Divriği-Çayören’de Bir Yaz Günü
Çayören’de Bir Yaz Günü
________________________________________
Çayören’e akşam üstü vardım, köy gölgeler içindeydi. Bu köyde doğmuş, on bir yaşıma kadar kalmış acı ve tatlı kimi olaylar yaşamıştım. otuz yıl var ki, bu küçük dağ köyüne uğramamıştım. Köyde yaşanmış çocukluk ve ilk genlik döneminin tüm ilginç serüvenleri ansızın belleğime üşüştü. Şimdi bir zaman yaşadıklarımın yer yer kalıntılarına rastlamayı umuyordum. Köyün girişinde dolmuştan indim, köyün ortasından geçen sokaktan şimdi annemle babamın oturdukları eve doğru yürüdüm; düz toprak damlarıyla taş evlerin, merdivenlerin ve ayvanların önünden geçtim. Eskiden kalabalık bir aileyi barındıran ama şimdi kapısında asma kilit sallanan iki katlı bir konağın avlusundaki bir dalı kurumuş yaşlı kayısı ağacı, tüm gücüyle bir şeyler anımsatmaya çalışarak yolumdan alıkoydu beni. Başka bir evin önüne akşam iş dönüşleri oturmak için derme çatma yapılmış seki, başka bir evin önünde yıllardan beri kullanılmayan, çürümeye yüz tutmuş bir harman makinesi, tek katlı bir evin damındaki bir loğ da ağaçtan geri kalmadı. İçimde çoktan unutulduğunu sandığım şeylerin gene de unutulmadığını görerek, şaştım doğrusu! Bu dingin yaz akşamında köyün ortasından da geçmeden duramadım; eskiden her tonda yükselen insan sesinden kimin ne söylediği anlaşılmayan bu küçük meydanın şimdi ıssız, dışa kapalı küskün bir görünümü vardı.
Aylardan Temmuz’du, iki haftadan beri köydeydim. Havlar güneşli, yağmursuzdu. Üstümüzde sıcak ve mavi bir gökyüzü vardı; sabahları temiz ve yüze gülen, öğle sonraları alçaktan geçen salkım saçak beyaz bulut kümelerinin kuşattığı bir gökyüzü. Bazı geceler yakınlarda ve uzaklarda gök gürlüyor, ama her sabah uykulardan uyanıldığında mavi ve güneşli bir parıltının yükseklerden aşağılara ağdığı, çevrenin yine ışık ve sıcağa doyduğu görülüyordu. İçim sevinç dolu ama telaşa kapılmaksızın, kendimce yaz yaşamının tadını çıkarmaya koyuluyordum; susuzluğun yer yer çatlaklarla donattığı yanıp kavrulan kır yollarında kısa gezintiler yapıyor, bir zamanlar kızaran yüksek başakların örttüğü şimdi ise artık sulanıp-sürülüp-ekilmedikleri için dikenlerin, ayrık otlarının kapladığı çatlak çatlak olmuş tarlalar içinden vurup gidiyordum. Köyün yakınındaki tarlalar arasında sınırları oluşturan tumlardaki yüksek otlar arasında saatler süren molalar veriyor, üstüme konup konup uçan pembe kırmızı uğur böceklerinin, ağaçların başında durmadan şarkı söyleyen yerel dilimizde cızgı dediğimiz ağustos böceklerinin, çevremde vızıldayan arıların, gökyüzünde kızıl bir şahinle dalaşan atmacaların seslerini işitip, esintisiz havada gökyüzünün derinliklerinde dinlenen selvi ağaçlarının dallarını seyrediyordum. Kuru otlar hafiften hışırdıyor, uzaktan uzağa ırmak çağıldıyor, sanki sırrına erilemez bir hiçlik havada akıp gidiyordu. Gelincikler, atkuyrukları, yerel dilimizde çelemcük denilen hardallar, yarpuzlar, papatyalar gülümseyip duruyordu bana. Bazan köyün ortasındaki küçük meydanda derme çatma bir sedir üstünde birkaç ihtiyar köylüyle oturup sıcak gecenin koynunda -daha çok geçmişten olmak üzere- memnun fakat biraz da buruk çene çalıyorduk. Eskiden köyün ortasında bir uğultudur giderdi geceleri; derme çatma taş ayaklar üzerine