KRİZANTEM
Hangi çiçeği görsem sana benzetiyorum sevgilim. Seninle alevlenen her anımı ve seninle o günbatımı akşamları özledim.
Dün geceden yağan yağmur sabaha dek yağdı her damlasında seni görüyordum ve sırılsıklam oldum, yine bildiğin o çay bahçesinin yazlık bölümündeydim ve tüm yağmurlar üzerime yağıyordu. Tren yolunun çakıllarını aşındırıp her zaman uğradığımız “Mavi Nehir” çay bahçesindeydim. Garsonlar seni sordu benden: “Hasta mıdır, neden seninle değil? Diye merak ettiler. Ben sustum...sustuğumu da hayra yormadılar ya, ayrılığın izleri hala üzerimdeydi yıllar geçmesine rağmen hala o kederli halimleyim. Her zamanki gibi demli bir çay söyledim garsona ve yanında kanserliden iki paket! dost zehirim; bu kez sensiz daha çok beni zehirliyordu o medetsiz dumanıyla, öksürürken boğazımda keskin bir acı duyuyorum. Artık bahar havaları da beni hasta etmeye yetiyor
Nereye dokunsam sen aklıma geliyorsun Krizantem çiçeğim. İçimde dayanılmaz bir sancı ve sensizliğe tahammül etmek çok zor. Bu kenti yakasım gelir bazen; içindeyken sen bu kentin ve seninle karşılaşmıyorsam neden? Aynı iklimde yaşıyoruz ama yabancı havaları soluyoruz, ne garip değil mi?
Neyse... Şimdi kalkıp gitmeliyim, aynı yolda çakılları döve döve kederi söve söve gidiyordum. Geri dönüyordum ve nerelere gideceğimi bilemeden. Köşe dedim de aklıma seninle çarpıştığım o “MAVİ KÖŞE BÜFESİ” geldi. Hatırlar mısın bilmem, hani seninle çarpıştığımızda tüm kitapların yere düşmüştü ve bana çok kızmıştın “Biraz daha dikkatli olamaz mıydın” demiştin ve hemen ardından “özür dilerim bayan” demiştim. Hem kitaplar ıslamnış hem de biz ıslanmıştık. Ne ıslak ve yağmurlu günlerdi. Ve sonra tanıştık, iyi bir dostluktan sonra duygusallık başlamış közü kara sevdalanmıştık birbirimize... Ve kentin, yazın tozlu, kışın çamurlu olmasından yakınırdık.
Şimdi geceleri seni, sensizliğimi yazmaya başladım, çok kalem ve defter tüketiyorum beraberinde kendimi de tüketerek...
Çok mu uzaksın benden? Gece gündüz geziyorum seni bulma umudum nerdeyse tükendi ve yerin yedi kat dibinde misin ki seninle karşılaşma ihtimali bile yok.
Sonra Ozan baba’nın “uğrak” barına uğradım bir iki şeyler içtim, orada da seni tazeledik günün tüm yorgun halimle, Ozan baba sana kırgındı biraz “Abartılacak ne vardı sanki” dedi.
Sonra gözüm televizyondaki “hava durumu” haberlerine takıldı. Yarın kente yoğun kar yağışı bekleniyormuş, aklıma bu kez seninle Kardan gelin yaptığımız o kış geldi, ne mutluyduk ve yaz kadar sıcak ve neşeliydik o ayaza rağmen...
Neyse Ozan baba’ya “benim boş vaktim sizin iş vaktidir” deyip kendimi dışarıya attım. Beyaz tüysü kar tanecikleri gökten dökülmeye başlamıştı bile, hava durumu tahminleri doğrulamıştı. Gece yarısı gösteriyordu senin bana “kayıp doğum’um” hatırası olarak aldığın kolumdaki saat...
Bir yanım hüzün öbür yanım seninle hala düşte
Ikisin; iki yakayı bir araya getiremediğim gibi...
Sonra ensemde buruşuk ve yumuşak bir elin dokunduğunu hissettim, tahmin et; kimdi biliyor musun?. Bizim Deli Bedo!
