- 1835 Okunma
- 7 Yorum
- 5 Beğeni
Hücre 426
Amerikalılar Sıçan Yarışı derler çalışma hayatının koşturmacasına. Bir tekerleğin içine girip, onu sonsuza değin çeviren ama bu arada da bir santim bile ileri gidemeyen fareleri düşünerek söylenmiş bir sözdür. İş ortamlarına bakınca aklıma farelerle ilgili başka benzetmeler geliyor. Örneğin şu odadan küçük, masadan büyük hücreler... Öyle bir düzenleniyorlar ki sanki fareler için bir labirent yaratılıyor. Kiminle yüz yüze görüşmek isterseniz şu kadar hücre gidip, sonra sola dönüp bilmem ne kadar hücre boyunca ilerliyorsunuz. Tarifler çoğunlukla işe yarıyor. Yaramadığında da birine yanaşıp soruyorsunuz:
“Bay Rastapo... Rastapopoulos’un yerini gösterebilir misiniz?”
Yanlış katta değilseniz sizi yönlendiriyorlar. Rastapopoulos’un yanıbaşına geliyorsunuz. Derdinizi hallettikten sonra geri dönüş sorun olabiliyor. Gelirken kullandığınız yol haritasını tersine çevirmek de kolay değil. Evet, iki hücre ilerleyip sola dönmüş, devamında dört hücre boyunca devam etmiştiniz. Sonra da kaybolmuştunuz. Peki kaybolduktan sonra size verilen ipuçları neydi? Yoksa soru sorduğunuz genç hanım yerinden kalkıp size rehberlik mi etmişti? Dikkatinizi nereye vermiştiniz?
Birini durdurup
‘Bana nereden geldiğimi gösterebilir misiniz?” derseniz, o da büyük olasılıkla
“Sen önce bana bir anneni göster” diyecektir. Bu yüzden dönüş yolunu sormaz, başınızı uzatıp asansörleri ararsınız. Gördüyseniz sorun yok. Göremediyseniz yere ekmek kırıntıları atmaktan başka çareniz kalmıyor demektir.
...
Bizim katın mutfağında saat üç yirmi kahvemi içiyordum. Bu vakitte kimsecikler burada olmaz. Eve gidiş saati yakındır; o yüzden ortadan kaybolup buraya gelmenin pek bir getirisi yoktur. Boş masalardan birine ilişirsiniz. Duvardaki televizyonda ekonomi haberlerini bulup, elinizdeki golf derginizi okursunuz. Ben de öyle yapıyordum: Tiger Woods’un ağrıyan sırtı yüzünden vuruşunu nasıl kısa kestiğinin detaylarını öğreniyordum ki, yanımdaki sandalyeye Ransone oturdu.
“Niye karşıma geçmiyorsun? Böyle sevgililer gibiyiz”
“Anlattıklarımı duyunca beni sevgilinden çok seveceksin.”
Şirkette altıncı ayım dolmuştu. İlk geldiğimde kimse beni uyarmadığı için Ransone’a selam vermiş, sohbete başlamıştık. Zamanla onun şirketin çatlağı olduğunu farketmiş ama geç kalmıştım. Fırsatını buldukça benimle konuşurdu. İtiraf etmeliyim, arkadaşlığının epey de faydasını gördüm. Beni acımasızca ilgisiz olan bilgi işlemin eline düşmekten defalarca kurtarmıştı. Onun sayesinde yazıcılara erişiyor, sistemdeki kısa yolları buluyordum. Lakin son zamanlarda işlerimi yoluna koyduğum için yolum onun hücresine düşmüyordu; bundan da çok rahatsız değildim.
Ransone yine zihni sinir bir fikirle çıkagelmiş gibiydi.
“Aradığını buldum!”
“Gerçekten mi? Nereden buldun? Kaç para istiyorlarmış?”
“Nasıl? Neye kaç para istiyorlarmış?”
“Aradığıma: Max 200G’ye. Onu bulmadın mı?”
Bozarsam belki başımdan gidebilirdi.
“Max da ne? Her neyse, onu değil, daha önemlisini buldum: Altın yumurtlayan kurbağayı!”
“Tavuk olmasın o?”
“Küçük düşünüyorsun. Tavuk günde bir tane yumurtlar, kurbağa ise yirmi bin tane”
Fincanıma baktım. Kahvemdeki köpükleri nedense kurbağa yumurtasına benzettim. Fincanı ister istemez masaya bıraktım.
“Ransone, ne demeye çalışıyorsun?”
“Cennet bahçesindeki hücreyi buldum”
Boş bakmış olmalıyım.
“Hücre diyorum. Bu kattaki en iyi hücreden bahsediyorum.”
“En iyi hücrelerin kapıldığının farkında değil misin? Hatta birinde de sen oturuyorsun.”
Altı aylık bir çalışan olarak asansöre ve tuvaletlere bakan ama patrona da pek yakın olmayan bir hücreyi kullanıyordum.
