- 384 Okunma
- 1 Yorum
- 3 Beğeni
Bazı yaralar hep kanasınlar diye verilmiştir
Abarttığımı düşüneceksiniz ama söylemekten çekinmeyeceğim: Ben edebiyatı ‘fiziksel olanın kırıldığı’ bir alan gibi görürüm. ’İçim’ ile ’dışım’ arasında bir berzah bulurum onda. Tekdüzeliğimi kırarım. En sevdiğim yanı ise şudur: Bana kelimelerin ’anlatacakları bitmeyecek’ şeyler olduğunu öğretir. “Herşeyde Allah’a gidecek yollar vardır!” diyen mısraı yeni bir gözle okutur. Kelimelerde de sonsuzluğa giden yollar vardır.
Evet. Öyle. Onunla meşgul olurken hiçbir kelimeyi arkamda bırakamadığımı görüyorum. Çünkü bitiremiyorum. “Artık kullanılmaz!” sandığım terkipler tekrar karşıma çıkıyor bazen. Yeniden (tıpkı ilk kez karşılaşmışız gibi) bir tat alıyorum. Veya eskidiğini sandığım bir kelimeyle yeni bir cümle içinde buluşuyorum. Sanki birbirimizi arıyormuşuz gibi bundan memnun oluyorum. Yani edebiyat, bir açıdan, kelimelerimi bilim olmaktan kurtarıyor. Arkada bırakılmalarını engelliyor.
Bilim hayreti isimlerle öldürür. Edebiyatın hayreti isimlerle başlar. Şaşırma sözlerime. İsimler yol da açar yol da tıkar. ’Adı konulmamış şeyler’ yaşamamız gönlümüzü caddeleştirir. Birçok tuhaflık geçmeye başlar kaldırımlarından. Yeni çakralar açılır. Yaşanır. Yazdırılır. Yazılır. Eğer onları teşhis edebilseydik muhtemelen böyle olmayacaktı. Çünkü ismi konulanlar bilinir.
İnsanoğlu çoğu zaman isim koymayı ’arkada bırakma’nın aracı olarak kullanır. Tıpkı basit bir raf sistemi gibi. Ürünün ne olduğu anla. Etiketini yapıştır. Doğru yeri bul. Ve koy. Sonra? Sonra tekrar ihtiyaç duyduğunda çağırırsın. Geliverir. Fakat dondurduğun kadarıyla geliverir. Veyahut da sen gidersin rafına. Bulursun. Fakat dondurduğun kadarıyla bulursun.
İşte her isim koyuş böyle değildir. Bazı isimler vardır ki onlar sadece kapıdır. Tekrar yürünmek istenen (hep yürünmek istenen) yolların ilk adımıdır. Edebiyat isimlere böyle bakar. Anıldıklarında caddeyi hatırlatırlar. Caddenin sonunu ifade etmezler. Birinci Söz’de denildiği gibi: ’Her hayrın başıdır’ ve ’ona başlanır.’ Bir saniye. Kalbimdeki size çok uzak kaldı. Yakınlaştıracak bir misalle anlatmaya çalışalım. Mesela: Bazı tanıdıklar vardır. Sevilmezler. Varlıkları/yoklukları birdir. Onların isimlerini anmak caddelerinin sonuna gelmektir. Yargılar kesinleşmiştir. Bilinmesi gerekenler öğrenilmiştir. Yeni birşeye merak yoktur. Tanı/teşhis konulmuştur. İşte böylesi isimlerdir yolu öldürenler. Hatta belki ’isim’ bile denilmez onlara. Onlar isim görünümlü yargılardır. Yeni birşey öğretmezler. Yol tıkarlar.
Ancak bir de hep sevileceklerin isimleri vardır. Merak edilenlerin. Unutulamayanların. Sonuna gelinemeyenlerin. Hep hatırlananların. Örneğin: Üzerinden ne kadar zaman geçerse geçsin, bir zamanlar âşık olduğu kişinin ismini duymak, insanın göğsündeki caddeyi yeniden trafiğe açar. Yol yeniden adımlanır. Daha önce basılmamış kaldırımlar düşünceye yayılır. Şimdi ne yapıyordur? Nasıldır? Neler hissetmektedir? Neleri hatırlamaktadır? İşte böylesi isimleri andığımızda dalıp gitmemiz onların ’yol açıcı’ olmasındandır. Hatta bazen böylesi isimlerden sonra dostlarınız uyarır: “… dedik daldın gittin?”
Ben ’bilimin isim koyuş tarzı’yla ’dinin isim veriş tarzı’ arasında da böyle bir nüans hissediyorum. Bilim daha fazla tanımak için değil ’tanı koymak’ için isimlendiriyor. Onun yapmak istediği ’şeyleri rafa dizmek.’ Yolu kesmek. Arkasında bırakıp yenisine geçmek. Fakat insanın içi hep böyle çalışmıyor.
