- 554 Okunma
- 2 Yorum
- 0 Beğeni
-MARJİNAL BİR SİYASİ OLUŞUMUN KISA HİKÂYESİ-(3)
Siyasi yapıların birer felsefi söylemleri de bulunmaktadır. Kurgulandığı topluma ya da dünyaya kendini kabul ettirmesini mümkün kılan veya kolaylaştıran tanımlamalar vardır. Birer propaganda ögesidirler. Bu durumun bir örneği de ülkemizde darbe, ihtilal ve muhtıra süreçlerinde kendini gösterir. Dünyanın birçok yerinde darbecilerin yıllarca kışlalarına çekilmek bilmediği, dış güçlerinde yönlendirmesiyle ancak uzun yıllar sonra devrilebildikleri; buna karşın Türk Silahlı Kuvvetlerinin her defasında ve muhakkak surette sivil rejime dönüş yaptığı vurgulanır bir dönem. Kuşkusuz doğruluk payı vardır. Askeri müdahalelerin tamamında kısa sayılabilecek bir zaman zarfında seçime gidilir. Fakat müşkül şu ki; bu müdahalelerin alışkanlık yaptığı, sistemi bir kere yerinden oynattığı, aksamanın kronikleştiği, darbelerin zincirleme nüksettiği hususu üzerinde o dönemlerde etkin biçimde durulamadığı rahatlıkla söylenebilir.
27 Mayıs, 12 Mart, 12 Eylül ve hatta 28 Şubatta yaşananlar ülkemiz sisteminde teklemenin müzminleştiğini düşündürmektedir. 28 Şubatı diğerlerinden ayırma gereği duyduğumu daha önce de belirttim. İlk üçünün “Soğuk Savaş” döneminin uluslararası konjonktürüne sıkı sıkıya bağlı yapılanmasına karşın 28 Şubat sürecinin tek kutuplu dünya paralelinde gerçekleştiği görülmektedir. Bir bakıma sistemin bir ekstrası olmaktadır. Bu da benden olsun havası estirmekte adeta bonus vermektedir. Toplumumuzun genlerine sirayet ettiği de söylenebilir mi? Kanaatimce darbelerin ve muhtıraların toplumsal kesimleri, aydınlarımızı, siyasi kadroları pasifize ettiğinden özellikle bahsetmeliyiz. Bir tür, darbelerin darp edici etkisi üzerinde durmalıyız hani. 28 Şubat ise darbe değil darphane diyebileceğimiz ironik bir duruşa sahip olmaktadır artık.
Ne ki, bütün bu hususlar konunun olgular ve kavramlar ışığında değerlendirilmeyeceği, ele alınamayacağı anlamına gelmemektedir. Elbette iktisadi, siyasi ve zihniyet motifleri dairesinde her zaman incelenebilir, incelenmelidir de. Salt askerler değil; iş dünyası, medya, siyaset, aydınlar gibi ögeler dâhilinde çözümlenmelidir.
Mesela zihniyet bağlamında alıyorum. Ülkemizin yakın tarihinde eksen teşkil eden bir kavramlaştırma ilericilik, gericilik dairesinde kendini göstermektedir. Dinsel bir devlet ve rejim korkusu sürekli canlı tutulmakta; adeta Demoklesin kılıcı misali toplumun üzerinde salınmaktadır. Bu tarz otoriter yapılanmalarda ünlü Bilim Felsefeci Karl Popper’in “Bu dilde ‘karşı görüş’ yoktur, ‘ihanet’ vardır! Muhalif’ yoktur, ‘iç düşman’ vardır. Bu dilde çözümleri araştırılacak ‘sorun’ yoktur, tepelenmesi gereken ‘komplo’ vardır.” Tanımlaması misali kaygı ve korku üretilmekte ve tazelenmektedir. Hiç şüphe yok ki, bu tanımlamayı yeryüzünde cereyan eden her türlü otoriter eğilim ve yapılarda aramak ve görmek mümkündür.