yuvarlak ağaç dalları uzatılarak yapılmış iğreti bir bank üzerine oturan köyün erkeleri saatlerce çene çalarlardı, yüksekle sesle hararetli hareretli bir konuyu tartışırlardı. Meydanda yükselen gürültüye hemen ilerideki derenin gümbürtüsü ile köyün içindeki bahçelerde, selviliklerde gece tüneyecek olan serçelerin, çullu kargaların, saksağanların çıkardıkları sesler karışırdı. Kısacası, Çayören’in her yazı gibi yine canım bir yazdı. Bazı kimseler için güzellikte böyle bir yazla boy ölçüşecek bir başka şey gösterilemez. Ben de işte bu tür kişilerden biriyim. İşte böyle bir yaz gününde kendimi alabildiğine mutlu, coşkulu hissedişim, aynı nedenden, Çayörenli olmamdan kaynaklanıyordu.
Bir sabah erkenden evden çıktım, adımlarımı açarak, yeni yeni aydınlanan sabahın sessizliğine daldım, Avdan yoluna düştüm. Köyün Avdanlar tarafına giden yolunun kenarlarında, harmanlar, yoncalıklar ve kaysı ağaçlarının çoğunlukta olduğu küçük bahçeler, bahçelerin içinde de bostanlar bulunuyordu. Bahçelerin etrafındaki derme çatma ihata duvarlarının ve kırık dökük söğüt çitlerinin içinde tek sıra halinde dikilmiş iğde ağaçları vardı. Bahçelerin bitiminde mezarlık, mezarlıktan sonra tarlalar geliyordu. Hızlı hızlı yürüyerek köyü, bahçeleri, bostan yerlerini arkamda bırakıp mezarlığa geldim. Yol boyunca şurada burada kurşuni kül ve siyah gübre yığınları içinde tavuklar bitleniyor, yakınlarda bir eşek anırıyor ve karşıda, Büyükyolda iki köylü yokuş yukarı yan yana ağır ağır Palha köyüne doğru yürüyorlardı. Önlerinden geçip geldiğim iki katlı taş evlerin çoğunun kapısında kara kilitler asılı idi, bazısı yıkılmış, bahçelerin hemen hepsi viran olmuştu, içlerinde yeşeren bostan olan tek bir bahçe bile yoktu; insanı basan sessizlik kulaklarda çın çın ötüyordu. Mezarlıktan geçerken ebeme ve diğer atalarıma rahmet okudum.
Mezarlığın ortasından geçen taşlı tozlu yol mezarlığın sonunda birden dikleşiyor, bir ziyaret yerine kadar dümdüz ilerliyor ve orada ikiye ayrılıyordu; sola giden Avdanların ortasından geçerek Armutluçukurlara, sağa sapan ise Garoughlara gidiyordu. Şimdi traktörlerin, otomobillerin tekerlek izleriyle dolu yazlık yol, yılan kuyruğu gibi kıvrıla büküle tepeyi tırmanır, arpa, mercimek, küşne tarlalarının yanından, Gürüzündere denilen dar ve derin bir vadinin sarp yamaçları arasından geçerdi. Çayörenlilerin yazın at, katır ve eşeklerle ekin ve ot çekmek için kullandıkları bu yolda şimdi, hiçbir hayvan izine rastlanmıyordu. Yolun başında yavaşladım. Ellerim ensemde, anlım havaya kalkık, içime sığmayan bir sevinç, erişilmez bir gurur edasıyla gözlerimi bulutsuz, pırıl pırıl gökyüzünde gezdiriyorum. Ta yukarıda Toplağın tepesinin üzerinde parça parça beyaz bulutlar vardı; yavaşça iç içe giriyor, yavaşça çözülüyor, birbirlerini yok edip yeniden doğurmaya çalışıyorlardı. Çocukluk yıllarımı geçirdiğim yerleri tekrar görmek hem ürkütücü olduğu kadar keyif de veren bir duyguydu doğrusu. Çögürlü’nün yokuşu çıkıp, yolun biraz ilerisindeki dağınık çalı kümeleri arasında bir taş yığını olan ziyarete görüştükten sonra Duzdaşları’nın taşlı yamaçlarına yukarı yürüyor, yürüyordum; çıplak topraklarda ağaç yoktu, etrafta tek tük çalılar, biraz uzakta sıralanmış kayalar görülüyordu. Hava mis gibi kekik kokuyordu.