“Geç klasik ‘iyi hücre’ tanımlarını. Bu bugüne kadar görülmemiş ve duyulmamış bir hücre. Öyle bir hücre ki diğerlerinin tam ortasında ama kimse erişemiyor. Hatta girişi bile yok.”
“Girişi olmayan hücrenin bana, sana, ve Vancouver’dan Nigel’a ne gibi faydası olabilir?”
“İşin püf noktası da bu zaten. Girişi var ama diğerleri bunu bilmiyor. Orada kim oturuyorsa istediği gibi girip çıkıyor ama onu kimse rahatsız etmiyor. İstersen uzat ayaklarını masana, kitabını oku. İstersen de ekranında Indian Wells turnuvasını seyret. Gün bittiğinde, sessizce evine gidersin.”
“Ransone... Kimse benim gelip gittiğimi görmüyorsa niye işe gelip hücrede oturayım? Paşa paşa evimde kanepeye uzanır, kedimi severim.”
“Sen bu hücre niye boş sanıyorsun? Oraya geçen herkes böyle yapıyor. O yüzden orası sürekli boş, Bak bir şirket rehberine. Kaç kişinin aynı hücreyi adres olarak kaydettiğini gör.”
Sonra, hiç beklemediğim bir şekilde kalktı, masaya bırakmış olduğum fincanı alıp kendi yerine doğru uzaklaştı.
...
Ransone’ı tabii ki ciddiye almadım. Her zamanki hücreme kurulup, asansör kapılarının açılıp kapanmasını dinledim. Tuvaletten gelen el kurutucularının sesleri, kapı önünde sohbet edenlerinkine karışıyordu. Matmazel Sejour’un hücresinin civarda kümeleşenler arada sırada bana laf atıyor, matmazelin ilgisini tekrar yakalayana kadar benimle vakit geçirmeye çalışıyorlardı. Bir gün şefim bana “Biraz daha işine yoğunlaşmalısın” deyince yeni bir yere geçmenin faydalı olacağını hissettim.
Şirket rehberinde göz gezdirmekle olmuyordu, not almam lazımdı. Kalemimi, kağıdımı hazır edip rehber üzerinde çalışmaya başlayınca gördüm ki tam dört kişi aynı hücreyi kullanıyordu. Ya tek bir koltukta kucak kucağa oturuyorlar, ya da tıpkı Ransone’un dediği gibi adresi orası gösterip işe hiç gelmiyorlardı. Peki toplantılarda ne yapıyorlardı? Ya da şefleri çağırdığında? Eğer o hücreyi bulabilirsem tüm bu soruların cevabını öğrenebileceğimi düşünüyordum. Artık tek bir hedefim vardı: o da Hücre 426 yı bulmak.
Eldeki ipuçlarını gözden geçirdim. Her ne kadar duygularımve Ransone Hücre 426 nın katın ortalarında bir yerde olduğunu söylüyorlarsa da girişinin yokluğundan ve her hücrenin ancak üç duvara sahip olmasından 426 nın açık tarafının bir duvara yaslandığını düşünüyordum. Belki bu duvarda kullanılmayan bir kapı vardı ve ancak başka bir odadan hücreye giriş yapılınabiliniyordu. O zaman öncelikle bir oda, belki bir toplantı odası aramalıydım (Ofis olursa herkes kendi ofisinin girdisini çıktısını eninde sonunda öğrenir ve kapıyı keşfederdi.O yüzden kimseye ait olmayan bir oda olmalıydı. Belki kapı bir dolabın arkasında kalıyordu).
Öğle tatillerinde arabama gidip uyumak yerine bu odayı ve kapıyı aramaya başladım. Yedi yüz kişinin kaldığı bir binada bu o kadar da kolay bir iş değildi. Değişik keşifler yaptım. Örneğin şirkette bir “sessiz oda’ varmış. İsteyen girip, kanepeye uzanıyor, ışıkları kapatıp uyuyormuş. Şirket herhangi bir battaniye sağlamadığı için uyuyanlar bir süre sonra kanepe üzerinde “Olmaz ki, böyle de yatılmaz ki” kıvamına geliyorlardı ama onları dürtüp bu sözü söylemenin anlamı yoktu. Güzel bir keşifti fakat bana yetmezdi.
Başka bir gün diğer bir odada Ella ile karşılaştım. Tek başına, gömleğinin düğmelerini açmış, sütyenini çıkarmıştı. Ondan beklemezdim diyeceğim ama beklemeliydim. Göğüslerine yapıştırdığı pompalarla süt sağıyordu. Hiç bir şey demedim: o da demedi. Arkamı dönüp çıktım. Kapının üzerindeki Emzirme Odası tabelasını ciddiye almam gerekiyordu.
En ciddi adayım beşinci kattaki 516 nolu toplantı odasıydı. Odayı daha önce gezmiştim ama içimden bir ses daha dikkatli olmamı söylüyordu. Şubat’ın son Perşembe’sinde orayı tekrar kontrol etmeye karar verdim.
