SONBAHAR...
Takvimler, yılı tüketen son sayfalara yaklaştıkça, hüzün veren sadece geçen günlerin, yılın son mevsime ait olması değil, ömrün son mevsim olmasıdır. Sonbahar yaşında olup sonbaharın verdiği hüznü yaşamamak mümkün değil. Cahit Sıtkı’ya kulak verip “yaş otuz beş yolun yarısı eder.” mısralarına sadık kalmak ya da “hayat kırkından sonra başlar” sözüne sadık kalıp sonbaharı bir ilkbahar gibi yaşamak, tamamen içinizde yaşattığınız çocuklarla ilgili bir şey.
Dökülen yapraklara her basışımda çıkan sesi bir nağmeye benzetmeyi bir kenara bırakıp öç alır gibi basarak, bu sonbaharın hayatımdaki sonbahara denk gelmesinin hıncını alıyor gibiyim.
Kışa doğru yol alırken, kışlık erzakını çoktan hazırlamış olan karıncanın taşımış olduğu huzur bende yok. Ağustosböceği gibi saz çalıp oynayamadığım için hayıflanmalı mıyım bilmiyorum ama, geçen ilkbahar ve yaz aylarını vermiş olduğu sevinç ve coşkuyu yaşayamamanın üzüntüsü var sadece. Kış ayında arkama dönüp baktığımda bir şey göremeyince ağustosböceği gibi pişmanlık duyacağım sadece.
Kış mevsiminin ne kadar süreceğini kimse bilemez lakin, göz kapamaya yakın ellerimi semaya açtığımda avucumda bir şey görememenin üzüntüsünü taşırken, ettiğim dua nasıl içten bir yakarışa dönüşecek, doğrusunu isterseniz kestirmek çok zor.
Sonbaharın gelmesi ile birlikte yaşanan telaşı seyretmeniz ne kadar mümkün oluyor bilmiyorum ama buradaki telaş görülmeye değer; Meyveler çoktan kaynatılıp konservelere konarak raflara dizildi bile. Yardımlaşarak yapılan salçanın kaynama aşaması her ne kadar zahmetli olsa da, bir araya toplanıp o coşkuyu küçüklü, büyüklü yaşamak seyre değer. Kaynayan salça kazanın etrafında en az yirmi çocuk, hepsinin elinde bir dilim ekmek, bir yandan yanan ateşin verdiği sıcaklıktan kaçmaya çalışıyorlar, diğer yandan salçalı ekmekten bir an önce yemenin sabırsızlığını yaşıyorlar.
Salçayı ekmeğine sürdürmeyi başaran çocuk, sonbaharın ılık rüzgarı eşliğinde bir kenara çekilir, kuş cıvıltısı gibi sesler çıkararak ekmeğini yemenin doyumsuz tadını almaya başlar.
Birazdan ağızlarının etrafı kıpkırmızı olacak ve birbirlerinin ağzına bakıp gülecekler.
Hani çocukluğu yaşamanın kuralları vardır ya. Düşüp dizlerini kanatmak, yaranın iyileşmesine izin vermeden oyun oynamak, tekrar düşüp aynı yeri tekrar kanatmak, düşerim diye korkmadan ağaç dalına çıkıp meyve yemek, ellerini yıkamadan sofraya oturmak gibi…İşte bunlardan biri de kaynayan salça kazanındaki salçadan bir dilim ekmeğe sürüp yemek.
Betonu yararak çıkmayı başaran sarmaşık fidanının, kısa sürede 3. kata ulaşmayı başardığını düşünüp ve incecik gövdesine rağmen döktüğü yaprağı görüp ciddiye almamak mümkün değil. Ve sabah olduğu zaman sokaktaki yeşilden başlayarak, sarının her tonunda olan hatta kırmızı yaprağın bile bulunduğu sokağın güzelliğini tahmin etmeniz mümkün değil ancak görmeniz gerek.