Deli Bedo, babası Kıbrıs harbinde Rum askerlerinin kurşunlarıyla şehit olmuştu, annesi dul kalınca amcası onu nikahına almıştı(Töre) sevdiği Nazlısı ise baba zoruyla düşmanlık hafifletme(barış sunağı) nedeniyle babasının yaşındaki biriyle evlendirilmeye kalkışınca Nazlıcan kendini iple asarak hayatına son vermişti, tüm bu olanlardan sonra Bedrettin artık sokakların “iadesiz” malı olmuştu! Artık sokaklarda yatıp kalkıyordu onun için hayatın anlamı yaşamın gizeminde saklı olan düşlerindeydi. Halk onu seviyordu çünkü Deli Bedo, sokakların en zararsız delisiydi ve çok da hassas bir yüreği vardı, yardımseverdi ona verilen yardımları, o da alıp sokak hayvanlarına gıda olarak dağıtırdı. Cesurdu ve haksızlıklara asla dayanmazdı.
Sevdiceğim... Deli Bedo gene ismini telavuz edemedi “Krizantem” yerine “Kristanem” deyiverdi. Ve sonra ne dedi biliyor musun?
“İkiniz biribirinize çok yakışıyordunuz neden ayrıldınız” deyince içim gitti ve sessizliğe bürünüverdim, sustum öylece...
“Şimdi kar şarkılarını biriktiriyorum/ ben bir yerde, düşlerinle başka bir yerdeyim
Oysa ne çok sevmiştim/ Ben sensizliğin açlığından , sevgi kırıntıların bitiği gözlerinden ölüme hüküm giyindim"
2
Hangi masum çocukları görsem yüzlerinde senin iklimini yaşıyorum; ağlayan çocuğun gözlerinde ayrılığı, gülümseyen çocuğun gözlerindeyse bahar mevsimini duyumsarım. Benim yüreğimdeki buralar öteki dünyadır, mahşerdir, prensesini kaybeden bir Karacadağ gibiyim, sönmemiş bir volkanken şimdi kraterlerinde gölleri dolduruyorum gözyaşlarımla. Seninle o günbatımı geceleri özledim. Dönüşün artık hayal...
Dünden beri yağan kar diz boyu geçti, üzerimde kanatları kopmuş birer kelebek gibi gözlerime doluyor o tüycükler. Elimde yırtık bir eldiven ve yine körolası ayakkabım; su sızdırıyor ve soğuk ciğerime işliyor, sen yanımda olsaydın bunların hiç biri olmazdı ya....
Istasyon caddesinde yürümeye başladım ve farkına varmadan sizin eve yakın gelmişim, seni düşünürken; karşımda Annen ve öylece bakıyordu, tesadüf mü yoksa rastlantı mı? Hatırlasana “Tesadüfler ve rastlantılar” ayrı kavramlardır demiştin ve bir gün boyunca bunu tartışmıştık en sonunda Lodos ve poyraz gibidir isimleri farklı ama görevleri aynı demiştim. Ve iki gün gene küs kalmıştık, neyse annene dönüyorum; annen iki büklüm olmuş ve elinde değneğiyle bana gülümsedi ve bana sarılmasını o kadar istedim ki hemen ellerine doğru öpmek isterken “Abdestliyim oğlum sana sarılıp öptüğümü varsay” dedi “ Nasılsın, bizim kızla görüşüyor musun?. Ben devrilmiş bir dağ misaliyle;
“Güneş tepemizde ama mevsim kıştır, güneşi görüyor ama ısısından yararlanmıyoruz, kızınla da öyleyiz... İsmi yüreğimde kendi ise çok uzaklarda.”
“Haklısın oğlum, aynı tespit ve yokluğundan biz de payımızı alıyoruz” dedi.
Ve boynunu büktü. Diz ve kronik baş ağrılarında yakınırken en çok senin onu ihmal ettiğinden daha çok yakındı ve sitem doluydu. Ve düşündüm “bir evlat nasıl da anasına acı çektirmeyi huy edinebiliyordu” aklım almadı doğrusu ve o merhametli ve şefkatli annen bizim tüm gizli kaçamaklarımızı bildiği halde bir gün olsun yüzümüze vurmadı ve hep bize dua ediyordu. Sonra ben;
“Gideceğin yere ben seni götüreyim mi? Dedim.