Öğle vakti gelince yerimden kalktım. Kimseyi şüphelendirmemek için ceketimi giydim. Dışarı çıkıyormuş gibi yapıp asansörlere yöneldim ama çevik bir hareketle kendimi fotokopi odasına attım. Ceketimi odanın hiç kullanılmamış portmantsouna astım. Odanın iki tane kapısı vardı. Diğerini kullanıp katın istediğim tarafına geçtim. Kapıyı açıp 516 nolu toplantı odasından içeri başımı uzattığımı şefim Tobius’ı gördüm. Şefin yanında müdürüm Jerome, onun yanında insan kaynaklarından Emily, takiben tahakkuktan Wyatt oturuyordu.Beni görünce Tobius şaşırdı:
“Kim ona erken gelmesini söyledi?”
Kimseden ses çıkmadı. Bu sözden sonra özür dileyip kapıyı da kapatamıyordum. Sahne bir süreliğine dondu, ta ki Tobius şaşkınlığını üzerinden atıp konuşmaya başlayıncaya kadar.
“Neyse, madem hazır geldin, bu fırsatı değerlendirelim.”
...
On beş dakika sonra kendimi tekrar fotokopi odasında buldum. Ceketimi aldım, boş fotokopi kağıdı kutularından bir tanesini seçtim ve özel eşyalarımı toplamak üzere hücreme yöneldim.
YORUMLAR
Yazınız dünyanın gidişini gösteriyor. Her ülkede durum aynı. Insanlar hangi ortamda olsalar bile yalnızlığı itildiler. Her yerde entrika kötülük var. Ruhsal durum berbat. Hizla dünyada inişe geçtik.
Yazılarınız hem düşündürüyor hem keyif veriyor. Devamini bekliyorum. Başarılar...
Bazı okumalar aynı bardaktan içtiğimiz suyun her damlasına muhtaç olduğumuz duygusu yaratıyor.
Bazı yazılar var ki; hoş bir esenlik ve esinlik katıyor yine avuç avuç yüzümüze suyu çarpıp da susuzluğumuzu tam anlamıyla giderdiğimiz...
Günümün yazısıdır değerli yazarım.
İzin verirseniz yeniden gelmek istiyorum yazınıza.
Saygılarımla.
önceki ofiste yalnız olunan öykü ile bağlantılı ise bu, kovulma kısmı (yani kovulma olarak anladım ben) biraz trajikomik olmuş. sıçan yarışı evet tam olarak tabir bu. kimse kafasını kaldırıp nasıl bir düzenin içinde olduğunu görmüyor yada görmek istemiyor.
İlhan Kemal
kimse kafasını kaldırıp nasıl bir düzenin içinde olduğunu görmüyor yada görmek istemiyor.
Tamamen katılıyorum. Hatta komplo teorisi meraklılarını sarsıp Haftada beş gün haftasonu için, yılda elli hafta iki haftalık izin için çalışıyoruz. İşe gidip gelmek için aldığımız arabanın parası için çalışıyoruz. Çocuğumuz da bizim gibi çalışsın, bunun için de iyi okula gitsin diye çalışıyoruz. Bundan daha büyük bir komplo mu var? demek istiyorum.
Saygılarımla.
grafspee
aklıma avis'te yapmış olduğum bir muhabbet de geldi bu arada. alfa romeo giulietta yeni çıkmıştı ve ben de kiralamak için onu seçmiştim. sonra çalışanla muhabbet ederken, bundan bir tane almalıyım dedim. kulağıma eğildi, "saçmalama abi, bu araba hele ki bu ülkede senin kaç aylık maaşına denk geliyor. işe arabayla mı gidiyorsun, hayır, her gün kullanıyor musun, hayır, kullanacağın haftasonları ve yaz tatili, yılların parasını bu arabaya bağlamaktansa, ihtiyacın olduğunda kirala..."
sonra kafadan bir hesap yaptım. cidden yıl boyu tüm tatillerde kiralasam bile aracın fiyatının çok çok altında bir harcama yapmış oluyordum. velhasıl ülkemizde beş para etmez araçlar, depreme dayanıp dayanmadığı belirsiz evler ve yılda üç beş gün afilli bir tatil için yaşıyor ve ölüyoruz.
Bildirimi görünce çok sevindim. Özledik yeni öykülerinizi gerçi eski öykülerinizi de okuyorum ara ara ama :)
Bu arada öyküyü okuyunca koşullarıma epey bir sevindim.Sanki bu hücrelerde insan kendini hamster gibi hisseder, bunu çok doğru buldum.Öykü kahramanının şansı da benimkine benziyor, kedi şansı,dört ayaklı :d
Saygı ve selam ile.
O qué tarafından 3/6/2018 1:19:06 PM zamanında düzenlenmiştir.