- 783 Okunma
- 0 Yorum
- 0 Beğeni
Gülmek kalbi nasıl öldürür?
Bıçağın önüne önce kendimizi itersek dostlarımız da olası sakarlıklarımızdan alınmaz. Bismillah. Şuradan girelim konuya: Liseyi yatılı olarak okudum ben. Ve doğrusu, yaşıtlarımın çoğunun aksine, yatılı okumak bana hiç iyi gelmedi. Daha önce ilçemizin dışına hiç çıkmamıştım. Bunu cidden yadırgadım. Karakter olarak da (bugünden bakarak söylüyorum) çok güçlü sayılmazdım. Özellikle yeniliklere karşı güçlü değildim. Hayatı bildiğim bir çerçeve içinde yaşamayı ’maceralarla dolu bir serüvene’ her zaman tercih ederdim. Şimdi değiştim mi peki? Yok. Pekçok açıdan hünerlerimi(!) koruyorum.
Bu kısmı çabuk geçelim. Lisede ilk yılın neredeyse tamamının bana zor geldiğini söyleyebilirim. Bu zorluk iki açıdandı. Birincisi yukarıdaki halimdi. Garipliğimdi. İkincisi: Ben geldiğim yerde çok el üstünde bir çocuktum. Zekiydim. Çalışmadan bile sınavlardan yüksek notlar alabilirdim. Fakat lisede bir duvara çarptım. Zekamın pek de sandığım kadar zirvelerde gezmediğini öğrendim. Benden çok daha zeki arkadaşlarım vardı. Ve ben, bu defa derslerime deli gibi çalışmama rağmen, onlara yetişemiyordum. Hani, bir hadis-i şerifte, zenginken fakir düşene acınması emredilmiştir. İşte, ben de, tam bu hadis-i şerifin içerdiği hakikate masadak olmuştum. Bir yerden sonra da pes ettim zaten. Herşeyi akışına bıraktım.
Burası önemli. Çünkü yazının esas konusunu buranın örnekliği/okuması oluşturuyor. Lise ikinci sınıfta ben bir kırılma yaşadım. O güne kadar, bazen üst sınıftan abilerin yolumu kesip "Canın birşeye mi sıkkın?" diye sorduğu ben (hatta bir keresinde birisi "Neden hep bu kadar üzgünsün?" diye de sormuştu) birden deli gibi bir neşeye sahip oldum.
Evet. Pes etmiştim. Ve bu pes edişin en bariz göstergesi ahlakımla kendisini ele vermişti. Bir kere o güne kadar ağzına kötü söz almayan, namazlarını muntazam kılmaya gayret eden, efendiliği ile meşhur Ahmed gitmiş; yerine, sırf komiklik olsun diye her denî işi eyleyen, sözü söyleyen, ibadetlerle arası bir hayli açılmış bir canavara terketmişti. Şimdi düşünüyorum ve şaşıyorum. Bir insandaki böyle ’herkesi şaşırtacak kadar farklı’ iki insan nasıl bulunmuştu? Bulunabildiğini o yıllarda kendimde gördüm.
Arkadaşlarım önceleri "İçine şeytan mı girdi?" diye takılsalar da sonrasında bu halimi beğenerek kabullendiler. (Popüler olan oydu çünkü.) Önceki Ahmedle ne yapacaklarını onlar da bilmiyorlardı. Şimdiki Ahmed düzene uygundu. Bir kere, artık yüzüne takılı bir hüzünle gezmiyordu, gülüyordu ve güldürüyordu. Hem de iyi güldürüyordu. Hatta canı sıkılanların neşelenmek için yanında takıldığı birisi haline gelmişti. Daha önceleri sesini yutmaya çalışır gibi hafifçe gülen birisiyken artık çığlık gibi kahkahaları vardı. (Şimdi bile öyle kahkahalar atar.) Ve en nihayet, Ahmed, öğretmen notunu ’sıfır’ diye okusa bile "Yıl sonunda hesaplaması kolay oluyor!" diye öğretmenine takılacak bir kıvama gelmişti. Ne değişim ama!
Eh, peki, bıçağı yeterince kendimize batırdıysak artık sadede gelelim. Ben bütün bu yaşadıklarımda bir hadis-i şerifin sırrını gördüm arkadaşlar. Hani, Efendimiz aleyhissalatuvesselam, Ebu Hureyre’ye (r.a.) diyor: "Haramlardan sakın, Allahın en abid kulu ol! Allahın sana ayırdığına razı ol, insanların en zengini ol! Komşuna ihsanda bulun, mü’min ol. Kendin için istediğini başkaları için de iste, Müslüman ol! Fazla gülme. Çünkü fazla gülmek kalbi öldürür."
