Uzaklaşan Göl
2016… Ekimin ilk günleri. Yaz ve güz çalışmalarımızın ürünü bulgur, pekmez, kuru üzüm, ceviz, badem, elma, turşular, sirke, kurutulmuş sebzeler, tarhana gibi kışlık nevalemizi denkleyip evime, yaşadığım kente dönmek üzere baba ocağındayım. Gennaba’m* “Yarın mahkemem var,” diyor. Altmış yedi yaşına dek mahkeme kapısına ayak basmamış bir kadının ne işi olabilir mahkemeyle? Açıklama getiriyor merakımın baskısıyla. Gölün çekilmesiyle ortaya çıkan, Baladız Ovası’nın güneydoğu ucunda dedesinden kalma bir tarlanın Milli Savunma Bakanlığınca istimlak edildiğini, bakanlığın ferah almak için dava açtığını… Uzayıp gidiyor açıklamaları dilinin döndüğünce.
Baladız Ovası… Yıllardır istimlak edile edile ovalıktan çıkan ova ki; verimliliğini anlatmak için abartayım, ekinlerini tırpan kesmez, makine biçmez, ekin destelerini kadınlar, yeni yetmeler kaldıramazdı. Süleyman Demirel Havalimanı ve Organize Sanayi Bölgesi yuttu. En son, Kara Havacılık Okulunun taşınması kararlaştırılmış. İstimlak sahası “çay”a, köyün hemen “kulağının dibi” diyebileceğim Adalar Çayı’na dayanmış.
Çocukluğumun “deniz”i, tozlu-kirli yaz günlerimizin serinleme, arınma yeri. Hayvanlarımızın da… Ortaokul yıllarımda Etibank Keçiborlu Kükürt İşletmesine ait otobüslere hafta sonlarında işletme personelini Karakent’in ak kumsallarına taşırken imrenerek baktığımız… Senir Kasabası sınırları içindeki Gudilles’ten Çendik plajına yüzerek geçenleri efsaneleştirdiğimiz… Altmışlarda yükseldiği için zamanın hükümetince felaket bölgesi ilan edilerek civar köylerden Almanya, Fransa, Hollanda’ya gurbet kuşları uçurma vesilemiz… Göller Yöresinin göllerinden biri; Burdur Gölü. Söğüt Dağı ile Suludere Yayla dağ kütleleri arasında kuzeydoğu-güneybatı doğrultusundaki yerkabuğu oluğunu dolduran suların oluşturduğu, yurdumuzun yedinci büyük gölü… O yıllarda kapladığı alan kaynaklara göre 58 km2si Isparta sınırlarında olmak üzere 238 km2, yüzey rakımı 857 metre, fiili su girişi 243 hektometreküp civarında.
Kırk yılı aşkın zamandır ayaklarımın değmediği, hem kendisini hem çevresindeki doğal varlıkları korumak için çeşitli kurumların, sivil toplum kuruluşlarının, derneklerin eylem ve etkinlikler düzenlediğini bildiğim gölün son durumunu görme merakı dayanılmaz hâle gelince yollara düşüyorum.
Önce Senir’e gidiyorum çocukluğumun duygularına bürünerek. Değerli emekli öğretmen Süleyman Taşdemir ağabeyin köyü Senir. Çoktan unutulduğunu sandığım “Hoppacık ile Toppacık”ın yazarı, sürgünlerden usanıp öğretmenlikten istifa ederek portre halı üreticiliğini sanata dönüştüren, bir zamanların Gülbirlik Genel Müdürü Köy Enstitülü Ahmet Aksakal’ın da. Kardeşi Oktay’ın anlattığı konuşma süzülüp geliyor unuttuklarım arasından. “Abi arkadaşların yazar oldu, bazıları çok güzel romanlar, öyküler yazdılar, ünlü oldular. Sen de başlamıştın, neden bıraktın yazmayı?” sorusuna, “Onların eşleri çirkindi, yengen güzel!” yanıtını veren muzip Aksakal, kimlerle şakalaşıyordur şimdi? Işıklar içinde olsun.
