- 823 Okunma
- 0 Yorum
- 0 Beğeni
Düş...
Had bilmeyen karanlığın yakasına yapışmasını usulca beklerken sesi soluğu tıkanmıştı. El mahkûmdu, alıp kucaklayamazdı gerçekleri. Hele ki şu, düş mü yoksa gerçek mi olduğunu ayırt edemediği muammada. Zindana hapsolmuş, ne çıkacak bir delik ne de yardımına koşacak bir yoldaş vardı. Işığın olmaması mıydı bu karanlığın sebebi, yoksa zihninin en dipsiz kuyusuna mı çekilmişti benliği, ayırt edemedi. Ve birdenbire peyda olan, karanlığı ısırıp sıcaklığıyla tenini kavuran alevler teslim aldı yüreğini, gözlerini...
Her şey bir anda gelişivermişti işte. Eti tutuşan, alevlendikçe çığlıkları beyninde yankılanan insanlar gördü. Kaybedecek zaman yoktu. Bir hamle yapıp ateşin üzerine yürüdü. Bu yangın derinlerde bir yerlerde onu da yakıyordu çünkü. Kavrulan etleri gördükçe yüreğinin de aynı şekilde harap olduğunu hissediyordu. “Yanıyorum ah! Yardım… Yardım edin, bu acı çok şiddetli… Ne olur?” diye feryat etmeye başladı. Sıcak… Çok sıcaktı. Duvarlar… Zindanın kapkaranlık duvarları şimdi öyle kızgındı ki…
Eller belirdi sonra. Bedenleri yoktu bu ellerin, sanki karanlığa hapsolmuşlardı da yalnızca elleri zahirde kalmıştı. Kova kova su uzatmaktan başka yapabilecekleri de yoktu onların. Kendileri arkadan olan biteni seyrediyorlardı sanki. Sanki bu ellerin sahipleri onu tanıyorlardı. Hışımla kaptığı kovaları yangının üzerine dökmeye başladı. Yanan insanları kurtarabilmek için hızlı hareket etmeliydi. Döktükçe içi ferahladı. Döktükçe sakinleşti, yeniden doğduğunu hissetti. Kendini o kadar kaptırmıştı ki yaptığı işe, gözü hiçbir şey görmedi. Ve bir an duraksadı. Baktığı yerde yanan insanlar yoktu artık. İnsanlar yoklardı… İnsanlar… İn…
Su... Her yerdeydi. Söndürmeye çalıştığı ateşin yerinde şimdi bir gölet vardı. Yakınına geldi, suyun üzerine eğildi. Gördüğü şey mantığına aykırıydı. Titrek bir nefes çekti içine. Suda ateşi gördü. Ateş suyun derinlerine çekilmişti. “Suyu buhar eden ateş, ateşi söndüren su…” diye sayıkladı. Sahi, neden sönmemişti ateş? Ve su... Neden onu içine hapsetmişti de neden şeffaf bir perde olmuştu onun üzerine? Gözünden bir damla aktı suya. Oluşturduğu dalgalarda kendi aksini gördü. Suyun bağrındaki ateşi gördü. Ateş derinlerdeydi şimdi, en derinlerde… Şimdi zindanın içinde loş bir ışık hâkim olmuştu. Elleriyle simsiyah duvarları okşadı. Ilıktı artık. Şaşkındı. Suya baktı… “İmkânsız.” Dedi, normal şartlarda imkânsızdı… Gerçekliğinden emin olmak için ılık duvarları bir kez daha yokladı. Gözlerini kapattı önce, hakikatin derinliğini ruhunda hissedebilmek için. Öylesine sahiciydi ki oysa her şey… Öylesine sahici… Kapıldığı korkudan utandı. Yanağından kayan gözyaşlarını sildi ve dudağının kenarına bir tebessüm kondurdu. “Gerçekle düş arasındaki çizgi nedir?” diye sordu kendi kendine. Sahi nedir? İşte artık rüya âleminde olduğunu anlamıştı fakat nasıl ispat edebilirdi bunların hepsinin zihninde yaşandığını? Çığlıklar duymuştu zindanın derinliklerinde. İster düş ister gerçek… Kurtarılmayı bekleyen insanlar vardı, belki de kurtarılmayı bekleyen hayaller, geride kalan düşler… Bir de kovalarca derman taşıyan eller…
Her şeyi arkasında bırakıp karanlığa doğru koşmaya başladı. Düş dünyasının zindanında, zihninin akıl almaz derinliklerinde yorulmak bilmeden koştu, koştu... Ta ki zindanın zifirisine bulanmış devasa, gümüş tokmaklı kapı karşısına çıkana kadar. O zaman durdu işte, o zaman sindi zihninin kuytu köşesine ve siluetini gizlemek için büyük bir çaba sarf etti. Gümüş tokmaklı kapı kendiliğinden açıldı ve birkaç sinsi gölgenin fısıltılar eşliğinde yanından geçtiğini hissetti. Bir titreme aldı bedenini. “Hey gidi…” dedi, “Hey gidi”.
24.03.18
beyhude...
Düş... Yazısına Yorum Yap
"Düş..." başlıklı yazı ile ilgili düşüncelerinizi ve eleştirilerinizi diğer okuyucular ile paylaşın.
YORUMLAR
Henüz yorum yapılmamış.