- 835 Okunma
- 2 Yorum
- 0 Beğeni
O Gölgelerden Birinde
Uyurken dinledim onu. Gözleri dünyaya kapanmış, içinin söylediklerine kulak verirken... Duyduklarını anlatıyordu bana yüzündeki o anlamla.
Evet, başta fark edilmese de belirgin bir anlam vardı uyuyan yüzünde. Hatta uyanıkken olduğu hâlinden çok daha fazla konuşuyordu bile denebilir. Ama farklı bir bakış açısından hiçbir şey söylemiyor de olabilirdi bu yüz. “Uyuyor işte...” diyebilirdi ona bakan başka biri. “Sen kendin o anlamı yüklüyorsun ona.”
Aslında çok da emin olamıyordum benimle gerçekten konuştuğuna. Ama konuşsun ya da konuşmasın, fark etmiyordu ki zaten! Onunla yan yana durabilmek, nefesini duymak, yüzünü izlemek de bir nevi sohbet değil miydi? Kelimeler araya barikatlar koymadan seyrederken onu, konuşurken göremediğim izler belirginleşmeye başlıyordu birer birer. Yıllar kovalıyordu birbirini yüzündeki o izlerde. Ayağı sürçüp yere kapaklanan o küçük kız ağlamaya başlıyordu o gölgelerden birinde.
Yerinde kımıldanmaya başladığında gözlerimi apar topar başka yöne kaydırdım. Seyredilmekten nefret ederdi çünkü. Gözlerini açmış olmalıydı şimdi. Ben kucağımdaki kitaba yönelmiş gözlerimde kaybetmeye çalışırken o uyurken aramızda geçen sohbeti; o da divanın kenarına oturmuş, kendine gelmeye çalışıyordu.
“Çok mu uyudum?” diye sordu, bir açığını ele vermekten korkar gibi.
“İki saat olmuştur herhalde.” dedim. “Kahve yapacaktım kendime...” diye ekledim yerimden kalkarken. “Sen de ister misin? Kendine gelirsin.”
Bir şeyler olmuştu o uyurken, akışın dışına çıktığı anlarda başka bir yöne sapmıştı nehir... Bunu söylüyordu şaşkın şaşkın bana bakan gözleri. Sanki daha dingin, küreğe abanmaya gerek bırakmayan bir yerde usul usul ilerlemeye başlamıştık birden. Bu dinginlik kendini dinlemeye fırsat veren, dışarıyı daha net renklere bürüyen bir berraklığa kavuşturmuştu bakışlarımızı da. Zaten hep çok yorulmaktan, sürekli çaba göstermekten göremez olmuyor muyduk birbirimizi? Bir bakışı, öylesine bir gülüşü, bir kelimeyi ait olduğu o bütünden çıkarıp çok başka bir yere koymuyor muydu o körlük? En çok da düşünmekti yorucu olan.
Uyumak iyi gelmişti, evet. Kardeşim anlamış mıydı bunu, o da benim kadar şaşkın mıydı uykunun yarattığı bu büyü karşısında, bilmiyordum şimdilik. Ama uyuyan birini seyretmek de uyumak gibi dinlendiren, iyi gelen bir şeydi... Bunu anlamıştım az önce.
“İyi olur...”
Tam odanın kapısından çıkmak üzereydim, cevabını duyduğumda. Sesi ne kadar da farklıydı! Bunu düşünerek ilerlerken, “tozlarından arınmış gibi” diye geçirdim içimden. İki kelimeydi hepi topu söylediği. Ama onları dillendiren sesle birleştiklerinde onlarca kelimeyi de sürüklüyorlardı peşlerinden.
“Özür dilerim...” diye ekliyorlardı sanki. “Çok kulak veremedim sana. O kadar çok gürültü vardı ki kafamın içinde! Ancak uyurken susturabiliyorum onları. Çünkü ancak o zaman dışarının seslerini susturup içiminkileri dinlemeye fırsat bulabiliyorum. Bana ne demeye çalıştıklarını duyunca onlar da bağırmak zorunda hissetmiyorlar kendilerini, susmaya başlıyorlar. Seni de o kargaşada kaybettim işte! Yine ablamdın gerçi. Gözlerin, şefkatin, sınırı aşmaktan korkan gölgemsi hâlinle orada oturmuş, bir şeyler söylüyordun bana. Ama duyamıyordum seni. Belki de işte tam bu yüzden; yani bana duyuramadığın için sesini, o duvarı aşıp da dokunamadığın için o üşüyen, savunmasız, yapayalnız parçama, çok kızdım sana... Ve o sözleri sarf ettim... “Karışma bana!” diye bağırdım. Oysa sen ruhunun fısıltılarını duyan herkes gibi benden çok daha net görüyordun her şeyi. İçinde var olduğum resmi de görüyor, benim göremediklerimi göstermeye çalışıyordun sadece. ‘Orada çukur var!’ diyordun. ‘Yok gibi davranmakla yok edemezsin onu.’ ”
“Sen eskiden Türk kahvesini çok severdin...” dedim, az önce sesinde beliren yıllar önceki yeni yetme kıza tutunup “kaybolma sakın” der gibi... “Fal bakardık birbirimize. Daha doğrusu oradaki şekilleri hayallerimize benzemeye zorlar, olmayan şeyleri boca ederdik fincana. Ne dersin, yapalım mı yine?”
“Sen iki çocuğum olacağını söylemiştin bir keresinde.” dedi, hâlâ yıllar öncesinin izlerini taşıyan, uykuyu üzerinden atamamış sesiyle... “Daha orta sondaydım. Benim ünlü bir yazar olma hayallerime inat, çoluk çocuğa karışmış, çok iyi üzümlü kek yapan mükemmel bir ev kadını olacağım müjdesini vermiştin. Bu kelimelerle söylememiştin tabii ama sözlerinden bu anlamı çıkarmıştım ben.”
“İnan, gıcıklık olsun diye söylememiştim onu. Belirgin üç şekil vardı fincanda. Fincan da sana aitti. Orada gördüklerimi seninle bağdaştırmam çok doğal... Ayrıca evlenip anne olman yazar olamayacağın anlamına gelmez ki!”
“Bana da yap kahve.” diye seslendi, mutfağın eşiğinden adımımı atarken. “Ama bu kez farklı bir şey yapalım. Herkes kendi falına baksın, diğerine karışmasın. Fal kime aitse o karar versin, fincanın içinde ne bulacağına.”
Uyku sonrasının ilk dakikaları da uykunun bir devamı gibiydi adeta... Hâlâ gözlerin dünyaya tam olarak açılmamış, içinin seslerini duyabiliyorken sözcüklerin de o duyduklarını yansıtır oluyorlardı tabii. En derin, en dipten bir yerden gelince kelimeler; hitap ettikleri insanda da aynı yere dokunuyorlardı ister istemez. O zaman sızlanma, huysuzluk, asilik gibi yaftalar yapıştırılmadan; doğrudan doğruya duyulmaya başlıyordu söylediklerin de.
İşte ben de böyle sahici bir işitme sürecindeydim. En başta da duyduğum şuydu: Duymayan bendim aslında, O değil... Uyurken yüzünde beliren anlamla da bunu haykırıyordu bana. “Dinle beni!” diyordu. “Hayallerime karışma! Fincanımdaki şekillere ne anlam vereceğime bırak ben karar vereyim. Sen kendi falınla ilgilen. Kendi hayallerinle...”