Yukarıda uzaklardaki meşe korularına kadar dümdüz uzanan Avdanlar, koruların bitiminde çıplak tepeler vardı. Vadinin sarp yamaçlarını çepeçevre saran bodur meşe öbekleri ile ortalarda bir küme yüksek akkavak ağaçları, dipten, derinden dere’nin uğultusu, yerin sıcaklığı; bütün bunlarda bir dokunaklık, bir ürperticilik vardı. Bir türkü mırıldanmaya başlıyor, ama sesimi pek işitemiyorum; içimden gelerek söylemediğimi fark ediyorum, vazgeçtim, söylemekten. Derenin öteki yakasında tarlalar, daha yukarılarda Galadibi’nin çayırlıklar görülüyordu. Ot derimi Galadibi’nin çayırlarında daha da şenlikli olurdu. Tırpanlar bilenir, çayırlarda erkekler kadınlar üstlerinden ceketlerini saltalarını çıkarmışlar, başlarında şapkaları mendilleri ot bükerler, seslenir, gülüşür, bazen testilerden su, barhaçlardan ayran içip yine işe koyulurlardı. Ve ortadaki halis ot kokusu, Çamşıhı türküleri gibi duyularımıza işlerdi.
Kafamdaki düşünceler, her adımda kendimi daha bir yabancılaşmış bulduğum çevreye yönelmişti. Gözlerimi önümdeki yola çevirdim; henüz beş altı yaşlarımda iken annem uzaktaki tarlamıza ekin dermeye yalnız gitmekten korktuğu için beni de yanında götürürdü. Sabah gün ışımasıyla birlikte, beni uyandırmaya çalışırdı, ama tam olarak uyanamazdım. İşte bu yolda, sabahın alaca karanlığında annemin elinden tutmuş, yarı uyanık yarı uyur halde ayaklarımı sürüye sürüye yürürdüm. Yine bu yolda, bir zamanlar yaz akşamlarında, bayıraşağı köye doğru ilerleyen sığır ve koyun sürülerinin toynak sesleri, eşek anırtıları, çobanların sürüye salladıkları değnek şakırtılarıyla birlikte yüksek sesle söyledikleri galiz küfürler duyulurdu, oysa şimdi ne insan ne de hayvan sesi duyuluyordu.
