- 858 Okunma
- 0 Yorum
- 0 Beğeni
GEZDİM, GÖRDÜM SILAYI
Emeklilik “bitiş, tükeniş, ununu eleyip eleğini asmak “ değildir. Bana göre tam tersine hangi yönde becerin varsa onu gerçekleştirmek yönünde bol bol zaman bulabilmektir. Bunu yazdığım yazılarla, çizdiğim resimlerle kendime pay çıkarmak için söylemiyorum. İlle de herkesin aynı yönde becerilerinin olması gerekmez. Kimi zamanını bağda bahçede değerlendirir, kiminin sesi güzeldir müzik korolarında yer alır, saz çalar, türkü söyler, yeni dostluklar kurar. Torunlarla uğraşmak, gücü ölçüsünde gezilere katılmak, yıllar öncesinden arkadaşlarla buluşup sohbet etmek… Zamanı boş geçirmemek adına daha o kadar uğraşılar sayabiliriz ki…
Bu yazıda, her bahar geldiğinde gelenek haline getirdiğim “memlekete gitme” öykümü anlatacağım.”Ne var kardeşim, gittin geldin işte, ne macera yaşadın ki öyküsünü anlatacağım deyip duruyorsun?” diyebilir yazıyı okuyanlar. Kendilerine göre haklı olabilirler. Bana göre ise yaşanan her şey anlatmaya değer, hele içinde heyecan, duygu, sevgi varsa…
Yolculuğumdan birkaç gün önce Didim’de tanıştığım güzel insan Azimet Bey telefon etti.
-Alo buyurun!
-Alo hocam, ben Azimet, ne yapıyorsun, nasılsın?
-Teşekkür ederim, siz nasılsınız?
-Sağ olun, iyiyim. Bugün Eryaman’a gelebilir misiniz, sohbet ederiz, ayrıca size bir de sürprizim var.
Saat 11.00’de buluşmak üzere sözleştik. Bir şeyler yeme, çay kahve içimi ve sohbetten sonra Azimet Bey beni Eryaman’da Etimesgut Belediyesi’nin açtığı, emeklilerin dinlenip etkinliklerde bulunduğu lokale götürdü. O gün emeklilerin “türkü, şarkı söyleme” günüymüş. Öyle güzel söylediler ki Anadolu’nun eski türkülerini. O heyecanları, bazı acemilikleri bile insana keyif veriyordu. Azimet Timur arkadaşım da bir türkü söyledi. Videosunu çektim, daha önce paylaşmıştım, yazının sonuna yine ekleyeceğim. Bu olayı da emekliliklerinde sıkılan, bunalıma giren arkadaşlar için yazdım. İçinde atarı, yaşama sevinci olanlara yapacak iş çok.
……………..
Ak bürgülü, toprak yüzlü, Anadolu kadını anam “Salı günü yola çıkmayın!” derdi. Benim böyle inançlarım yok; ama onun hatırasına bu yolculuğa 11 Nisan Çarşamba günü çıktım. Yolculuk dediğim de üç saatlik yol. “Kırşehir’de eniştenin, yeğenimin arabasını alırım.” düşüncesiyle otobüsle gittim. Giderken yanımda gazete, kitap olmayınca benim için yol zor biter. Gazete yanında, televizyon seyrederek, bir de otobüsün camından fotoğraflar çekerek yolculuğu zevkli hale getirmeye çalıştım.
Bozkırda, Ankara- Kırşehir arasında yol boyu ufak çalılar, söğüt, kavak ağaçları dışında pek yeşillik bulamazsınız. Mevsim ilkbahar olduğu için ekinler bir yeşil halı gibi döşenmiş boz toprağa. Yağmur yeterince yağmış olmalı ki yol boyunca görebildiğim yerlerde çok güzel ekin var. Çiftçinin buğdayı, arpası para ederse yüzü güler.
