- 797 Okunma
- 0 Yorum
- 0 Beğeni
GECENİN İÇİNDEN
Yine huzursuzdu. O, hala üzerine aldığı sorumlulukların üstesinden gelmek; O, sırtına sarılan ağır yükün altından kalkmak için, yaşamla ilgili mücadelesini sürdürüyordu. Ondan eşinden ve çocuklarından çalınan hayatlar hiç kimsenin işine yaramadı. Allah da yarattırmasın diye beddua ediyordu bu hayatları çalanlara...
İşte o günden sonra o, hep gidişleri yaşadı. O, hayatını çalan dört kişi hariç, hiç kimseye küsmeden elinde ne varsa yine eksilterek yaşadı. O, şunu biliyor ki; bu yaşam onun için önüne neyi koyacaksa, o, gerçekleşmiş olacaktır. O, şimdi bu yaşında, yaşamak için bir direnişin tanımını yapmaktadır kendi dünyasında. Hiç durmadan sessizlikten, sessizliğe kaygılarla baktığı geleceği için, umutlarını yeşertme adına, geçmişindeki bütün yanılsamaları adına bu dünya ile savaşını sürdürmektedir. Bu savaşın sonu mu? Elbette ölüm diyor ve ekliyor. Öyle herkesin işine karışmam. Hele Allahın işine hiç karışmam. Ben üzerime düşeni yaparım. Allah beni ister Cennet’ine koyar, isterse Cehennem’ine. Öyle kendinden bi haber insanların demesiyle olmaz bu işler. Bize düşen hem bu dünya için ve hemde öbür dünya için dua etmektir...
O, yine her zaman ki gibi hüzünle çıktı evinden. Yine kırılmıştı birşeylere, ne söylese artık dinlenmiyor ve yanlış anlaşılıyordu. Geçmişindeki maddi ve manevi kayıpları yüzünden bütün asıfları kaybolmuş, saygıya değer hiçbir yönü kalmamış, kendisine bakan gözlerde büyük bir iştahla ortaya konulan sevgi ve şefkat eksikliğini hissediyor, onurlu bir insan olmanın rolünü oynayamıyordu artık. Varlığı ile yokluğu belli olmayan bir gölge gibi yaşamını sürdürüyordu. Övünülecek ve iyi diye adlandırılacak hiç bir yanı kalmamıştı. Aslında şunu biliyordu. Bütün bunların sorumlusu kendisiydi. Zaten bütün çevreside öyle söylüyordu. İnsan olmanın bile para ile ölçülendirildiği bu zaman diliminde, kaybetmek; yok olmak gibi bir şey sanırım. Bütün çevresinde; o eski kıymet ve değeri yok olmuştu. O, zor zamanların verdiği sıkıntılı günlerde, her şeyini ortaya koyup paylaşan, mücadele eden, ve savaşan insan yok olmuş, yerine, huysuz, beceriksiz, hiçbir işe yaramayan başka bir insan oluvermişti…
Ne söylese bir şeyler suratına çarpılıyor, ne söylese yanlış anlaşılıyordu. Ne yapsa, ne etse de, ne kadar mücadele etse de faydası yoktu. Son kararını verdi… Sessizliğin ve sükunetin içine gömdü kendini. Bir çok kez böyle kararlar alsa da; bu tutarsız kararları yüzünden hep kıyılarından dönmüştü yaşamın. Şimdi sessiz ve sükunet içersinde beklemeye koyuldu. Böyle düşünüyor ve böyle olması gerekiyordu. Çünkü hayata atılacak ve yaşayacak başka hayatlar vardı sorumluluğu altında. İşte o günler gelene kadar her ne olursa olsun sabırla beklemeliydi…
Yine öyle sıkıntılı bir günün akşamında; Sessiz, sakin, hayata dair bütün heveslerinin üstünü kapatmış ve ne varsa yüreğinin derinliklerine hapsederek hüzünle çıktı evinden…
Geceleri çalışıyordu. Önce saatine baktı ve daha bir saatlik zamanım var dedi kendi kendine. Anlamsız bakışlar atarak, salak salak etrafına göz gezdirdi, yürüdü ve bir kahveye oturdu. Bir çay söyledi kendine. Piposundan bir iki fırt çekse de, tatsız tuzsuzdu herşey. Bir mühlet sonra kalktı ve çalıştığı iş yerinin yolunu tuttu. Yol üstünde bir pastaneye uğrayarak, gece için simit, poğaça vs. aldı. Gece yarıları bir bardak çayla bir simit iyi gidiyordu, canlı tutuyordu kendini. Pastaneden ayrıldı ve başını yere eğerek derin düşünceler içersinde çalıştığı iş yerine doğru yürüdü, yürüdü.