İnsan, paçavra, kir bileşimi olan Çayören’in çocukları her sabah erkenden, evlerinin sokaklarından Ergek’e sığırını davarını katmaya götüren büyüklerinin ya da diğer köylülerin boğuk haykırışları, hayvanların böğürtüleri, melemeleri, anırtılarıyla birlikte en az onlar kadar gürültü eden aşağıdan, Ergek’ten, sık kavaklıklarda gece tüneyip sabah erkenden tarlalara, dağlara uçan saksağan sürülerinin bağrışları ve kendine özgü büyük gürültüler koparan kanat çırpışlarıyla uyanırlardı. Sabah çorbasını içmeden, uykulu gözlerini ovalaya ovalaya önlerinde kuzuları, danaları köyün uzağındaki dağlara yayılmaya götürürlerdi, en çok da bu yoldan giderlerdi yaylımlara. Kahvaltıları ile öğlenlikleri eskimiş basmalardan dikilmiş kirli-yağırlı bir torba içine, arasına bir kaşık tereyağı ya da taze kaymak konulmuş üç dört lavaş ekmek ile otuzbeşlik rakı şişelerine doldurulmuş yoğurt olurdu. Daha yoksul ailelerin çocuklarının gün boyu bütün yiyeceği, bir bohça ile bellerine sardıkları, arasında bir kaşık tereyağı olan iki üç ekmekten ibaret olurdu. Eğer insanın sırtında ufak bir torba, torbanın içinde birkaç buğday ekmeği, yarımlık rakı şişesine konulmuş biraz yoğurt , elinde de bir değnek varsa, dağ taş yürümek zor gelmez ona. Gölgeler üç ayak olduğunda kuzularını soğuk bir pınara yakın yerdeki ağaçların gölgesinde yatmaya bırakırlar, kendileri de pınarın başında topluca yemeklerini yerler, oyunlar oynarlardı. Şimdilerde ise, ne Ergekte hayvan sesleri, ne de dağlarda çoban çocukların sesleri, kimseler yok. Uzaklardaki dağların yamaçlarında ağaran büküle büküle giden cılgılar sanki oralarda uyuyakalmış, öyle ince, öyle yalnız bir başına işte oracıktalar.
Yürümeye devam ediyorum, Duzdaşının bayırlarından kuzeye yöneliyorum, Garoughlara giden yola sapıyorum. Garip duygular içindeyim: Acaba önümde kuzular, gıdıklar ve danalarla bu yoldan kaç defa geçtim, o zamanlar mutlu muydum? diye kendime soruyorum. İyi de mutluluk ne ki? O zamanlar ben de, her çocuk gibi, hayatta olmaktan başka bir şey yapamazdım. Yaşamak, hayatta olmak en büyük mutluluğumdu. Çünkü mutluluk, bilgi, kültür, uygarlık, politika, ideoloji, sanat, güzellik ve estetik anlayışı, moda, asortik giyim, vb kent kültürüyle ilintili kavramlar, yaşam biçimleri bilinmez şeylerdi benim için. Yani, yaşamımın anlamını, davranışlarımın nedenini göremiyordum, yine de her gün içim sevinçlerle dolardı, rahattım, huzurluydum. Fakat şimdi, ’hayatından hep memnun olabilmesi; üstelik yeni yeni mutluluklar bekleyebilmesi için, insanın az çok basit olması gerekir.’ diyen görüşe katılıyor gibiyim. Herhalde çok yavaş yürümüştüm, adımlarımı bir beygir gibi dizkapaklarımdan patır kütür değil, her kentli gibi kalçalarımdan attığımdan sürekli taşlara, tümseklere tökezliyordum; ayakkabılarım karalasitk değil, ortopedik spor ayakkabıları idi. Yıllar yılı alıştığım incelikler, kibarlıklar beni berbat etmişlerdi; ben ilk iş olarak yeniden köylüleşmeyi öğrenmeliydim !
Bodur meşelerin arasından geçen dar bir patikada bir müddet yürüdükten sonra eskiden bir yıl arpa, ertesi yıl mercimek ya da küşne ekilen tarlalara geldim. Güneşin esmerleştirdiği, kavurduğu kıraç toprağı çatlamış, parlak mavi gök altında kestiriyordu. Herhangi bir canlıya ait bir ses yok, çevremi çok derin bir sessizliğin, büyüleyici bir durgunluğun kapladığını, ölüme herhalde çok benzeyen irkiltici bir havanın her yanımı sardığını farkettim. Etrafta tek tük yabani elma, ahlat ve alıç ağaçları ile bodur meşe öbekleri görülüyordu. Eskiden ekin ekilen tarlalar kıra dönüşmüş, her taraf keven ve kekikle kaplı durumdaydı; toprak görünmüyordu. Arılar rengi solan kekiklerin, at kuruklarının, gayganacukların ve gavurbaşlarının yuvarlacık tepelerinden o günkü son geçimliklerini topluyorlardı. Sarışın tüylü tüylü püskül otları sorguçlarını, gavurbaşı kesleri başlarını kibirle sallıyordu. Köstebek yuvalarının yanındaki tümsekler, kahverengi sivilceler gibi, benek benek duruyordu bozkırda.
