cazibeyi başlıbaşına katlayan bir öge olmaktadır. Kuşkusuz ticari etkenler her zaman vardır. Başta organize eden ülke açısından olmak üzere muazzam bir maliyet kazanç dengesine oturmaktadır. İster istemez büyük maliyetlerin yüksek kazançlara dönüşmesi gerekmektedir. Bu da önemli ölçüde kitle psikolojisinin yönlendirilmesiyle, kanalize edilmesiyle sağlanabilir.
1930’dan bu yana düzenlenen finallerin özellikle öne çıkan enteresan olayları vardır. Halit Kıvanç’ın 2002 dünya kupası öncesinde “Kupaların Kupası Dünya Kupası” başlığıyla anı türünde yayınladığı eser ilgilenenler için tam bir damak tadı fırsatı sunmaktadır.
Sözgelimi 1930 dünya kupasının Arjantin ile Uruguay arasında oynanan final müsabakasını idare eden Belçika’lı hakem John Langenus bizde ki meşhur bir tabirle nevi şahsına münhasır insanlardandır. Ceket pantolon kravat giyinerek karşılaşmayı idare ederek epey resmi bir hava estirir hani. O zamanlar öyle miydi acep sorusuna yok be ya o zamanları da aşan bir takım taklavat demek durumundayız. Sportif bir müsabakadan ziyade resmi bir program modundadır. Stadı dolduran onbinler tarafından langaroz bir insan olarak algılanmış mıdır bilinmez ama Langenus hakemlik tarihinin en marjinal insanlarından biri olmalıdır.
Uruguay’lı yazar Eduardo Galeano’nun dünya kupası tarihine dönük hatıratının aynı zamanda her turnuvanın cereyan ettiği dönemin kültür, sanat, siyaset dünyasına dair olaylarınada değindiği gelir aklıma.
Düşünüyorumda şöyle bir; 1930 dünya kupası oynanırken en etkin ve gözde sanat dallarından biri hatta belki de başta geleni sinema olmalı. Televizyonun olmadığı devirlerin bu modern zamanların etkin şöleninin büyüsü iki savaş arası dönem ve büyük buhran yıllarının insanını apayrı efsunlamış olmalı. Mesela bir Greta Garbo’nun insan ruhu üzerindeki afyonkeş etkisini düşünüyorum. 1924’de İstanbul’u da ziyaret eden Garbo’nun mitsel gücü ve ihtişamı nereden kaynaklanıyor olabilir. Bir şimal rüzgârı estirmiş olması ölçüsünde sinemayı erken bırakması ya da basınla kurduğu oldukça mesafeli ilişki kadar üstte de belirttiğim gibi insanlığın en bunalımlı evrelerinden birini geçiriyor olması da insanlar üzerinde radara yakalanma olasılığını arttırmış olmalı. Hani derim ki, bıraktığı etki itibariyle sinema tarihinde kendisinden daha güzel olabilecek kimi yıldızları da geride bırakmış olması, daha ziyadesiyle anılması depremin büyüklüğü ile şiddeti arasındaki fark misalidir gerçekte. Ve bir daha hiçbir film yıldızının böylesi bir albeniye sahip olamamasınında sırrı buradadır belki de.
1934 dünya kupasında İtalyan Milli takımı teknik direktörü Vittorio Pozzo öne çıkar. Takımını dünya şampiyonu yapmasının yanı sıra, Faşizm’in meşhur lideri Benito Mussolini’ye kafa tutarak da bunu yapacaktır. Nasıl mı? Final müsabakası öncesinde “Duçe” Pozzo’ya talimat verir. Milli takım maça çıkmadan askeri bir geçit törenine katılacaktır. Malum, sporun totaliter rejimler arası bir propaganda aracı ve güç gösterisi unsuru teşkil ettiği bir dönemdir. Ne ki, Pozzo bu isteğe sıcak bakmaz. Böylesi zorlu bir final öncesi takımın dinleneceği bir zaman diliminde tören programına alınmak istenmesinin anlamsızlığından yakınır. Musolini üstelemez ama tehdit savurmayı da ihmal etmez. Dünya şampiyonu olamazsanız vay halinize! Demek ki, meziyetleriyle öne çıkan bir insanın diktatöre karşı çıkma lüksü olabiliyor. Peki ya şampiyonluk gelmeseydi. İşte bu kocaman bir soru işaretidir. Diktatör blöf mü yapmaktadır? Yoksa Pozzo gibi bir teknik adam bile poz vermesinin bedelini öder miydi?
Bu arada 1934-38 dünya kupalarında İtalya’nın şampiyonluğunun yanısıra 1936 olimpiyatlarında Berlin’in ev sahipliği 30ların ikinci yarısında spor dünyasında faşizm ve nazizmin güç gösterisini öne çıkarmaktadır. Demem o ki, spor ve propaganda olgusunun öne çıkan örneklerindendir bunlar.
