- 469 Okunma
- 1 Yorum
- 0 Beğeni
-MARJİNAL BİR SİYASİ OLUŞUMUN KISA HİKÂYESİ-(2)
Bazı olaylar belirleyici ve dönüştürücüdür. Bunun değişiminde ötesine taşan bir anlamı vardır. Öncesiyle sonrasını bıçak gibi keser, ayırır. Güncelle tarihsel iç içe geçer. Yaşanan zamanı bir kalemde tarih kılabilir de.
28 Şubat süreci yakın tarihimizin olayları içerisinde bu tarz durumlardan biri midir? Dünle bugünü kesin çizgilerle ayırır mı? Güçlü ve zorunlu nedensel bağlantılar oluşturur mu? Sonrasını kaçınılmaz kılar mı? Bu sorular zihnime takılır kimi. Açıkçası olmazsa olmaz bir iç bağ gözlüyorum.
28 Şubat 1997 başlangıçta her gün gibiydi, rutin bir takvim yaprağı idi. İlk anda sert rüzgârların estiği bir Milli Güvenlik Kurulu toplantısı bizleri karşılar. Bu sertliği iki boyutta düşünürüm. Nedenleri yanı sıra bir de tetikleyici ögeler olmalı. Kuşkusuz biraz öncesine gitmek gerekir.
1980’ler Statükonun kıskacında başlar. 12 Eylül askeri müdahalesi ülkemizde rutin hale gelmiş bir geleneği akıllara getirir. Bir gazetecimizin kullandığı “12’den 12’ye Türkiye” deyişi zihinlerde yerleşecektir. Aynı zamanda onar yıllık periyotlar bir olgu haline gelmektedir. 28 Şubat bu sürecin devamı mıdır? Aynı zincirin bir halkası mıdır? Genellikle kabul edilenin aksine böyle olmadığını düşünürüm. Bir kere 27 Mayıs, 12 Mart ve 12 Eylül Soğuk Savaş döneminin oluşumlarıdır. Önemli ölçüde NATO’nun müttefiki olmamız bazında NATO-Varşova Paktı zıddiyeti ya da Amerikan-Sovyet kutuplaşması dairesinde uluslararası askeri siyasi denklemler boyutuyla beraber ele alınması gerekmektedir. Oysa 28 Şubat bu tarihi sürecin dışına çıkmaktadır. 1990’da Doğu Bloku yıkıldığına göre böyle düşünmek doğal değil midir? 28 Şubat’ı bir zincirin halkası olarak düşünmek zorlamalı görünüyor hani.
Elbette iç siyasette nedenleri bulunmaktadır. İlk anda 1980’lerin sivil hükûmete geçişle birlikte meydana getirdiği değişim dalgasını ele almak gerekir. 1970’lerin anarşi ve terör döneminden sonra teknolojik gelişim ve dünyayla bütünleşme süreci ülkemizi çepeçevre sarmaktadır. Statükoya karşı çıkılan bir siyaset anlayışı öne çıkmaktadır. Merhum Özal’ın bu dönem üzerinde tartışılmaz bir etkisinden bahsedebiliriz. Hayatının daha önceki dönemlerinde Dünya Bankasında da görev yapan Özal Amerika ve Batı dünyasını, ekonomik ve teknolojik parametreleri iyi bilmektedir. Elbette 12 Eylül ihtilali ve Özal’ın yükselişi süreçleri koşut düzlemde her zaman ele alınıp, değerlendirilebilir. Yine Özal’ın Amerikanvari pragmatizmi ekonomi ve teknoloji alanında Türkiye’nin önünü açan rasyonalitesine karşın felsefi ve ahlaki ölçekte toplumsal bir yozlaşmanın zeminini oluşturduğu bazında her zaman eleştirilebilir. Ancak ülkemize kazandırdığı gelişme dinamiklerinin kuşatıcı etkisi ve önemi inkâr edilemez karakterde olmalıdır.