Yüksekçe bir yere gelip durup etrafı seyrediyorum. Batıda, uzaklarda tam karşımda kutsal Düşek duruyor; eskiden olduğu gibi yine gizemli, yine heybetli ve güven verici. Bir kayanın üstüne çıkıyorum, şimdi üstünden geçip geldiğim, garip şeklide küçülmüş eğik tarlaların taa aşağısında, yayvan vadide kavaklıklar arasında ışıldayan Araplı deresini görüyorum. Sol tarafıma ise, dar ve derin bir vadinin öbür yakasında meşe koruları var. Korunun bitiminde dalgalı bir arazi üstünde, gittikçe yükselen ve daha uzaklarda büyük tepelere, sıra dağlara dönüşen çıplak bozkır uzanıyor. Biraz aşağılarda çok sayıdaki ceviz bahçeleri net görülüyor. Araplı deresi taşlı kayalı sel yatağında bir sağa bir sola dönerek akıyor, çağıltıları kulağımda hoş bir seda bırakıyor. Acaba Araplı’nın sesini çocukken hiç fark etmiş miydim? Karşıda dereye yakın yerlerde yine ceviz bahçeleri, kavaklıklar, daha yukarılarda eski ekin tarlaları bozkır görünümünde. Görebildiğim hiçbir yerde ekili bir toprak parçası yok. Kayanın başında oturmuş, hafızamdan çocukluğumun unutulmuş anılarını, geçmiş zamanların yaşantılarını çıkarıp önüme sermiştim. Kendi kendime şöyle dedim: “Şimdi bu ıssız yerler, yazılmamış bir destan gibi duran görebildiğim yerler, tüm bu hüzün verici görünümüne karşın, bir bozkır değil de güneş yanığı yüzünde ürkütücü bir görünüm olan terk edilmiş küskün emektar bir kadının kucağı sanki; o kadar yumuşak ama bir o kadar da sert ve sorgulayıcı. Ekin ekme zamanları usul usul sürülen, ikilenen, ekin yeşerdiği zaman sakınarak basılan ve ekinler boy verip başaklarını seçtiğinde hayran olunarak seyredilen şimdi ise aciz görünümündeki bu yerler aslında duygulu ve büyük! Bir anne gibi hey şeye katlanıyor. Orada burada dalları kırılırcasına meyveye durmuş tek başına bir ahlat ya da yabani elma ağacı: Sanki bilinmeyen zamanlardan beri oradaymışlar ve kendilerini taşlayacak kuzu çobanlarını bekliyorlarmış gibi. Ne kadar güzel!, Ne kadar dokunaklı!