“Hayır, eczane şuracıkta gidip bir kaç ilaç alıp eve döneceğim...” dedi “sen var yoluna git, Allaha emanet ol yavrum”.
“Sen de anneciğim, sen de”
Vedalaştık oracıkta.Yolun karşı tarafına geçmek isterken bir minibüs yoldaki bozuk asfaltan tüm kar sularını üzerime boca etmez mi? Yine ağzıma ne geldiyse... Ve tüm bu olanlar bile beni düşlerinden alıkoyamadı, üstüm başım sanki sen koktun; çünkü çamurundan, suyundan ve havasından sana dair birşeyler bulabiliyordum. Arabaya insan istifleyip ve bir yolcu kapma uğruna neler yapmıyorlar ki bu şoförler.
Bu arada Eski hal’e varmıştım. Köylüler her zamanki gibi yüksek volumlü haykırışlarıyla günün alış-verişlerini yapıyorlardı ve ardından saatlerce süren pazarlık girişimleri sonucunda çıkan tartışmalara sahne oluyordu. Dünya değişti ama bu bizim köylüler hala tarihi durdurmakla meşgul ve inan onlara kızmıyorum bile “Dünya derdine düşüp delirmektense varsın sıradanlık olsun”
3
Bu aralar hep dışarda dolanıyorum özellikle Kar ve yağmurlu günlerde dışarda dolaşmayı alışkanlık haline getirdim, kapalı yerler beni boğuyor gibime geliyor ben böyle anlarda kendimce hayattan tad aldığımı düşünüyorum.
Ve öğleye doğru şehrin lüks semti olan “Yenişehir” e yürüdüm. Yine seninle yürüdüğümüz kaldırımlarda yürümeyi yeğ tuttum. Ve caddeler yine çamurla vıcık vıcıktı ama kaldırımlar süt beyaz karlarla örtünmüştü, sanki izlerini benden gizler gibiydi.Yarım saat kadar gezindim ve hep tren yolunda gittiğimiz "Mavi Nehir” çay bahçesine gidip dinlenmek istedim fakat yürüyecek takatim kalmamıştı, dün gece kar yağışıyla beraber hala ayaktayım ve sanırım uzun bir süre yatmamıştım. Ve beni ayakta tutan seninle bir sokakta veya bir caddede karşılaşma umuduydu ama nafileydi çünkü hiç bir yerde karşıma çıkmamıştın. “Yoksa bu kenti terk mi etti” diye düşünmeden de edemiyordum.
Çay bahçemize gitmekten vazgeçtim ve Gevran caddesinden “Sanat sokağı’na saptım, caddeler bembeyazdı ve insanlar uslu ve dalgın yürüyorlardı sanki kar onlara ölümü(beyaz kefeni) hatırlatmış gibi kimse kimseye çatmıyordu! Caddeler ise sulu ve cıvık karın arabalar tarafından kaldırımlara ve çokça da üzerimize serpiştiriyordu ve ardında şoförlere bağırmalar oluyordu ama hayatı her haliyle bu beyaz günlerinde daha çok yaşanılır kılıyordu benim için. Sanat sokağında bir kafeye tünedim ve kendime kahve söylerken garsonlara; karşımda eski bir tanıdık ve çok değerli bir dostumu başka bir masada oturuyor olduğunu gördüm.