1990’lar da bu modda başlar. Ancak bu çizgide devam etmez. Özal’ın vefatıyla birlikte yine bir durağanlaşma, statükoya teslim oluş karşımızdadır. Aslında 1990’ların başlarındaki siyasi suikast örgüsü ile birlikte 1993 yılında cereyan eden Madımak ve Başbağlar kıyımları da düşündürücü olmaktadır. Yoksa Soğuk Savaş döneminin NATO ekseninde kavramlaştırılan Kontrgerilla ya da Gladio tipi örgütsel yapılar ülkemizde etkinliğini sürdürmekte midir? Elbette apayrı bir değerlendirmenin konusudur. Fakat düşüncem o ki, ülkemizde bir takım tutucu unsurlar ve güçler devrededir. Ve 1980’lerin gelişme ve değişme çizgisini hızla erozyona uğratmaktadırlar. Üstte de belirttiğim gibi Özal’ı ve dönemini tartışmak, sorgulamak ve eleştirmek ayrı; tümden reddetmek apayrı eğilimler olmalıdır.
Şüphe yok ki, dış dünyayı da ele almak gerekmektedir. Soğuk savaş döneminin sona ermesiyle beraber dünyada da kavramlar değişmektedir. Artık Sovyet Rusya yoktur. Dünya iki kutuplu değildir. Amerikanın daha önceleri pompaladığı Yeşil Kuşak eksenli köktenci anlayış yerini ılımlı İslam anlayışına bırakmaktadır. Bu durumun oluşmasında İran Devrimiyle yükselen ve batı dünyası açısından kontrolsüz kabul edilen bir radikalizmin de önemli rolü bulunmaktadır. Bu noktada Amerika’nın anti Sovyet, antikomünist çerçevede beslediği, geliştirdiği köktendinci yaklaşımların bir bakıma ters teptiği ve İran Devrimini tetiklediği de söylenebilir. Şüphesiz devrimin Şahlık dönemi kapsamında iç dinamikleri ve nedenleri vardır. Amma velakin Amerika’nın sonradan düşman olacağı ve kendi içerisinde boğmayı hedefleyeceği bir sosyo politik gelişimi farklı bir kulvarda geliştirdiği siyasi hareketlerle etkilemediğini söylemekte biraz safça olur. Açıktır ki, faylar birbirini tetiklemektedir. Birinin artçısı, diğerinin öncüsü olmaktadır. Dahası dinsel karakterdeki devrimci hareketlere karşı; birader biz burada antikomünist yükleme yapıyoruz, sizinle bir ilgisi yok, burası ayrı bir şantiye demek ve bunun sonuç vermesini beklemek abesle iştigal değil de nedir?
Yine 1990’lı yıllara dönersek; dünyada ılımlı İslam anlayışı destek görürken ülkemizde geç bir radikalizm mi bizleri karşılamaktadır? Refah partisi bir taraftan sosyolojik bir iç mantığa sahip düzlemde yükseliş göstermektedir. Özellikle büyük şehirlerin varoşları ve gecekonduları ile doğu ve güneydoğunun kırsalı Refah partisine kaymaktadır. Peki, partinin tarihsel yöneticileri bu gelişmeyi kavrayabildiler mi acep? Mesela, dönemin siyasilerinden Erbakan’ın “İmam Hatipler bizim arka bahçemizdir” şeklinde tabir ettiği durum sosyolojik rüzgârların partisinin yükselişine uygun bir iklim meydana getirdiğini kavradığını mı göstermektedir? Bu bağlamda aldığımda 28 Şubat süreci üzerinde Erbakan Hocanın bazı hatalarının rolü olduğunu belirtmek zannımca hatalı bir yaklaşım olmayacaktır. Yakın tarihimizin gerçekten hitabeti ve birikimine inandığım politikacısı Erbakan 1990’ların ortalarına doğru biraz da ülkemizin devlet sisteminin otoriter yanları karşısında duyduğu yılgınlık dairesinde gösterdiği tepkisellikle yanılgıya düşmektedir. Öyle ki, partisi sosyo ekonomik ve sosyo politik unsurlar dairesinde sıçrama yapmaya hazırlanırken kör parmağım gözüme diyebileceğimiz sözler sarf etmektedir.
Bakın size o yıllardan bir başka örnek vereyim. Televizyon kanallarından birinde bir tartışma programı; konuşmacılar arasında iki saygı değer gazetecimiz Taha Akyol ve Abdurrahman Dilipak bulunmaktadır. Yanlış hatırlamıyorsam Ataol Behramoğlu ve Etyen Mahcupyan da yer almaktadır. Sayın Dilipak konuşmasının bir yerinde İngiltere’de yaşanan bir gelişmeyi örneklemektedir. Ülkedeki Müslüman azınlığa mensup bir milletvekili parlamentoya girmiş bulunmaktadır. Ve programda bahsedildiği kadarıyla İngiltere tarihinde ilk kez bir Müslüman mebus meclise girmektedir. Dilipak merak ettiği bir husustan söz eder. Şimdi bu Müslüman politikacı sistemi zorlamak adına bazı tepkisel yaklaşımlar üretse, biraz böyle sorun çıkartsa İngiltere’de nasıl bir gündem oluşur diye sormasıyla birlikte Taha Akyol, canım Müslüman mebus da aklını kullansın sorun çıkartmasın deyiverir.