Etrafı seyrederken yeniden anılar canlanıyor gözümde. Anılar, insanın zihnini karıştıran bir kalabalık oluşturarak aniden çakıveriyor, uzun çocukluk ve ilk gençlik yılları düşsü bir zaman hızıyla bir baştan bir başa yanıyor, daha geri gelmeyecek gibi elden kayıp giden nesneler, tanıdık ve acı bakışlarla beni süzüyordu. Bazılarını bütün ayrıntılarıyla sanki yeniden yaşıyorum. Çayören’de köyde doğup-büyüdüğüm için, köyle ilgili anılarım çoktur. Bilek büken eğri büğrü yollar; yıkık çitler; içlerinden köpek leşleri, kenarlarından baldıran gibi hayırsız otlar, üzerlerinden zehirli sinek bulutları eksik olmayan dereler, hendekler; derelerin kıyılarında büyücek taşların ardında tuvalet ihtiyacını gideren evlerinde veya avlularında tuvaleti olmayan kadın veya erkekler, bir bostanı yolan, bir sürüngene işkence yapmakta olan ya da bir çerçinin başına üşüşmüş çocuk kümeleri; asık suratlı, ağır işten beli çökmüş, vaktinden önce ihtiyarlamış rençberler; yüzleri çörüşmüş sakalları, bıyıkları çıkmış ihtiyar kadınlar; bazı evlerin üstkat duvar yüzlerine söğüt çitlerinden örülmüş sıvasız tuvaletlerden açığa düşen etrafa korkunç kokular yayan lağımlar, evlerin önündeki avlularda gübre yığınları, sokaklara dökülmüş çökelik suları ve ekşi ayranlar ve üstlerindeki kara sinek bulutları ilk aklıma gelenler…
Çayören’de kış dönemi günler, yaz ise haftalar üzerinden hesaplanırdı. Çayören’de eski yazlar şöyle hatırlanırdı: Sıcak, boğucu bir Tomuz, tarlada sararmış-kızarmış başaklar, tumlarda köpük köpük sararmış otlar, ekin derimi, kuzu yayma, sokaklarında ekşi ayran birikintileri üzerinde uçuşan karasinek bulutları, harman zamanı ve Kos gölünde çimme. Temmuz ve Ağustos aylarına “Tomuz denirdi Çayören’de. Tomuz’da sıcak insanın kemiklerine işler, göllerdeki kamışlar, ataların “gol” adını verdikleri derin vadilerdeki otlar bile yanıp tutuşur. Tomuz günleri Çayörenlilerin en çok çalıştıkları, en çok üretim yaptıkları ve en mutlu oldukları günlerdi. Ekin derimine Temmuz’un ikinci haftasında girilir, önce arpalar, mercimekler, küşneler yolunur, bunlar hasıllanıp kaldırıldıktan sonra buğdaylar derilmeye başlanırdı. Derilen ekinler harmanlara taşınır, düğenle sürüldükten sonra harman makinesinde çıkarılırdı. Tomuzun her Allahın günü sabah erkenden gece geç vakte dek çoluk çocuk, genç ihtiyar, kadın erkek günün gökten ateşler yağdırdığı döneminde tarlalarda calışıyor, dağlarda çobanlık yapıyor, düğen sürüyor ve günün sonunda, akşamları, devrilen kurşun askerler gibi, yorgun ve ağır, honlarının hemen yanıbaşında ya da evlerinde yerlere serdikleri yataklara bırakıyorlardı kendilerini. Ertesi sabah, sanki bir gün önce yorgunluktan bitap düşen kendileri değilmiş gibi, aynı coşkuyla, aynı istekle kaldıkalrı yerden devam ederlerdi işlerine. "Bir yorgunluğa dayanma kolaydır, insanı ona çeken bir iç mutluluğu ise!”