Yıllar hızla geçip anılar puslar ardında yitmeye yüz tutarken; Eldere Sazlığından at, katır, öküz koşulu arabalar, kağnılarla hasır otu taşıyan yoksul köylülerin yaşadığı köy günlerinden bugünlere; büyüyen, gelişen, belirginleşen, hâlâ belediye olarak kalmayı başaran kasabada, gölün azgın zamanlarında su altında kalan evler yok olup gidenlerin yazılmayan tarihindeki yerlerini çoktan almışken, kasabanın sırtını dayadığı Tınas’a yaslanan, kalabalıklaşmış, yol boyu uzamış yerleşim alanı içinde pek çok yeni ev var olmanın tadını çıkarırken Göl bir o kadar küçülmüş ve uzaklaşmış. Son seçimlerden önce nüfusu 2000’in altına düştüğü için belediyelikten muhtarlığa dönüşen köyüme hayıflanarak yavaşça geçip gidiyorum Senir’den, dostlara sessizce selamlar bırakarak.
Gudilles… Bir zamanlar özel(!) plajımız. Bir siteye ait binaların gerisinde kalmış. Göl epeyce uzakta görünüyor. Çok geçmeden Hamidiye’ye varıyorum. Adı Tepecik Mahallesi olmuş, Senir’e bağlanmış. Terk edilmiş ilkokuluyla içimi burkuyor. Gölün yarattığı mikro klima yumuşak buralarda; bademlerini, cevizlerini don vurmuyor daha soğuk ve daha sert kışlar yaşanan bizim köyün aksine. Güllükler, gül yağı tesisleri çoğalmış. Adı Ardıçlı olarak değiştirilen “Hamballar”a uğramadan devam ediyorum yoluma. Fotoğraf çekmek için durduğumda yanıma gelen köylü bir arabamın plakasına bir bana bakıp merakını gidermek için soru sormaya niyetlenmişken; “Göl uzaklaşmış!” deyiveriyorum. “Eveli burdan 100 m. yörüyünce varıveridik göle, şinci kilometireden fazla yörüyoz da varameyoz!”diyor. Biraz konuşuyoruz kimlerden, ne iş yapar, geçim derdi, dünya gailesi… Esenleşiyoruz, herkes yoluna gidiyor. Güzün kınaladığı bozulmuş bağlar, silkilmiş ceviz ağaçları, narlar, elmalar, tülütombaklar, muşmulalar bakıyor gözlerimin içine. Göl uzakta.
Yöre insanının “Alles” veya “Ellas” dediği, Yunanca “Hellas-Yunanistan” sözcüğüyle -buralardaki tarihi kalıntılar da göz önüne alınırsa- asırlar evvelden bağlantısı var mı merak ettiğim, babamın öğretmenliği nedeniyle dört yaşıma kadar yaşadığımız, ürümbecinde rengârenk boncuklardan bilezikler dizili beşikte bebekliğimin, mezarlığında Durmuş dedenin, Nazl’abamın, “İfa”sıyla bizi taşıyan Halil Usta’nın yattığı İlyas Köyüne doğru. Köye 2 km. kala yol ikiye ayrılıyor. Gölün etrafını tavaf etme içgüdüm beni sola yönlendiriyor, sola dön diyor. Az ilerde başında kasketi, bir elinde değneği diğerinde cep telefonuyla keçi sürüsünü yolun karşısına geçirmeye çalışan gök gözlü, aydınlık yüzlü bir çobanla karşılaşıp duruyorum yakınında. Yaklaşıyor. Selamlaşıyoruz. Yolun nereye gittiğini soruyorum. Değneğini tuttuğu sol eliyle sol tarafı işaret ederek “Hoo yanı dönesen Garıgend’e, Buldur’u gede!”, telefonu tuttuğu sağ eliyle sağ tarafı göstererek “Şoo yanı dönesen Ellas’ı gedesin.” diyor. Yabancıyı yadırgamayan güzel insana teşekkür edip soldan devam ediyorum. Ne bir kuş görüyorum ne keçilerden başka hayvan. Yolun bir yerinde sol tarafa park edilmiş bir traktör, karşısında ceviz silken bir çift. Elimi kaldırıp selam veriyorum. Gülümseyerek karşılık veriyorlar. Yıllar önce iş arkadaşı olduğum Mayk geliyor aklıma; Çukurova’nın Yüreğir Ovasında mısır tarlalarını dolaşırken elle selamlaştığımız insanları görünce, “Sen tanınmış biri olmalısın, herkes selamlıyor seni!” dediğinde “Sen de elini kaldırırsan bir anda tanınmış biri olursun!” yanıtını alıp kahkahalara boğulduğu ân hafif bir gülümseme olarak geçiyor yüzümden.