Karşı masada kimi gördüm biliyor musun?. Nazlıay’ı gördüm hani bizim ayrılmamıza sebep gibi görünen kahraman! Oysa kızın acil yardıma ihtiyacı vardı ve mesaj atmıştı, sen de kıskanıp telefonumdaki mesajı daha ben okumadan silmiştin ve tartışıp ayrılmıştık ve ardında ben de Nazlıay’ı arayıp “neden aramadın da mesaj yazdın” diye biraz kızmıştım o “ çok acil yardımına ihtiyacım vardı ama sanırım seni aradığıma pişman ettin” dedi ve “ bundan böyle seni rahatsız etmeyeceğim” demişti. Yanaklarından süzülen inci tanelerinden gözyaşları dudaklarını ıslatarak konuşmasına engel oluyordu, benimse yüreğim yanıyordu... Tıpkı bir şarkının nakaratsız kalışıydı ve bir daha olmayacaktı yanımda ve belki artık uçan kuşlara adresi soracaklarımdan olacaktı.
Nazlıay; en son aldığım bir duyumla nişanlandığını ve bir an önce evlenip buralardan gitmek istediğini duymuştum. Ama şunu da itiraf etmeliyim ki onun mutlu olmasını çok istiyordum ve hep ona “Senin mutlu olmanı hep yürekten istiyorum” derdim. Oturalı bir saat olmuştu. Ben içerdeyken, Nazlıay bir kez olsun benden taraf bakmadı ve sanki bana görünmeden tüymek ister gibiydi ve öyle de oldu. Bir ara garsonla konuşurken onlar kalkmışlardı ve hemen ardından hesap verip çıktım kafeden. Sersem olmuştum onu zor bulmuştum ve kolay kaybetmiştim oysa ondan özür dilemek ve kendimi affettirmek için ne gerekiyorsa da hazırdım. Ekinciler caddesine çok sersemce yürüdüm ve çok gergindim ve gittikçe tükeniyordum bir bir dostlarımdan da soyutlanıyordum. Nazlıay’ı kırmıştım ve dargın olması da çok normaldi ve kendimi teselli ettirmek için Ozan babanın “Uğrak” barına doğru yöneldim beni ancak bir iki kadeh rahatlatırdı kısa bir süre de olsa...
Ve... arkamdan tatlı bir sesin “Zorgun” dediğini duydum, içimde sıcak bir sevgi akıntısının yayıldığını hissettim. Ve yavaş yavaş döndüm karşımda Nazlıay duruyordu...
“Seni artık bir daha göremiyeceğim diye çok korkmuştum” dedim.
“Neden... Hem kırıyorsun hemde göremiyiceğinden korkuyosun?” ve “ sana çok ama çok kırgınım, böyle birşeyi nasıl yaptın hala da aklım almıyo ama sanırım...” devamını getirmedi, öylece susup kaldı.
Bazen başkasını severken yanı başımızda delicesine seveni farkedemiyoruz, işte ben bu aşkın becerisine hep şaşırıp kalırım, ayaklarımızı yerden keser kimliksizce sevmeye yelteniriz yani ırkı, dini ve ulusunu gözetmeden. Bir de aşk, alışkanlık haline dönüşünce zaman içinde usançlıklar başlar ve bıkmakla aşk etkisini kaybeder; alışkanlık dediğim bazen evlilikle bazen de çok aşırı sevmeler sonucundan oluşur sanırım.
Sonuçta bunu öğreniyoruz; aşk ile dostluğun bir arada yürümediğini ve aşırı sevmenin hep maraz verdiğini...
“Sevmemek nasıl insanın elinde değilse, ölünceye dek sevmek de elinde değil. Bıkmakla ölen aşk unutmakla gömülür”.
"Mavi Nehir" notlarım---2009
Arşiv
YORUMLAR
DemAN
Merhaba hocam
Onur verdiniz sayfama gelmekle ve çok teşekkür ederim.
Sevgiyle kalın.
Okurken yazıyı sanki bir yerlerden bir şeyler kopartırcasına inceden bir sızı hissettim. Gözle değil yaşayarak sanki yazılanları izleyen biri gibi okudum. Gerçekten çok güzeldi. Yazılarınızın bir çoğu gibi..
Özellikle de "Sevmemek nasıl insanın elinde değilse, ölünceye dek sevmek de elinde değil. Bıkmakla ölen aşk unutmakla gömülür” kısmı... Tebrikler yürek sesiniz daim olsun ve hiç susmasın.. Okumak çok güzeldi.