İş yerine gelmişti. Önce kumşusu kocabaşla biraz muhabbet etti, hal hatır sordu. Kocabaş ise sanki kendisini anlıyormuşcasına kuyruğunu sallayarak halinden memnun olduğunu ifade etse de, boğazında kocaman bir tasma ve tasmaya bağlı kalın bir zincirle tutsak edilmişti. Yapacak bişey yoktu kabullenmişti böyle bir yaşamı.
Akşam saat sekizi geçmek üzereydi. Güneş çoktan batmış, dağların arkasından ufukta yansıyan kızıllığı gökyüzüne yükselmişti. Yıldızlar; kayan ve kaçışan parçalı bulutların arkasınadan belli belirsiz göz kırpıyordu yeryüzüne…
Önce kulübenin kapısını açarak elindeki eşyaları bıraktı. Simit, pasta vs. işte. Sonra kulübenin duvarlarında asılı duran eşyalarına gözattı. Her şey yerli yerinde idi. Bağlaması, fotoğraf makinası kitapları vs. Önceki geceden kalma kirli bardakları ve demliğini bir güzel yıkayıp temizledi. Etrafı sildi, süpürdü ve kulübenin kapısını çekerek, biraz dolaşmak için dışarı çıktı.
Bir süre can sıkıntısıyla, zeytin bahçelerinin içersinde bir o yana, bir bu yana dolaştı durdu. Kendi kendine koşan deliler gibi; gökyüzü, yeryüzü, bulutlar, yıldızlar, insanlar, insancıklar, yüryenler, sürünenler diye aklından geçirdiği yansımalar meşgul ediyordu zihnini. Bu arada yol güzergahı boyunca yürüken; lüks bir araç geçti yanından. Biraz uzaklaştıktan sonra lüks bir villa’nın yanında durdu ve villadan dışarı bir adam peydah oldu. Kendi aralarında biraz konuştuktan sonra uzaklaşıp gitti. Belli ki onun kim olduğunu soruyorlardı araçtakiler. O ise hiçbir şey anlamamışcasına ter istikamette yürüyüp giderken birden durdu, geriye baktı. Villadan çıkan adam hala kendisine bakıyordu. Bu seferde geri dönerek villanın önünde bekleyen adama doğru yürümeye başladı. Adam hala ona bakıyordu. İyiyce yaklaştı ve merhaba dedi. Adamın saçı başı rüzgardan dağılmış, gecenin soğuğu ile, gündüzün sıcağı yüzünün rengini değiştirmiş, belli ki çok uykusuz, gözleri kıpkırmızı, boyu sıska ve biraz da tombulca olan bu adam belli ki bu villanın bekçisi idi. O, da “Merhaba” dedi, hafif bir tebessümle. Böylece ikisinin arasında, merhaba ile kısa bir muhabbet başlamış oldu.
-Merhaba
-Merhaba
-Anladığım kadarı ile sen bu villanın bekçisisin.
Adam hemen cevap vermedi. Küçük bir es geçti. Bu arada aklıma gelmişken söyleyeyim. Yıllar önce okumuştum “Aslan Asker Şvayk”ı. Şvayk salak ve aptal görünümüne rağmen, kendisine sorulan bütün sorulara karşılık; önce “ Müsadenizle arz edeyim efendim” diye başlaması, her sıkıntının altından aptalca verdiği yanıtlarla kolayca sıyrılması ve her işin kolayca üstesinden gelebilecek bir yapıya sahip olması geçti aklından. Bekçiyi bir an “Şvayk”a benzetti. Onun bekçiye sorduğu soru karşılığında “Şvayk” gibi “Müsadenizle arz edeyim efendim” diyecekmiş gibi duraklaması “Şvayk”ı hatırlattı ona. Muhabbet başlamıştı bile…
-Evet bu villanın bekçisiyim
-Göründüğü gibi çok lüks bir villa, sahibi ise çok zengin olmalıdır herhalde?
-Olmaz olurmu, hemde nasıl zengin, bütün bu gördüğün araziler onun. Hatta şu çam ormanlarının yarısına kadar. Şarap mahzenleri var, oteller zinciri var, hatta; şu gördüğün zeytin bahçesinin içine yeni yapılan villaları da o yaptırıyor ve her biri bir buçuk milyondan fazla. Buraya otuz adet villa yapılacak, bunun hesabını sen yapabilir misin? Ben hesaplayamam.