Bazı başlıklar var, tıpkı Esmaü’l-Hüsna gibi, biz onların asla sonuna gelemeyiz. Çünkü gelmek istemeyiz. Enfüsî tefekkürün özü de zaten bu ’sonuna gelemeyişler’e dayanır. İnsan sonsuzluğa buralarından inanır. Bu bahçedeki çiçekler aslında sonsuzluğa doğru yapılan çağrılardır. Tekrar cennete gireriz. Tekrar düşünmeye başlarız. Tekrar dalından bir meyve koparırız. Ve meyve, sanki biz hiç koparmamışız gibi, yerine gelir. Âdemoğlu/kızı cennete dair anlatılan ’sonsuzluk kıssalarına’ böylesi tefekkürler eşliğinde iman eder. Çünkü bu isimler ne kadar anılırsa anılsınlar yeni şeyler getirirler.
Kur’an ayetlerini, hadis-i şerifleri, hatta mübarek insanların hikmetli sözlerini düşünün mesela. Hangisindeki bilginin sonuna gelmeyi başardık? Hangisinden ders almayı bitirdik veya bıraktık? Kur’an-ı Kerim üzerine yazılmış binlerce kitap var fakat hiçbirisi onun sonuna gelememiş. Kur’an bir o kadarını daha dallarından meyve verse büyümesi bitmeyecek bir cennet ağacı gibi. Dipdiri. Taptaze. Dünyada bir sonsuzluk. Bir cennet. Bir de sonuna gelinmiş şeyler var. Anmasıyla yeni bir lezzete varılamayan. Bilgisi eskiyen. Yeni birşey öğrenilmeyen. Yeni bir fikir edinilmeyen. Bilim bize sürekli böyle isimler üretiyor. Yollarımızı tıkıyor. Her hayreti bir an sürüyor. Sonra geçiliyor.
İçimizde bir dalgalanma yaşıyoruz mesela. Oradan, o dalgalanmadan, Allah’a giden bir yol bulmaya niyet etmişken (yani onu sonsuzlaştıracakken) araya bilim giriyor. Bizi teşhis ediyor. Bizi öldürüyor: “Depresyondur o.”
Böylesi bir isimlendirmenin arkasında yürümeyi cesaretlendirir bir yanı var mı? Bu bir tanı. Yolun sonuna geldiğini söyler birşey. Bilindi. Bitti. Fakat İslam bize, özellikle iç meselelerimize, arkasından yürünecek isimlerle bakmayı öğütlüyor. Manevî depremlerimizden de Allah’ı bulduruyor. Yüreği daralanımız Allah’ı Esmaü’l-Hüsna’sıyla çağırıyor. Sıkıntısını tefekkür ediyor. Hayatına/geçmişine bakan izdüşümlerini düşünüyor. Ve, inşaallah, daralmasından çıktığı ferahla sonsuzlaşmış bir marifete de ulaşıyor.
Mürşidim 14. Söz’de diyor ki: “İşte, gel, belâhet ve hamâkatin nihayetsiz derecelerine bak ki, yüz sahife ile tarif edilse ve hikmetleri beyan edilse ancak tamamıyla bilinecek derin ve geniş bir hakikat-i meçhuleye bir nam takar; malûm bir şey gibi, ’Bu budur’ der. Meselâ, ’Güneşin bir maddesi, elektrikle çarpmasıdır.’ Hem birer irade-i külliye ve birer ihtiyar-ı âmm ve birer hâkimiyet-i nev’iyenin ünvanları bulunan ve ’âdetullah’ namıyla yad edilen fıtrî kanunların birisine, hususî ve kasdî bir hadise-i Rububiyeti ircâ eder. O ircâ ile, onun nisbetini irade-i ihtiyariyeden keser; sonra tutar, tesadüfe, tabiata havale eder, Ebu Cehil’den ziyade muzaaf bir echeliyet gösterir.”
Hatamız şu arkadaşım: Bazı yaralar kanaması için verilmiştir. Kurutulması için değil. İsim verişimiz de bununla ilgilidir. Ahirzaman isimleri öldürmek için kullanıyor. Ad koyup arkada bırakmayı öğütlüyor. Çünkü bu düzende yalnız yeni olan makbul. Her yeninin efendiliği ise sadece bir anlık. Sonra o da ölüyor. Yerine yenisi geliyor. Sonra gelen önce gelene ’anlık sultanlık’ ediyor. (Kur’an ise besmeleden itibaren isimleri ’başlamanın’ eşiği yapıyor.) Bazen soruyorum kendime: Böyle bir bıçakla budanan gençlerden zikrullahı anlamasını nasıl bekleyebiliriz ki? Nihayetinde bindörtyüz yıllık isimleri/kelimeleri tekrar tekrar anmaya dayanan birşey zikrullah. Bitmeyeceğine inandıramazsınız ki. Belki edebiyat, kelimelere dair öğütlediği derinlikle, şu hastalığa bir deva olabilir. Kur’an’ın kitap olarak gelmesinde ne çok hikmet var.
YORUMLAR
Yazınız bana öyle iyi geldi ki anlatamam ve her okuduğum cümlede ''ne kadar doğru'' demekten alamadım kendimi. Uzun uzun da düşündürdü. Emeklerinize sağlık.
Bu yazıyı görüp okuduğum için mutluyum.
Saygılar