Bu noktada, 1980’lerin sonlarında dilimize kazandırılmış bir kitap ve referans alarak gazetecilerimiz tarafından yazılan yazılar aklıma gelir. İranlı yazar Bahman Nirumand’ın “İran’da Soluyor Çiçekler” adlı eserinden söz ediyorum. Kitap, İran İslam Devriminin anılarıyla yüklüdür. Devrim öncesinde Şahlık rejimine karşı İslamcılarla sosyalistlerin, mollalarla aydınların işbirliği yapmaları yapabilmeleri yazar tarafından burkularak işlenmektedir. Hani ne umduk, ne bulduk ikilemi karşımızdadır. Nirumand “Biz, ana çelişkiyi, yani emperyalizmle savaşı, ön planda tutuyorduk. Demokrasi olmadan emperyalizmle savaşılamayacağını anlayamamıştık.” demektedir. Yine “Şah’ı devirdikten sonra iktidarı mollaların ele geçireceğini hiç düşünmemiştik. Her şey çok çabuk değişti. Humeyni Paris’te İran’a demokrasinin gelmesi, kadınlara eşit haklar verilmesi gibi herkesin şaşkınlıkla karşıladığı açıklamalar yapıyordu. İranlı solcuların ve aydınların büyük bir kısmı Humeyni’yi desteklemeye başladılar.” şeklinde izlenimlerini ortaya koymaktadır. “Giysileri yüzünden sokaklarda kadınlara sataşmalar başlayınca, "yan çelişkiler" diye ciddiye almadık bunları der. Yazar kitabında, başlangıçta geçiş dönemi sancıları olarak algıladıkları bu tarz durumlardan yola çıkarak ülkemizde verdiği bir röportajda da aydınlarımıza ve toplum kesimlerimize tavsiyelerde bulunmakta, deneyimlerini aktarmaktadır. Üstte de belirttiğim gibi kimi gazetecilerimizin eserden ve yazardan faydalanarak yazdığı yazılarda ülkemiz üzerinde öncesine dayalı kökleri de bulunan kaygıları yelpazelemektedir.
Açıkçası İranlı yazarın eserini ve paylaştığı tecrübelerini İran’ın yaşadığı dönemler bağlamında önemsemekle birlikte bazı hususların o dönemde aydınlarımız arasında yeterince değerlendirilemediğini düşünürüm. Bir kere, İran Devrimini yapanlar 1970’li yıllar boyunca hangi vaadlerde bulundular ve bunların tersini yapmadılar mı sorusu hatalıdır. Tam tersine devrim neden içe kapandı? Niçin ve nasıl açık ve demokratik bir toplumsal, siyasal düzene dönüşemedi şeklinde sormalıyız. Amerika ve batı dünyasına karşıt mesajlar veren rejim yine Amerika ve batı dünyası tarafından ablukaya alınmaktadır. Sekiz yıl süren İran-Irak savaşı bu durumun bakiyesidir. 1981 yılında devrimin yapıcılarının önemli bir bölümünün hayatını kaybettiği bombalı saldırıda anlamlıdır. Hep öyle değil midir, devrim kendi evlatlarını yer sözüne atıfta bulunmakta aceleci olmamak gerekir. Acep devrimi yapanlardan bir bölümü mü diğer bölümünü topluca katletti yoksa dış güçler kaynaklı bir hareket midir, sorgulanabilir elbet.
Diğer bir husus, İslam devrimi olgusunu besleyen doktriner yapı ne şekilde konumlanmaktadır? Hani bir başka İslam ülkesinde değil de neden İran’da cereyan etmektedir? Salt kapitalist-emperyalist kaynaklı bir sömürüye ve içerideki temsilcilerine bağlamak gerçekçi midir? Bilakis Şiiliğin sosyo kültürel dayanaklarına eğilmek gerekmez mi? Bu noktada ise “İmamet” doktrini karşımıza çıkmaktadır. Sözlüksel çerçevede baktığımızda; “Şiilikte, imâmlık (önde durma, önde olma) anlamındadır. Camii ve namaz imâmlığından ayrı olan bu kelime ile İslâm Ümmet’inin rehberliği, liderliği ve yöneticiliği kastedilmektedir. Tüm insanlığı doğru yola ulaştırmada öncülük edenlere ise İmam denir. Sünni anlayışında, imanın şartları arasında sayılmayan İmamet, Şiilikte temel iman esaslarından birisidir.”
Bu durumda İran devriminin özgün tarihsel ve teolojik argümanlara sahip olduğundan söz etmek hiçte mübalağa olmayacaktır. Ülkemizde kimi çevrelerde sempati uyandırdığı doğrudur. Ancak kanaatim odur ki; tüm bir toplumumuzun ve rejimimizin böylesi bir sempati ve bağlılık halesiyle kuşatılabileceği iddiası, döneminde paranoyakça bir yandaşlık dairesinde yankı bulmaktadır. Açıktır ki, İran devrimi sosyolojik bir duruşla okunabilecek, dünyanın herhangi bir köşesinde olabildiği gibi zulüm karşısında kitlelerin isyan çığlığı olarak karşılanabilecekken; kaskatı bir rejim korkusunu pompalayan, besleyen sistematik çabaların menbaı halini almaktadır.
Bütün bunların sonucunda varılabilecek nokta “insan bilmediğinin düşmanıdır” sözü misali ötekileştirme eğiliminden sakınmanın ve bilgilenmenin sıhhati etrafında kendini gösterecektir. Ancak bu şekildedir ki, taassup halinde ideolojik bombalamaların ardında bambaşka hesapları ve çıkar güdülerini bulabiliriz.
-SON-
L.T.