Sağımda, solumda gelişigüzel dizilen iğne yapraklı ulu ağaçlar kendileriyle yarışan çalılara nispet yaparcasına güze direnerek kendilerine has yeşil renklerini korumuşlar. Köye girerken bir tabela ilişiyor gözüme. Karakent. Nüfus 358. Telefonumla birkaç kare fotoğraf çekiyorum, yanıma fotoğraf makinesi almadığım için kendime söylenerek. Karakent’te tabelası hâlâ sapasağlam gözüken terk edilmiş ilkokul binası. Ek binanın duvarında Atatürk resmi, altında “İzindeyiz” yazısı. Öğretmen lojmanı olduğunu sandığım camları kırık-dökük, metruklaşmış bir yapı. Görüntü içimi sızlatıyor. Göçler, taşımalı eğitim buraları da öksüz bırakmış. Yolun diğer tarafında Atatürk büstü. Sağlık Ocağı. Yanında boş bir dükkân. Kapısının üstünde “Karakent Eczanesi” yazan soluk bir levha. Köyün dışına çıktığımda bir köprü. Durup köprüden aşağı bakıyorum. Kuru bir dere yatağıyla göz göze geliyoruz. Epeyce ötede Karakent’in vaktiyle iç geçirip bir türlü gelemediğimiz ak kumsalları. Göle doğru bakarken ters taraftaki “…Doğal Hayat……” kısmını ancak okuyabildiğim levhayı son anda yakalıyor bakışlarım, durmuyorum. Bir dahaki sefere niyetiyle devam ediyorum. Ayrılan yolun sağ sapağının başında “Ephesus Stone-Efes Taşı” tabelası ve “Cimbilli 6 km” levhası dikiliyor karşıma. Bir başka yolculuğa erteliyorum Efes Taşıyla tanışmayı.
Burdur-Fethiye yoluna çıkana kadar dura kalka ilerliyorum, arkamdan önümden 07 ve 15 plakalı pikaplar, ticari araçlar gelip geçiyor. Burdur Gölü’nü kurtarma çalışmaları ve projeler var, gördüğüm tabelalar “Az Su Kullanan Ürünler ve Tasarruflu Sulama Sistemleri Uygulama Alanı”, “Doğal Hayatı Koruma” gibi sözcükler içeriyor. Birinin altındaki küçük yazılar dikkatimi çekiyor. “Vaillant bu projeyi desteklemektedir.” Römorkunda sökülmüş pancar taşıyan bir traktörle karşılaşıyorum. “Şurup” istilası altındaki ülkemde “şeker pancarı” görmek küçücük bir sevinç bahşediyor bana.
Fethiye yoluna çıkarken “Yazıköy”, “Yarıköy” levhaları, “Köy-Koop” amblemi ve “Burdur Birliği Süt Alım Tesisleri” yazanın yanı sıra on civarında mermer işletmesinin kiminde “…. Mermer” kiminde “… Marble Collection” yazılı tabelaları inceliyorum bir süre. Kooperatifçiliğin canına bunca okunmuşken hâlâ direnen, yaşatılmaya çalışılan birlik ve kooperatiflerin olması ne kadar umut verici? Olsun, bir sıfırdan iyidir diyor içimdeki iyimser.
Yarıköy ve Yazıköy denince hep 1971’de Burdur ve çevresini vuran depremi anımsarım. Mayıs ayıydı, depremden etkilenen yörelerden gelen öğrenciler izin verilerek memleketlerine gönderilmişlerdi, ben de içlerinde. Adana’da, lise ikideydim.
Burdur tarafına direksiyon kırıp yavaş yavaş ilerliyorum. Kuruçay kuru, Suludere’de kolum kadar rengi koyulaşmış bir akıntı. Durmadan geçiyorum zamanında plajı, içkili gazinosu anlatıla anlatıla bitirilemeyen, benim hiç görmediğim Çendik tarafına. Anımsarım; ışıklar içinde olsun, her kavganın ilk vurup son duranı Doğan Çavuş’un kafayı çekip kavga çıkardığı, ardından götürüldüğü karakolda iyice ıslatıldığı bir olay vardı. Çendik’te durup uzaklardaki gölün sularına, Söğüt Dağı’na, ufka bakıyorum belleğimde pek çok anıyı dolaştırarak. Bunca yıl sonra merak ve şevkle başladığım “Burdur Gölü Tavafı” yarım kalacak. Burdur’u, bizim Eskiyere dediğimiz Askeriye, yeni adıyla Gökçebağ olan Çerçin ve susuz deresi, Gölbaşı, yeni adı Gümüşgün olan Baladız’ı bu sefer görmeden, daha doğrusu içimi kurutan kuru dere ve çay yataklarını görmek istemeden ilk kavşaktan geri dönüyorum yolu tersinden bir kez daha çiğneme arzusuyla.