Çayören’in çocukları her sabah erkenden, gün ağarınca, kuzularını, gıdıklarını, danalarını önlerine katar dağlara yayılmaya götürürlerdi. Her evin ya da sülalenin 5-10 yaşındaki erkek ya da kız çocukları kuzu yayarlardı. Bazıları kuzularını birlikte yayarlardı, her evin “en”i farklı olduğundan kuzuların kimin olduğu belli olurdu. Böylece, ikili, üçlü bazen de daha çok çocuğun katılmasıyla gruplar halinde çobanlık edilirdi. Köyden oldukça uzak yüksek platolardaki soğuk pınarların başlarında öğlenleri onlarca çocuk bir araya gelir, oyunlar oynarlar, yarenlik ederler, zaman zaman da çok sert, yaralamayla sonuçlanabilen kavgalar ederlerdi. Bizim evin 20-30 arasında kuzu, 7-8 gıdıktan oluşan sürüsünü ben yayardım, sözü edilen gruplara çok seyrek katılırdım, daha çok benden dört yaş küçük erkek kardeşimle kuzularımızı yayardık. Üstümüzde annemizin Singer dikiş makinesinde karaşayak denilen siyah kalın bezden diktiği pantolon, sırtımızda babamızın şeher’den (Divriği’den) aldığı ve yıllarca hergün giydiğimiz için defalarca çeşitli renkteki yamalarla yamanan alacalı bulacalı ceketler, ayaklarımızda –birkaç gün arayla iki elimiz arasında ovaladıktan sonra kapıdaki ağaç direklere vura vura kirini-çamurunu bir toz bulutu halinde göğe savurarak temizleyip yumuşattığımız- yamalı veya yırtık yün çorapları üstüne giydiğimiz kara lastikler olurdu. Gömleklerimizi de “dırı” denilen siyah çizgileri olan gri bir bezden yine annem biçer, Singerle dikerdi. Çayören çocukları için bir ceket, bir gömlek, bir pantolon yaza da yetiyordu, kışa da! Bir elimde ya da omzumda içinde sabah yiyeceğimiz ile öğlenliğimizin konulduğu bir torba, öteki elimde sıcak külde kavrularak sağlamlaştırılmış bir metre uzunluğunda düz bir alıç değneği olurdu.
Genelde, küçük sürümüzü her sabah erkenden Çögürlü’nün yokuşundan çıkardıktan sonra şimdi bulunduğum tarlaların tumlarından karşıda görülen meşe korusuna götürürdük. Meşe korusuna dar ve derin bir vadiden geçilerek gidilir. Vadinin içinde küçük bir su akar, suyun kenarlarında çayır otları, papatyalar,kuzukulakları, sığır kuyrukları, insan boyu yarpuzlar ve daha birçok çeşitli otlar biter. Kuzuları daha çok bu vadide ve vadinin yüksek yamaçlarında yayardık. Korunun içinde arpa ve buğday ektiğimiz tarlalarımız vardı. Meşeliğin içinde yüksekçe bir yere anne-babamız taş, çamur, kurumuş keven, yağmurdan çürümüş otlar, ekin saplarından bir kulübecik, ağıl, yapmışlardı. Ağılın önünde küçücük bir göl vardı. Öğlen olduğu zaman sıkışık bir küme oluşturup yayılmaktan vazgeçen kuzuları gölün kıyısındaki ağaçların gölgesine götürürdük, kuzular gölgede hemen yatarlardı. Biz de yemeğimizi yedikten sonra gölde kurbağa, kırda kertenkele, bazen de yılan öldürmeye çalışırdık. Öğlen yemeğimiz her zaman aynı fakat doyurucu olurdu; ebem, sabah yola çıkarken torbamıza kalaylı bir tasta tereyağlı bulgur pilavı, iki ağaç kaşığı, bir demet taze soğan, yetmişlik rakı şişesine yoğurt, 4-5, bazen daha çok lavaş ekmeği kordu. Çoğu kez yemeğimiz artardı, kurtlar kuşlar yesin diye kayaların üzerine korduk. O günlere ilişkin ayrıntılar, pek aklımda değil artık. Ama bazan, gözlerimi yumarak o günlere uzanabildiğim anlar, dünyayı sanki bir kez daha çocuk gözleriyle görür gibi oluyorum. Her gün akşama doğru gölgeler uzayıp korunun üstünü bastığında yorgun, ama gün boyu büyük bir yalnızlıktan kurtulmanın verdiği hazla dönüş yolunu tutuyor; kuzuları güneş ışınlarının aydınlattığı tozlar içinden vadinin köy tarafına geçirerek -kırmızımsı altın tarlalar arasından, ırgatların tanıdık sesleri ile gecelerini köyün hemen altındaki selvilerde tüneyerek geçiren saksağan sürülerinin köye doğru uçarken çıkardıkları seslerini dinleyerek-yaya yaya köye dönerdik.