Bindiğim otobüs Kayseri otobüsü olduğu için yolda mola verdi. Molada can dost arkadaşım Sadi Köksal’a telefon ettim. “Sen, Ankara’ya çocuklarının yanına her gelişinin dönüşünde Mucur’da arkadaşlara övünüyormuşsun ‘Numan, benim Ankara’da özel şoförüm(!)…’ diye. Şimdi sen benim özel şoförüm olacaksın, enişte ve yeğenimin arabası meşgulmüş. Ben yarım saat sonra senin evin önündeyim.”
Sadi, yeter ki boş olsun, çok önemli bir işi olmasın böyle isteklere hiç hayır demez. Şimdi onu fazla övmeyeyim, koltukları kabarır.
Mucur girişinde otobüsten indim. Biraz yürüyünce bahçe duvarının üstünde Sadi’nin kafası gözüktü. Belli ki aşağıya inmiş beni bekliyordu. Zaman zaman bana takılır, yanımızda biri varsa beni göstererek “Bunun mu kafası büyük, benim kafam mı büyük?” diye sorar. Ne desin yanımızdaki kişi? Ben, hemen “Yok birbirimizden farkımız.” derim, güler geçeriz.
“Kahvaltı yapalım.” dese de “Haydi bakalım, bugün de sen benim özel şoförümsün. Nereye dersem oraya götüreceksin beni.”
Altmışından sonra ehliyet alanın arabasına binmek de cesaret ister. O cesareti gösterip bindim arabaya, düştük Aflak (Altınyazı) köyünün yoluna. Orta Anadolu bozkırının en güzel dönemidir ilkbahar. Arazi yeşil ekinlerle donanmış tarlalar, boş bırakılmış tarlalar… Bu arada köye yaklaşırken yolun sağ tarafında Mucur’un çöplüğü var. Orayı görünce çok üzüldüm. Bir çukura dökülmesi gereken ya da etrafı koruma altına alınması gereken çöpler darmadağınık. Koca bir alanda, doğanın o güzelliği içinde çöpler dağılmış, kelimenin anlamıyla rezil durumda.
Hem öğrencimiz hem de meslektaşım olan Hamdi Güldiken bizi içtenlikle karşıladı. Manisa’da Türkçe-Edebiyat öğretmenliğinden emekli olunca gelip köyüne yerleşmişti. Toprakla, doğayla iç içe emekliliğini çalışarak değerlendiriyordu. Çay ocağa kondu, biz kapıda koyu sohbete daldık.
Yıllardır görmediğim sınıf ve sıra arkadaşım Nasuh Atila da bu köylüydü. İzmir’de yaşadığını biliyordum. Söz ondan açılınca Hamdi, “Nasuh ağabey de burada, köye ev yaptırıyor.” deyince “Aman, hemen haber gönder, gelsin!” dedim. Bu yaşta bile beni bir heyecan sarmıştı. Nasuh, çok efendi, sakin; ama esprili bir arkadaşımızdı. Kırşehir Erkek İlköğretmen Okulu’na altı yüz kişi içinde o birincilikle, ben ikincilikle girmiştik. Çok zeki idi; ama fazla ders çalışmazdı.
Nasuh geldi, hasret giderdik. Okuldan arkadaşlardan söz ettik. Sadi arkadaşım o köyde öğretmenlik yaptığı için birkaç kişi daha geldi. Gelenlerden biri de benim Mucur Ortaokulu’ndan öğrencim Fazlı Tunç’tu. PTT’deki görevinden emekli olmuş, köyüne ev yaptırıp yerleşmişti.
“Gel Nasuh, bir fotoğraf çektirelim de seni yıllardır görmeyen arkadaşlarımız da görsün.” dedim. Nasuh, bu bilgisayardaki sanal ortamlarla pek ilgili değildi.
Hamdi ve eşinin yakın ilgisiyle çayımızı içtik, teşekkür ederek oradan ayrıldık.
-Şimdi nereye, dedi özel şoförüm Sadi(!)…
-Nereye mi, doğru bizim köye…
-Ben, sizin köyü hiç görmedim.