Hemen söylemeliyim ki, Akyol bu çıkışında haklıdır. Neden mi? Düşünsenize İngiliz parlamentosuna ilk kez bir Müslüman mebus girmektedir. Bu mebus neden problemli, tırtıklı pürtüklü biri olsun ki? Bilakis yapacağı çalışmalarla, göstereceği başarıyla İngiliz siyasi sistemi içerisinde başka Müslüman siyasilerinde önünü açmak, açabilmek dururken neden zig zaglı hareketlerde bulunsun? Üstelikte İngiltere gibi durmuş oturmuş bir demokrasi geleneğine sahip bir ülkede mantıksal bir çizgiden neden ve hangi akla hizmet etmeye ara sıra da olsa uzaklaşsın? Kanaatimce kerameti kendinden menkul bu örneklemenin psikolojik bir arka planı bulunmaktadır. Ülkemizde Kemalist devlet sisteminin uzun yıllara dayalı otoriter yapısı dönem itibariyle bazı sosyal ve siyasi kesimleri bunaltmakta ve yanılsamaya sevk etmektedir.
Tam da bu çerçevede bakmak suretiyle merhum Erbakan hocanın parti grubunda ya da kendi sosyal muhitinde geliştirdiği bazı söylemlerin zorlamalı yaklaşımlar olduğunu düşünürüm.
Pekâlâ, askeri vesayet sisteminin boşlukları, zaafları, hataları ya da sorunları mı, ayrı bir yazı da buluşmak üzere derim.
-DEVAMI VAR-
L.T.
YORUMLAR
Birey psikolojisi ve iletişim alanındaki bazı ögelerle toplumsal, siyasal kulvarın işleyişi arasında benzeşim kurmak birebir örtüşen bir doğrultu sağlamayabilir de; öğretici mesajlar verebilir düşünceme göre
Sözgelimi fertler arası iletişimde olumluluk ya da olumsuzluk müspet veya menfi bir etkileşim sağlamakta ağırlıklı olarak
Karşı tarafa verdiğiniz pozitif veya negatif elektrik bir biçimde size dönmekte, hemen yahut sonra olması fark etmez pek
Sinsiliğin, içten pazarlıklılığın doğası ayrı; açıklığın, netliğin, berraklığın, şeffaflığın apayrı, kezâ sonuçları da ona göre
Med cezir manzaralarını izleyebiliriz insan ilişkilerinde; tsunamileri, durulma süreçlerini, dalga boylarını, dip tepe noktaları gözleyebiliriz beraberinde
Sular bir çekilir, bir yükselir bakarsınız
Kimi insan nettir, karşılaştığı durumun gerektirdiği tepkiyi birebir verir, aynı oranda
Bazı insan ise içe dönük kimyasıyla orantılı olarak biriktirir biriktirir, birden patlar, hemen veya akabinde duygularını iletmemesi, bir tsunaminin habercisi de olabilir, risklidir aynı ölçüde
Toplumsal, siyasal alanda da; ne kadar demokratik, özgür bir toplum ve siyaset zemini olduğu önem arz eder, şüphesiz hukuksal düzlemde kurallı süreçler manzumesi olabilmeli, olmalı
Otoriter, baskıcı sosyo politik yapılar zaman içerisinde tazyik yapabilmekte, yapmakta da
Ülkedeki farklı sosyo kültürel yapıların ve insanların baskı altında dirençlerini, dayanıklılıklarını, iradelerini, ne kadar kontrollü olduklarını, mantıklı hareket ettiklerini test etme yetkisine, hakkına sahip olan/olanlar dönemlere kapılmaksızın kim/kimler?
Nihayet daha demokratik bir siyasal, toplumsal yapılanmanın tesis edilebilmesi için gelir dağılımında adalet, sosyal adalet ögeleri kadar eğitim, kültür, bilim, sanat, düşünce alanlarında alınan mesafe dikkate alınmalı ki; etki tepki, ifrat tefrit mekanizmalarının işleyişi ve doğuracağı sonuçlar nötralize edilsin, edilebilsin...