1938-50 arası ise evrensel kıyımın spor dünyasına dolayısıyla futbola darbe indirdiğine tanık olacaktır insanlık alemi. Cephelerde Marlene Dietrich ve parçası Lili Marleen fırtına estirecektir. Bir buz kıracağı olan Mavi Melek birbiriyle çarpışan orduları ve askerlerini ise kırmayacaktır o dem.
1950 dünya kupasına baktığımızda ise dramatik bir turnuva karşımıza çıkmaktadır. Öncelikle Brezilya’ya gidebilme hakkı elde ettiğimiz halde uzaklık ve maliyet faktörleri dairesinde katılamamamız elbet hazindir. Ancak dünya futbolu tam bir dram yaşar. Evsahibi Brezilya şampiyonluğa kilitlenmiş durumdadır. Üstelik turnuvanın finali dünyanın en büyük stadı olan 200000 seyirci kapasiteli Maracana’nın açılış maçına karşılık gelmektedir. Brezilya ile Uruguay karşı karşıya gelir. Favori ev sahibi 1-0 da öne geçer. Tribünlerde tam bir karnaval atmosferi yaşanmaktadır. Öyle ki, konuk takımın beraberlik sayısı bile bu inanç ve coşkuyu bozmaz. Ne çare ki, son dakikalarda Uruguay’ın 2-1 öne geçmesiyle yaşanan tam bir şoktur. Hele ki, maçın bu şekilde sona ermesini müteakip saatlerce stadın boşalmadığı onbinlerce insanın hava karardıktan sonra bile elleri çenelerinde tribünlerde oturduğu anlatılır. O yıllarda FİFA başkanı olarak dünya futbolunun patronu olan Brezilya’lı Jules Rimet’te depresyondan nasiplenir. O an içinde bulunduğu psikolojiyi sonradan “Kupa kollarımın arasında onunla ne yapacağımı bilemeden kendimi yapayalnız hissettim. Uruguay kaptanını buldum ve kupayı kendisine neredeyse gizlice teslim ettim. Ona tek sözcük söylemeden elini sıktım.” Sözleriyle özetlemektedir.
İsviçre 1954 ise ülkemizin turnuvanın tarihinde ilk kez temsil edildiği yıl olmaktadır. İlginçtir kura sonucu iştirak hakkı kazanıyoruz. İspanya ile yaptığımız eleme mücadelelerinde o zaman ki statü bize avantaj sağlar. İlk maçı İspanya 4-1 alır. İkinci maçı Türkiye’nin 1-0 kazanmasıyla beraber averaja bakılmaksızın üçüncü maç oynanır. 2-2 beraberlik üzerine penaltılara gidilmeyip kura çekilir. Veee! İtalyan bir çocuk para atışında Türkiye’ye final biletini uzatmaz mı? Bu tarihi andan ne zaman söz edilse, assslanım! İtalyan çocuk demekten kendimi alamam.
Finallerin en ilginç maçları F. Almanya- Macaristan mücadeleleri olmalıdır. O yıllarda Macar takımı yenilmez armadadır. Grupta Almanları 8-3 gibi bir skorla darma duman ederler. Öyle ki, finalde tekrar karşı karşıya geldiklerinde Alman takımına şans veren yok gibidir. Hele ilk on dakikada Macar takımı 2-0 öne geçince maçın artık bittiği izlenimi vermez mi? Oysa gerçekleşen bunun tam tersidir. F. Almanya 3-2 galip gelerek kupaya uzanıverir. Kimbilir, Alman takımlarının skora boyun eğmediği maçı doksan dakika olarak kavradıkları imajının dünya futbolunda kökleşmesine zemin hazırlayan da bu maçtır belki de. Diğer yandan bu mucizenin gerçekleşmesini Alman takımının hocası Herberger’e bağlayan ekseriyette pek haksız sayılmaz. Hani o 8-3 Macarların kazandığı ilk maçta Alman takımı aslarının bir bölümüne yer vermez. Öyle ya turnuva uzun bir maratondur. Şampiyonluğu hedefliyorsanız sessiz ve derinden gitmeniz mantıksız mıdır? Alman hoca da futbol tarihinin büyük taktisyenleri arasında yerini alacaktır.
