- 722 Okunma
- 2 Yorum
- 0 Beğeni
Özet
Dokuza mı yaklaşıyordu saat yoksa dokuzu geçmiş miydi azıcık? Belki tam dokuzda durmuştu. Yahut dokuza kurulmuştu. Sabahtı belki sabahın dokuzu, belki gece yarısına yürüyordu dokuzun sarkacı.
Bir tranvayın arkasına tutunmuştum. Denize doğruydu tranvayın yüzü. Arkasına tutturmuştu beni zaman. Düşünmüştüm çokça. Neden tüm aşklarımın velayetini bana bırakmıştı yüce mahkeme? Bu bir prangaydı sanki. Hepsi aklımdaydı öptüklerimin. Öpüşmüş müydük peki hiç? Yoksa ben mi öpmüştüm yalnızca onları? Velayeti değil sadece. Vebali de omuzlarıma yüklüydü aşklarımın. Resim defterlerini çizip dursam, yahut ayakkabıların ökçesine çiviler çaksam olmaz mıydı?
Her şey ama her şey başka bir şeyi anımsatacaktı ille de. Bir müzik kutusu, akşam alacası, rakı sofrası, tren düdüğü, vapur sireni, mavi bir gecelik, sorular, kağıt kokusu, aşka dair olsun olmasın hepsi. Hepsi, çünkü bütün aşklarımın velayeti bende. Anaları hiç özlemez mi onları? Hani hafta sonları, bayramlardan bir kaç gün, yaz tatillerinde yanlarına almak istemezler miydi? Yok ben özlerdim onları. Aşklarımı yani. Hem velayeti bendeydi hepsinin.
Aslında aşklarımı kendim doğurmuşum meğer. Deniz atları gibi öylece. Öksüzmüş onlar aslında. Tranvayın arkasına takılmıştım ya, saat dokuza yakın ve uzak ve dokuzdu belki saat. İşte o vakit öğrendim aşklarımı doğurduğumu. Doğru mu bu?
Dokuz boğumlu dokuz tütün kesesi, dokuzunun da içi tütünsüz. Ah bu kekremsi tadı yalnızlığın. Kime kızsam? Aman istemem mahkemelerin dar koridorlarını. Velayetini istemem başka şeylerin daha. Dokuz gülümseme uzağımdayım, dokuzumdaki gülümsemelerimi özleyerek...