Bir Tomuz günü, neydi, nasıldı, bilmiyorum. İçimde kahraman olmak, köyde benden övülerek söz edilmesi isteği belirdi. Gölgeler uzayıp üstümüzü bastığında her akşamki gibi kuzuları vadinin köy tarafına geçirmedik, korulukta yaydık, güneş, Toplağın ardında battı ve akşam üzeri, geç saatlerde, kurşuni bir pus halinde alacakaranlık bastırınca küçük sürümüzü geceleyecekleri ağıla doldurup ağılın kapısını arkadan koslayarak kuzuların içinde, yerde yattık, uyumuşuz. Uzaktan gelen bağrış çağırışlarla uyandık. Dışarı çıktım, zifiri karanlıktı. Karanlıkta görünmeyen, ama gelen seslerden vadinin köy tarafındaki gedikte oldukları anlaşılan annemle babam adlarımızı söyleyerek “neredesiniz, orada mısınız ?! “ diye sesleniyorlardı. Kuzuları ağıldan çıkardık hep birlikte gece karanlığında taşlı dikenli yol boyunca iki üç saatlik bir yolculuktan sonra evimize geldik. Çok bozulmuştum, çünkü dağda gece kalamamıştık, yani köyde herkesin “gece dağda kalmışlar” diye övdükleri kahramanlar olamamıştık.
Güneş Gatırlı’nın üzerine geçtiğinde bulunduğum yerden sersem bir kafayla ayrılıyorum, bir rüyada gibi bayır aşağı iniyor, bahçeler içinden geze geze birkaç yıldan beri yeterli yağmur yağmadığı için suyu eskisine göre oldukça azalmış Araplı deresine varıyorum. Derenin kıyısında kavak ve söğüt ağaçları, ses çıkarmadan daldan dala atlayan bir iki saksağan, biraz ileride yana doğru bel vermiş ve duvarlarındaki çamur sıvaları dökülmüş bir bostan kulübesi… Akşam ilerliyor, yumuşak mavi, bir alaca karanlık dört bir yanı sarmıştı, eve dönüyorum. Annemle babam evin giriş kapısındaki küçük ayvanda oturmuş sohbet ediyorlardı. Karanlık karışıncaya kadar oturduk, gezdiğim yerleri anlattım. Geçmişi birlikte andık, duygulu anlar yaşadık. Annem, ekin tarlalarında kendisine pınarlardan taze soğuk su getirişimi, bazen de “ suyu gölgeye koy ki ısınmasın, bir daha getirmem” deyişimi hatırlattı. Eski günlerimiz uzak ve bulanık bir rüya gibiydi. Biraz dalgın, biraz da kayıtsızlık içinde, “Bu dağın başını niye bu kadar güzel buluyoruz, niye terk edemiyoruz?” dedim. Babam gülümsedi, yüzüme baktı.“ O nasıl söz, burası bizim vatanımız, evladım! Nereye gideceğiz!, ecdadımız burada! Dünyada buradan daha güzel bir olmaz!" dedi. Sonra evimize girip yemeğimizi yedik. Ben, her zamanki gibi yatmadan önce sigara içmek için ayvana çıktım. Köyde zaman zaman bir köpek havlıyor, tek tük ışıklar parlıyordu. Uluderinin, köyü kara şala bürünmüş bir kadın gibi saran, gecenin karanlığını yırtan uğultusu duyuluyordu.
Sen , bunları okuyan genç Çayörenli sen, bu anlatılanlara iç dünyanda birşey duymuyorsun ve belki de pek yukarıdan bir edayla, küçümsemeden başka bir duyguya yer vermezsin her halde; ama şuracığa oturmuş, bunları yazan ben, bir çocuğa rastlamışım da sanki ona köyümüzde bir patikayı hatırlatıyor ve bundan bir çeşit mutluluk duyuyorum.
Dr. Sadık Top (Gacceygaripoğlu)
________________________________________
Konu cebe tarafından (09-04-2009 Saat 01:31 ) değiştirilmiştir..
YORUMLAR
Henüz yorum yapılmamış.