Dikkuyruklar, yeşilbaşlar dâhil ördekleri, sakarmekeleri, kazları, karabatakları, uzunbacakları, mahmuzlu kızkuşları, ak pelikanları, küçük akbalıkçılları, kızıl kiraz kuşları, kara sumruları, flamingoları, bahrileri ile iki yüze yakın kuş çeşidine ev sahipliği yaptığı bilinen göl ve çevresinin bugünkü konuk türü sayısı yirmi beşe, yüzey rakımı 842 m.ye, kapladığı alan 153 km2ye, fiili su giriş miktarı 2000’de 34 hektometreküpe düşmüş. Bugün yok denilecek kadar az. İnsan elini saymazsak iki doğa olayı yazgısını belirliyor gölün; yağış ve buharlaşma.
Haritalarda Uzundere Gölü bağlantısıyla Geresin dağlarından çıkıp Uzun Dere, Kısıkboğazı Deresi, Kalburcu Deresi, Değirmen Dere, Eskiçay Deresi, Adalar Çayı adıyla gösterilen, ana besleyicilerden biri olan, Keçiborlu’da, Güneykent’te gölet ve barajlarla kelepçe vurulan çayın yatağından bugün Keçiborlu ve Kılıç Köyünün lağımlarından başka akan bir şey yok. Diğerleri; Uludere, Gönen Çayı, Çerçin Deresi, Eren Çayı(Bozçay), Burdur Çayı, Gravgaz Çayı, Alakır Çayı? Sadece Bozçay üzerinde küçüklü büyüklü 14 adet gölet ve baraj olduğu söyleniyor. “Ümmü Gelin” türküsüne konu olan “akmayası” çaylar bunların hepsi midir acaba? Yuttuğu canlara ağıtlar yakılırken aldığı “kuruyasın” ahı mıdır kaybolan kısmı Burdur Gölü’nün? Yer altı suları derin kuyu pompalarıyla yıllardır yüzeye çekilip bağlara, bahçelere, güllüklere hayat verirken gölün ölüm fermanını mı imzalıyor? Arsenikli sulardan uzaklaştıkça kafamdaki başka sorular da yanıtsız kalarak karışıp gidiyor belirsizliğe.
Bir yandan avlanmaya değil de katliama gelen donanımlı avcılar marifetiyle, diğer yandan havalimanı ve organize sanayi bölgesinin varlığıyla yaşam alanları daraltılarak nesli tükenme tehlikesiyle karşı karşıya kalan, dünyadaki varlığının % 70’ine ev sahipliği yaptığı dikkuyruk ördeklerin kuyrukları gibi kuyruğunu dik tutmaya çalışsa da geleceği hiç parlak gözükmüyor Burdur Gölünün. Eskiden beş haneli sayılarla ifade edilen bu güzelim kuşların sayısı son yıllarda bazı kaynaklarda belirtildiğince üç haneli ürkütücü sayılara düşmüş… O yıllardan günümüze gelindikçe insanoğluna ait sayısal bazı değerler büyümüş, Burdur Gölüne ait olanlar küçülmüş. Rakamların söylediklerinin yanı sıra gözlerimin gördüğü ve görmediği gerçekler var; gölün kapladığı alan göz ardı edilemeyecek kadar küçülmüş ve göle kavuşan tek akarsu görmedim!
Bir ağıt tutturuyorum bet sesimle: “Geldi geçti kahpe gençlik yel gibi!” Vaktiyle ağırcanlı öküzlerin sürünürcesine çektiği kağnıların, kozalı koşumlarıyla atların koşulduğu arabaların geveleye geveleye bitiremediği yolları yarım saatte yutuyorum zamane arabasıyla.
Dalöğlen çıktığım bu kısa yolculuktan yarı mutlu, yarı hüzünlü çokça umudu kırık dönüyorum köyüme. Bütün su kaynaklarına baraj ve göletlerle adeta haciz konan göl, bugün “beslendiği damarlara kan yürümeyen, kendi kanıyla atmaya çalışan çaresiz bir yürek” olarak biraz daha yerleşiyor içimdeki kaygı ormanına.
Isparta-Adana, Ekim-2016
------------------------------
*gennaba: amca, dayı, ağabey gibi büyüklerin karısı, gelin abla.
YORUMLAR
Henüz yorum yapılmamış.