YORUMLAR
Darbe ve ihtilal dönemleri kendine has bir terminoloji meydana getirmekte
Gladio, kontrgerilla, vs. kavramlar soğuk savaş dönemlerinin izlerini taşır sözgelimi
Bunun gibi postmodern darbe, balans ayarı gibi kavramlaştırmalarda 28 Şubat sürecinde peyda olmaktadır
Dönemlerinde tüm darbeler kendi meşruiyet zeminini tesis etmekte, ideolojik bir söylem dairesinde yapılmakta ve kendini ifade etmekte
Bugünden bakıldığında genelde eleştirildiği, karşılarında toplumsal siyasal bir tepki alanı oluştuğu söylenebilir
Ancak eleştiriler buz dağının su üstü bölümü misali derinlikten yoksun mu acaba?
Rutin siyasetten hoşnut olmayan insan evladı bir de bakıyorsunuz geçmişe rücu edebilmekte, o dönemler o kadar da kötü değildi, sonuçta o zamanlarında şartları yok muydu gibi bir terennüm dalgası toplumu hale hale kuşatmakta
Bunun nedeni darbe ve ihtilal dönemlerinin salt fiziki bir dalga olmayıp kimya düzleminde de sosyal psikolojiye sirayet ettiği, adeta genleri kodladığı noktasındadır
Kişioğlu ister istemez o ezgiyi çığırmakta yer yer
Mesela kulak misafiri olduğum bir diyalog
Vatandaş yanındakine 12 Eylülü olumlu karşılayan sözler sarf ederken; Kenan Evren'i neden sevmiyor bu insanlar anlamıyorum demekte
Oysa sorun paşanın şahsi varlığı olmamalı
Dünyadaki doğu batı kutuplaşmasının bir uzantısı olarak ülkemizde de sağ sol kutuplaşması tezgâhlanmakta, sahnelenmekte o dem
Üstte belirttiğim gladio-kontrgerilla, NATO/Amerika eksenli örgütsel yapılanma ülkemizi iç savaş ortamına sevk etmekte
Vaktiyle ünlü istihbarat uzmanı Mahir Kaynak sağın ardında Amerika, solun ardında Sovyetler olduğu bahsinin o dönemin popüler bir yanılgısı olduğundan bahsederken; birbiriyle çatışan iki unsurun ardında aynı güçlerin bulunduğuna değinmektedir
Yine dönemin savcılarından Doğan Öz'ün hükûmete verdiği bir raporda Genel Kurmay'da sokak çatışmalarını organize eden bir daireden söz etmesi ve akabinde bir suikaste kurban gitmesi enteresandır
Bunları yabana atmak mümkün mü?
27 Mayıs, 12 Mart, 12 Eylül Amerikan Sovyetler karşıtlığı, NATO konsepti, askeri-siyasi strateji, vs. ögeler üzerinden her zaman okunabilir ancak bir insan evladının 12 Eylül 80 veya takip eden günlerde yapılan basın açıklamaları ve hatta günlük gazetelerimizde yer verilen haberler, nümayişler misali söz sarf etmesi manidar bence
Bugünün rutin siyasetini eleştirmek maziye sığınmak değil ki
Maalesef siyasi yaşamımızda farklı dönemlerin yanılgıları bulunmakta
Ne ki, bunuda aşan Türkiye üzerinde oyunlar başlığı hiç ara vermeden hükmünü yürütür
Ve maalesef, dış güçler ve içerdeki yardımcıları dediğimiz durumsallık bekler bizleri
Atatürk'ün " iktidara sahip olanlar gaflet ve dalâlet ve hatta hıyanet içinde bulunabilirler." şeklindeki meşhur söylemi akla gelebilir
Dolayısıyla şahıs isimleri ve bunların sempatik, babacan yankısı önem arz etmemeli bence, olgular üzerinden konulara bakılabilmeli
Yoksa ben onu seviyorum bunu sevmiyorumlar, papatya falı psikolojisi duygusal triplerin ötesine pek geçmeyecektir...
Eğrisiyle doğrusuyla günahı sevabıyla bir Necmettin Erbakan geçti bu dünyadan.
Derler ki imamın dediği yap yaptığını yapma. Erbakan artık yok bu dünyada değil tanıdığım kadarıyla eleştirdiğim beğenmediğim yönleri işleri vardı takip edilmeli deyip ardına düştüğüm yönleri de vardı.
mesela kayıp trilyon davasın ve "imam hatipler arka bahçemizdir" dediğinde tiksinmiş nefret etmiştim. ama bilim adamı kimliği muhteşemdir.
Bir kaç konu var ki hep haklıydı haklılığı da devam ediyor. :.... bunlar tehlikeli , bunların kökü dışarıda bunlar arzı mevuda hizmet ediyor vs. vs. vs. fetö konusunda uyardı
bop konusunda uyardı iktidar partisi konusunda uyardı. öyle yenilir yutulur cümlelerle değil sarsıcı cümlelerle uyardı haklıydı elinde belgelerle açıklama yaptı sesi çıktığı kadar bağırdı ama bize geçmiş olsun.
Allah taksiratını affetsin
levent taner
Doğrular filizlenmiş bir anda
Katılım ve katkınız dolayısıyla şükran duydum
Saygı ve selamlarımla...