Sonbahar, hazan mevsimi... Hüzün mevsimi… Son yılın son mevsimi… Ömrün son mevsimi…
Gözlerimi kapatıp düşünüyorum. Şehrin üzerine çöken yoğun sis ve buluta rağmen şehri en tepeden izlemeye çalışıyorum. Yahya Kemal Beyatlı gibi “sana dün bir tepeden baktım aziz İstanbul” diyemiyorum ama aklıma Ahmet Hamdi Tanpınar’ın “Bursa’da zaman” şiiri geliyor. Eski bir camii avlusunu arıyorum. Bu kadar camii arasında hangisi olabilir acaba? Ya küçük şadırvan. Hala su şakırdıyor mu acaba?
Hangisi daha zor görüp yazmak mı? Yoksa düşünüp yazmak mı? Gözlerim kapalı şehri seyretmeye devam ediyorum. Yeşil Bursa’nın ne kadar yeşil kaldığı tartışmasını sonraya bırakıyorum. “takvimlerden haberin yok geçiyor yıllar” ne güzel bir şarkı. Ama bana hitap etmiyor. Çünkü benim takvimlerden de geçen yıllardan da haberim var.
En kenarı seçip şehre bakıyorum. Sarı, solgun renge rağmen Yeşil türbe uzaktan da olsa o kadar güzel görünüyor ki. Sarı ve yeşil renkler birbirlerine ne çok yakışıyorlar.
Ulu camii, mevsime uygun soluk rengine rağmen içi kışın sıcacık yazın ise serindir. İster serinlemek için, ister ısınmak için, ister birkaç dakikalık bir yöneliş için, her ne sebeple olursa olsun içeri girip o muhteşem güzelliği görmelisiniz.
İnsan gördüğünü daha kolay anlatırmış. Yeni yapılan çarşı ve yapılara rağmen ileride uzayıp giden hanların görüntüsü bir başka. Sanki tarihi taşıyor olmanın haklı gururunu yaşıyor gibiler.
Bankta oturan iki sevgili görüyorum. Havanın serin olmasının bahanesini yaşayıp birbirlerine sarılmış haldeler. Fuzuli’nin mısraları aklıma geliyor. Aşık-ı sadık menem mecnun’un ancak adı var. Ya da Mevlana’nın bir beytini düşünüyorum. “her şey maşuktur, aşık bir perdedir. yaşayan maşuktur. Aşık bir ölüdür”. Hangisi aşık, hangisi maşuk anlamaya çalışıyorum. Hangisi yaşıyor, hangisi ölüme doğru kendini atıyor acaba? Bir süre sonra hareketlerinden anlıyorum ki ne aşık var ortada ne de maşuk.
Trafik gürültüsüne rağmen gözlerimi tekrar kapatıyorum. Şu an da duymak istediğim tek şey kuş cıvıltıları. Bir okulun zili çalmaya başlıyor. İşte! kuş sesleri… Duyuyorum...
Zaman zaman “nefes alamıyorum” sözüme karşılık olarak “nefes almazsan yaşayamazsın” cevabı verildiğinde bunu nasıl izah edebilirim diye düşünmeyi bir kenara bırakıp ciğerime çektiğim temiz havayı anlatmaya başlıyorum. Hep güzeli anlatmak daha kolay olmuştur. Ben de kolay olanı seçiyorum.
Osmangazi ve Orhangazi türbelerini ziyaret edip bir sure okuyorum. Ve içimden fısıldayarak diyorum ki “bu güzel şehir için size teşekkür ederim”.
Dökülen yapraklara basarak yürümeye başlıyorum tekrar. Bir temizlik görevlisi yaprakları süpürüyor bir yandan. Yaprakları toplayıp havaya atmak istiyorum ama bana bakan insanların hakkımda düşündüklerini tahayyül bile edemeden bu düşüncemden vazgeçiyorum. Temizlik görevlisine “bu gün süpürme bırak biriksin biraz daha” diyorum. “görevim abla” diye cevap veriyor. Her canlının her mahlukatın bir görevi var. Çok haklı herkes görevini yapmalı.
NURAN.....