-Ben de hesaplayamam, hem adamın hesabından bize ne değil mi? Adı nedir bu zengin adamın?
-İsmail
-Kimdir bu İsmail bey, nasıl bir adamdır.?
-Bildiğimiz bir çok zengin insanlar gibi işte, başına fotörünü geçirir, köpeğinin iplerini eline dolar ve gezer dolaşır buralarda.
-Aslını sorarsan, tanımak isterim kendisini.
-İsmail bey büyük adamdır. Öyle her insanla görüşüp muhatap olmaz, samimi olmaz.
Bekçi; İsmail beyin karşısında hem kendini ve hemde karşısındakini küçümsemişti birden. Öyle ya!!! zenginlik başka bir şey.
-Tamamda bekçi bey!!! Bu İsmail bey bir insan değil midir ki? Dediğin gibi insanlarla görüşmez, onun da iki eli, iki kolu, iki ayağı, iki gözü, iki kulağı vs. yok mudur.?
-O, kendisi gibi insanlarla görüşür.
-Tamam anladık, kendisi gibi insanlarla görüşür. Seninle konuşmaz mı hiç?
-Konuşur, konuşur tabi, Sabah kalkar “Problem varmı?” diye sorar, villasından çıkar gider, akşam gelir, yine “Problem varmı?” diye sorar villasına girer.
-Allah, Allah
Hemen aklıma bazen halk arasında dilden dile dolaşan bir hikaye geldi. “Bir grup inşaat işçisi öğle paydosuna çıkar. Bir saatlik zaman dilimi içersinde hem dinlenecekler ve hemda karınlarını doyuracaklardır. İçlerinden biri koşarak markete gider; 250 gr. Peynir, 250 gr. Da zeytin, ekmek vs. alacaktır. Tam siparişlerini verecektir ki, Fotörlü, şiş göbek, ense kalın bir adam önüne geçer ve başlar siparişlerini sıralamaya. “şuradan 1 kgr. Zeytin ver, arkasından damat çok sever” der. Zeytin, peynir, helva, damat çok sever, damat çok sever. Bir türlü bitmez beyefendinin siparişleri. Zaman daralmıştır, inşaat işçisi sabırsızlanır ve adamın omuzundan tutarak geri çeker.
-Beyefendi sizin damat ne iş yapar!!!
-Damat işte
-Ne iş yapar bu damat
-Damadım işte kızımın kocasıdır.
-Tamam anladıkda ne iş yapar bu kızının kocası olan damadınız?
-Adam sinirlenmiştir. Bağırarak…Damadımdır, kızımın kocasıdır, kızımı…
-Anladım beyefendi, lütfen bana şuradan 250 gr. Zeytinle, 250 gr. Peynir alda. ben senin sülalni…
der ve hiçbir şey almadan kaçar gider.
İşte bekçinin ismail beyi anlatırken aklıma zaman zaman dile getirilen bu hikaye geldi. Bekçi devamla.
-Daha önceleri İsmail bey’in at çifliği varmış ve kırk tan fazla atı varmış.
-Ne olmuş o atlar’a?
-Ne olacak çocuğunun ayağını sakatlamış ve sonra da bütün atları satmış.
-Çok zaman geçmiş fakat yine de geçmiş olsun diyelim. Yazık olmuş.
-Evet yazık olmuş
-Bekçi bey böylece tanışmış olduk. Fakat benim ne iş yaptığımı sormadın, aslında biz seninle aynı işi yapıyoruz. Sen bu villanın önünde bekliyorsun, ben ise şu bahsettiğin İsmail bey’in yeni yapılmakta olan villalalrını. Bu güne kadar işini yaptığım adamın yüzünü görmedimde ondan sordum. Kusuruma kalma seni yordum, zamanını aldım iyi akşamlar dedi ve ayrıldı.