1958 İsveç bir büyük yıldızın dünya futbolunda doğuşunu müjdeler. Henüz 17 yaşında Pele yedekten oyuna girdiği bölümlerde attığı gollerle Brezilya’nın ilk dünya şampiyonluğunu kazanmasında önemli rol oynar. Elbette Didi, Vava, Garincha gibi abileri asli yıldızlar olarak öne çıkmaktadır. Ancak turnuvanın en büyük yıldızı Fransız santrafor Just Fontaine olmalıdır. Attığı on üç golle bugün bile bir dünya kupasında en çok gol atan futbolcu olmaktadır. Fransa’nın üçüncülük derecesini elde ettiği karşılaşmada F. Almanya’ya dört gol birden atması ayrıca enteresandır. 1960 Avrupa şampiyonası finallerinde de gol krallığını paylaşan isimler arasındadır. Kulüp takımları düzeyinde de ihtimal bugün ismine bile rastlamayacağımız Reims takımının döneminin efsane kulübü Real Madrid’e kafa tutması Fontaine’siz mümkün olur muydu acep? Ne var ki, La Fontaine uyarlaması bu masalsı futbolcunun geçirdiği ağır sakatlıklar neticesinde genç yaşta futbola veda etmek zorunda kalması ayrıca hazin bir durum olmalıdır. Kuşkusuz bu tarz ender bir yıldızın dünkü ışımasının muazzam gücüyle bugünde kâinatın uzak bir köşesinden biz dünyalılara göz kırpmaya devam ediyor olması hiçte uzak bir ihtimal olmasa gerek.
1960’lar doğu blokunun futbolda ses getirdiği yıllar olmaktadır. Sovyet Rusya’nın Avrupa şampiyonu olmasının dışında Yugoslavya ve Çekoslovakya’da iyi bir çıkış yakalar. Yine de dünya futbolunun patronu Brezilya’dan başkası değildir. Samba orkestrasının baş aktörü ise Garincha olacaktır. Tüm zamanların bu en iyi sağ açığı, Güney Amerika’da görülen bir kuş türünden esinlenerek verilen lakabıyla birlikte futbol tarihinin en büyük virtüözlerinden biri olarak sahne almaktadır.
1966 dünya kupası ise Kuzey Kore’nin İtalya’yı 1-0 mağlup edip turnuvanın flaş takımı Portekiz’e kök söktürmesiyle beraber oldukça heyecanlı başlar. Yine turnuva, Mozambik asıllı Eusebio ve takımı Portekiz’in yanı sıra gelmiş geçmiş en iyi kaleci olarakta anılan Sovyet Lew Yashin ve ona otuz metreden müthiş bir gol atan Beckenbauer ve nihayet final mücadelesinde Almanlara attığı tartışmalı golle hatırlanan İngiliz Hearst ile birlikte belleklerde yerini alacaktır. Ülkemiz açısından en dikkate değer hadise ise tarihimizde ilk kez bir dünya kupası mücadelesinin radyodan naklen verilmesi olmalıdır. Evet, yanlış duymadınız. Meşhur İngiltere F. Almanya finalinden bahsediyorum.
1970 Meksika’da ise Brezilya üçüncü kez Jules Rimet turnuvasını kazanır. Açıktır ki tam bir Pele resitalidir. İtalyanlar bile bu kasırgaya dayanamazlar. Bu arada dünya futbolu bir başka leblebi misali gol atan Alman Gerd Müller’i selamlar.
Nasıl? Ülkemizde televizyondan ilk kez dünya kupası naklen yayını mı? Hiç şüphesiz, 1974 finali olmaktadır. F. Almanya ile Hollanda arasında gerçekleşen ünlü final ekranlarımızı şenlendirir. Bir yanda sarı fare lakaplı Johann Cruyff diğer yanda ise Kaiser ünvanlı Franz Beckenbauer. Kahretsin yahu o heyecanı idrak edemedim. Ancak futbol belgesellerinde bazı kareleri yakalamak mümkün de bütünü görmek ve yaşamak ne mümkün.
1978 finallerinde ev sahibi Arjantin’dir. O yıllarda Güney Amerika ülkeleri siyasi çalkantılara sahne olmaktadır. Militarizm politik ve toplumsal yapıları kasıp kavurmaktadır. Avrupa futbolunun bazı ünlü yıldızları bu durumu protesto ederek milli takımlarından affını isterler. Alman Paul Breitner ve Hollanda’lı Cruyff turnuvada yer almazlar. Böylesi politik angajmanlar, degajmanları bir nebze gölgelemektedir. Yine de Hollanda’lı Arie Haan’ın savurduğu füzeler uzaklardan, çook uzaklardan Meier ve Zoff kalelerini imha etmek suretiyle futbolun göğsünü kabartmaktadır. Elbette turnuvaya damga vuran isim Mario Alberto Kempes’ten başkası değildir. Nihayet dünya kupası tarihinin 1000’inci golünü izlemekte 1978 dünya kupasına nasip olacaktır.
Şu kadar ki, bir yandan diktatörlükleri dahi kamufle eden, dik tutan yapısı; diğer taraftan şovu, gizemi, mistiği, tılsımı, kerameti ile asrın alamet-i farikası aradığı karşılığı en çokta futbolda ve onun en büyük uluslararası organizasyonu olan dünya kupasında bulmalı...
L.T.