-Görürsün biraz sonra, 1960-1970’li yıllarda yüz elli hane olan, o civarda okuma oranının en yüksek olduğu Sadık köyü şimdi otuz kırk haneye düşmüş. Yaşayanların çoğu da kışın oğlunun, kızının bulunduğu kentlere gidiyor.
-Dönüş yapıp köye yerleşen var mı?
-Ne gezer, çevre köylere tekrar dönüp ev yaptıranlar varmış. Aflak’ta da gördün bunu, ama bizim köyde yok.
Köye girerken fotoğraflar çektim. Ekinler yemyeşildi.
-Bak Sadi, buraya Suçıkan derler, şu tarlada çok pancar tekledim. Kıfır Hacı Emmi o tarlalarda neşemizdi bizim.
Köyün içinden geçerek mezarlığa yöneldik. 1999’da dört buçuk arayla vefat eden, köy mezarlığında da yan yana yatan anamın, babamın mezarını ziyaret ettik. Her gidişte uğradığım amcaoğlu Mahir Kurt ve eşi Yeter bacının ayranını içtik.
-Sen her yıl uğrarsın; ama bir yemeğimizi yemezsin.
-Niye, siz ekmek yaparken şu kapıda içli çöreğinizi yemedim mi?
-Ohoo, kaç yıl oldu.
Gittiğim yere hiç zahmet vermek istemem, acıksam bile “Karnım tok.” der, çayla, ayranla geçiştiririm. Yetmiş yaşına gelmiş insanları yormanın anlamı yok.
Bir başka akrabaya baş sağlığı için uğradıktan sonra yola koyulduk. Yol kenarında Kurugöllü Ahmet Deniz Bulut’un bahçesine uğramamak olur mu? Orada kahve yanında verilen köftürün tadı damağımda. Ahmet de emekli öğretmen; ama bahçede neler neler yetiştiriyor.
Sadi beni Mucur’dan Kırşehir’e giden dolmuşların durağına bıraktı. Dolmuşla Kırşehir’e giderken şu dizeler geldi aklıma:
Her baharda
Hem de nisan ayında
Sılaya gitmek gelir aklıma
Otlar boy atmış, ekinler yeşermiş, çiçekler gülümsüyor toprakta
Şöyle bir gökyüzüne baktım
Bulutlar kararıyor
Yağmur damlaları yuvarlanıyor
Arabanın ön camında
Kırk ikindiler olmalı
Başka ne yağar
Nisanda, baharın bu en güzel ayında
Yurdumun her yerinde toprak, su, güneş, gökyüzü
O zaman insan niye özler
Toprağını, köyünü
Özlenen insandır
Onların sözü sohbeti
Çayı, kahvesi
İçli çöreği, bazlaması, tepiği
Hepsi bir yana
İçtenliği
Cana candır
……………….
Ertesi gün yirmi iki yıl kaldığım Mucur’a tekrar döndüm. O gün oranın pazarıydı. Kendi başıma pazarı dolaştım. Pazarda 1970’li yılların bile hareketliliği yoktu. Bu şirin ilçenin parkında oturduk arkadaşlarla; ama park ve sokaklar temizlik yönünden bu ilçeye yakışmıyordu. Şimdi giyim eşyaları satan mağazayı işleten eski öğrencim İsmail Aşkun ve eşi Olcay’ın gösterdiği yakınlık bir emekli öğretmen olarak beni çok mutlu etti. Ben de eve dönünce hemen onların birer “çizgilerle portre”lerini yaptım. Ne olursa olsun insan tükenmez, güzel insanlar hiç tükenmez.
Kırşehir’den Ankara’ya otobüsümün kalkışına bir, bir buçuk saat kala yazılarımı Kırşehir ÇINAR gazetesinde yayımlayan Avşar Cihan’ın yanına uğradım. Gazete basım yerinde bir süre söyleştik, çayını içtim. Sonra mı sonra ver elini Ankara.
Her yolculuk bir öyküdür. Anlatacak çok şey var daha. Uzatmayalım onlar da bir başka yazıya.
……………………………………………………
Numan Kurt
18 Nisan 2018
YORUMLAR
Henüz yorum yapılmamış.