Aslında daha önce de inşaat işçilerinden duymuştu İsmail bey’in ne kadar öyle büyük adam olduğunu, öyle herkesle muhatap olmadığını…
Gecenin karanlığı çökmüştü. Görev alanına giderken, lüks villalalrın önlerine yerleştirilen aydınlatma lambaları ve ara ra yerleştirilen yüksek voltajlı projektörlerin yaydığı ışık hüzmeleri, gecenin karanlığını kesiyor ve yeni villaların yapımı için yerlerinden sökülmeyi bekleyen zeytin ağaçlarının gölgeleri, hüzünle son yansımalarını iletiyordu köklerine… Site sakinleri ise, lüks araçlarıyla, gündüz muhabbetlerinden iyi geceler dahi demeden, gece muhabbetlerine devam etmek üzere acelece giriyorlardı hanelerine. O ise can sıkıntısıyla, idamını bekleyen zeytin ağaçlarının aralarında dolaşırken rüzgarın sertliğini fark etti, montunun kapşonunu başına geçirerek doğruca kendisine ait olan kulubeye gitti. Kendince yazmaya başladı…
Ey üstüme örtü yaptığım yıldızlar
Ey karanlık
Ey umarsız insanlar
Kimsiniz
Kimim ben
Tadı yoktur geçen günlerin
Ey dağlardan kopup gelen rüzgar
Al götür
Bütün düşüncelerimi sana verdim
Al götür
Bütün güzellikleri önüne serdim
Ben kendi içimde bir adayım
Dört bir yanım çevrili
Al götür, al götür beni
Yalnız ve tek başıma
Temiz bir sahile muhtaçtır bu yürek
Al götür
Dalga tehlikesi olmayan
Yalnız ve tek başıma
Bir okyanus kıyısına
Karanlık olsa da
Örtüsü yoktur gecelerin
Derinden gelir sesler
Varılacak o temiz yer çok mu uzak
Sesler ve geceler ömrümden çalar benim
Gün gün ölür hücrelerim
Su içsem dolanır boğazıma
Kayığım deliktir
Yavaş yürür zaman
İple çekerim sabahları
Geceleri
Suya düşen tuz gibi erir yüreğim
Ve erimeden yüreğim
Al da götür beni
Tek başıma
Sahili temiz
Bir okyanus kıyısına
Arada bir kulubesinden dışarı bakıyor. Sokağın silik yansımaları kamaştırıyordu gözlerini. Kediler cirit atıyordu kulübenin etrafında, kur yapıyorlardı bir birlerine bes belli. Mart ayı idi ve mart kedileri dedi içinden. Flört ediyorlardı utanmadan köşe başlarında. Ya özgürce dolaşan sokak köpeklerine ne demeli; onlar öyle özgürce dolaşırken kur yaparken birbirlerine, kocabaş çok kızıyordu. Kcabaş’ın boğazında kocaman bir tasma ve tasmaya bağlı kalın bir zincir, yırtınsa da koparamıyordu zincirirni, ah bir elime geçseniz diyordu içinden, zordu bağlıydı işte… Aslında kocabaş her gün etle beslendiği bu asil insanların bekçiliğini yapan, asil bir köpek olduğunu bilse böyle davranırmıydı. Köpek olmak başka şey, asil olmak başka şey olsa gerek…
Gece sabaha dönmek üzereydi. Yorgun gözlerle, yogun düşüncelerle şöyle dua etmek geçti içinden.
“Ey Allahım!!! Zorbaların elinde can çekişen, senin sevgi mührünü üzerinde taşıyan bütün mazlum kullarına sen yardı et. Bize öyle bir güç ver ki; fırtınalara karşı nasıl durulacağını bilelim. Onurumuzun kırılacağı her türlü davranışlardan bizleri uzak eyle. İnsan gibi yaşamayı bizlere nasip eyle. Dün geçti gitti, geleceğimiz ise sana ve senin yardımına muhtaçtır. Bize yardım eyle. Amin…”
Bulunduğu yer şehir kenarı bir yerdi. Derinden bir horuz sesi duyar gibi oldu. Saatine baktı sabah olmuştu. Oturduğu yerden kalktı, etrafı düzeltti. Bir sonraki akşam için her şey düzgün olmalıydı. Olur ya öyle herkesle muhatap olmayan İsmail bey gelebilirdi. Ne de olsa buraların tek sahibi oydu. Gece sabaha dek beklemenin karşılığını da İsmail bey vermekte idi. Onun için İsmail bey büyük adamdı. Denildiği gibi herkesle muhatap olmasa da belki onunla muhatap olabilirdi…
Hazırlandı ve kulübesinden dışarı çıktı. Tanyerindeki kızıllık iyice açılmış ve keskin aydınlık gözleri kamaştırıyordu. Yönünü sokağa döndürdü ve yol kenarlarında ardarda toprağa kök salmış zeytin ağaçlarının gölgesinden; önce yokuş aşağıya, sonra biraz düz ve yine yokuş aşağıya, sıradan döşeli kaldırım taşlarına basa basa, kuş cıvıltıları arasında gecenin yorgunluğunu çıkarmak için evine gitti…
-
YORUMLAR
Henüz yorum yapılmamış.