İşte, arkadaşlar, bence ben de şu ’fazla gülmeler’ içinde kalbimi öldürüyordum. En azından öldürmeyi deniyordum.
Peki kalp nasıl öldürülür? Kanaatimce kalbin ölümü aslında hislerin/hissedişlerin ölümüdür. Peki hisler/hissedişler nasıl öldürülür? Onların katli ’duyulmamak’ şeklinde olmaz. Ya? ’Bastırılmak’ veya ’dönüştürülmek’ şeklinde olur. Örneğin: Delicesine âşık olduğunuz insandan yüz bulamayınca ona duymaya başladığınız nefret aslında aşkın yeni bir sûrete bürünmesidir. Yokoluşu değildir. Aşk yokolmaz. Fakat sûretini değiştirerek maşukuna ilgili/alakalı olmaya devam eder.
Benzer şeyleri öfkeyle ilgili olarak da söyleyebiliriz. Öfke, aslında çoğu zaman, doğru şekilde ortaya konamamış, ifade edilememiş, netleştirilememiş duyguların ’son kullanma tarihleri aşılarak’ bozulmasıdır. Bir insana "Bunu yapmandan hoşlanmıyorum!" demeyi yeterince bekletirseniz nurtopu gibi "Kes artık şunu yapmayı!" elde edersiniz. Yine, kalp kırıklıklarınızı yeterince belirgin bir şekilde ifade etmezseniz, kalbinizi kıran kişiye karşı kendinizi kapatırsınız. Küsersiniz.
Bence ben de lisede böyle birşey yaptım. Hüznümle yaşamayı beceremediğim ve bunu çevreme açmaya da cesaret edemediğim için onu kahkahalarımla boğmaya karar verdim. Güldüm. Güldüm. Güldüm. Güldürdüm. Güldürdüm. Güldürdüm. Nihayetinde kahkahamın sesi yükseldikçe hüznümün sesi kısılıyor gibi geldi. Ben bunu iyileşmek sandım. Halbuki kalbimin duyarlılığını öldürüyordum. Yani, tıpkı hadiste buyrulduğu gibi, çok gülmekle kalbimi öldürüyordum. Dertlerimi tedavi etmiyor ama üstlerini örtüyordum.
Hadis gibi yüksek birşeyden bahseden yazı için pek denî bir misal, fakat meseleyi biraz daha açıklığa kavuşturacağını umarak, hem de affınıza sığınıp kullanacağım: ’Konsomatris gülüşü’ diye bir tabir vardır. En rezilce bir işi yapan kişinin, bu işi yaparken, yaptığının alçaklığını bastırmak için takındığı tasannuyu/yapmacıklığı ifade eder.
Mesela: Adam utanmazın birisidir. Hatta bir arsızlığı üzere de yakalanmıştır. Fakat "Yüzüne tükürsen Nisan yağmuru sanıyor!" misali gülümsemeye devam eder. Ne deseniz etkilenmemiş gibi davranır. Bu gülümseyiş/etkilenmeyiş doğal değildir. Yüzüne kalemle çizilmiş gibidir. Ve bir ölçüde ifade eder ki: Bu gülüşün sahibi ölmüştür. İçeride bir yerde ölmüştür. İnsanlığı ölmüştür. Ölmüştür ki artık kalbinin en doğal hissedişleri dahi yüzünden silinmiştir. Yerine yalnız ’hiç geçmeyen bir sırıtış’ kalmıştır.
Bu noktada yüzümü tekrar hadis-i şerife çevirerek ondan şöyle bir sır daha devşiriyorum: Hadisin ilk kısımları, sanki, ’iyi insan olmanın’ yollarını anlatıyor. Fakat bu ’iyi insan olma’ meselesinde ifrata sapmanın önünü de sonundaki nasihatle kesiyor: "Fazla gülme. Çünkü fazla gülmek kalbi öldürür." Yani, insanların sevgisini hedeflemenin de bir sınırı var, o da şu: Neşeli değilken neşeliymişsin gibi yapmayacaksın. Çok gülmelerle neşene tasannu karıştırmayacaksın. Çünkü bu bir yerden sonra kendini örttüğünü/öldürdüğünü gösterir. İyilik yaparak iyi olmaya izin var ama ’mış gibi’ yaparak iyi olmaya izin yok. Yani başkalarını mutlu etmek için kalbini öldürmeye izin yok arkadaşım. Sence de bu hadisten şöyle bir ders çıkmaz mı?
YORUMLAR
Henüz yorum yapılmamış.