- 766 Okunma
- 1 Yorum
- 0 Beğeni
Dinmeyen Yağmur
Çamurlara bata çıka gidiyorsun. Yağmur öyle apansız yakaladı ki önceden bir önlem almana fırsat vermeden karşına çıkan her şey gibi çırılçıplak bıraktı seni. Üzerindeki giysiler bahar güneşinin tebessüm ettiği bir güne göre seçilmişlerdi çünkü. Böyle somurtuk yüzlü bir göğü hiçbir yerine koyamazdın ki öyle başlayan bir günün!
Birden başladı yağmur, sanki birkaç saniyeliğine uğramış gibi belli belirsiz atıştırarak damlalarını. Gitti gidecekti sanki bulutlar... Öylesine kararsız, “güneş orda hâlâ” der gibi ılık temaslar bırakıyordu damlalar. Ama dakikalar geçtikçe anladın ki; gitmeye falan niyeti yok yağmurun... Üzerindeki bu tiril tiril, baharlık elbise çıplak bırakacak seni bu düşman yüzlü göğün karşısında.
Bir saçak altı buldun, kollarını bedenine sararak ılık bir kucak yaptın kendine. Şimşekler çakıp duruyordu, her tür aldatmacaya savaş açmış gibi, aydınlığa boğarak loşlukları.
Şimdi yağmur yağıyor olmasaydı, bu sokaktan çoktan geçip gitmiş olacaktın oysa. Karşıdaki apartmanın penceresinden bakan küçük oğlanın gözlerindeki yakarışı görememek bir yana, apartmanın bile farkına varmayacaktın belki.
Neden öyle bir yeri acıyormuşçasına, “kurtar beni” diyen çığlıklarla bakıyordu gözleri? Ya onun oturduğu dairenin iki üstündekinin pencerelerinden gelen o bağırışlara ne demeliydi?! Bir kadındı bağıran... “Yeter artık!” diyordu sanki, burdan duyamasan da kelimeleri. Belki çok başka şeyler söylüyordu; oğluna kızıyordu mesela, neden ders çalışmıyor diye... Ama asıl söylediğinin ne olduğunu değiştirmiyordu ki bu! O kelimelerin içini öyle bir dolduruyordu ki içinin haykırışı, görünürde söylediklerinin hiçbir anlamı kalmıyordu. Ona “yeter” dedirten bir dünyanın, içinden taşışlarıydı o haykırmalar. İki alt penceredeki çocuğun gözlerinde de bir eşi olan...
Sanki bu eski, sıvası dökük, harap bina bu yağmuru dilenmişti gökyüzünden, insanlar saçak altına saklanmak zorunda kalsın da, içindekileri görebilsin diye.
Kimse durmuyordu çünkü zorlanmadıkça. “Biraz dur, karşına bak” diye ikaz ettiğinde dünyanın en anlamsız sözünü söylemişsin gibi boş boş bakıyorlardı yüzüne.
Telefonu çaldı, tam da karşı apartmanın yanındaki fırında çalışan oğlanın yağmura yönelmiş, hüzünlü bakışlarını fark ettiğinde. İçi ne kadar dolu bir bakıştı bu! Neleri koyuyordu içine kimbilir o damlaların? Ona hiç beklemediği bir anda bol bol boş vakit sunan bu durumu değerlendirerek gün boyunca yapamadığı bir şey yapıyor, kendini seyrediyordu karşıdan. “Bütün gün bu kutu gibi yere tıkılmak zorunda mısın?” diye soruyordu belki. “Çıkamaz mısın bu çukurdan? Yağmur bunu mu söylemeye çalışıyor sana yoksa?”
Sürekli bir koşturma içinde; ekmekmiş, poğaçaymış verirken müşteriye, para üstü hesaplarken çukur çukur olmaktan çıkıp diğerleri gibi herhangi bir iş yerine dönüyor, akşam eve birkaç parça yiyecek bir şeyler götürmesini sağlayan ekmek kapısı, ailesinin velinimeti oluyordu yine gerçi. Ama şimdiki gibi herhangi bir nedenle durup kaldığında olduğu yerde, kendini seyretmeye fırsat bulduğunda yani... görmeye başlıyordu detayları.
Dükkanın baktığı sokakta görecek pek de bir şey yoktu ya... Birkaç apartman, kırtasiyeci, bir kafe... Düşük gelirli insanların mahallesiydi burası, o yüzden genelde canını acıtacak görüntüler sunmuyordu ona. Ama böyle boş kalıp da uzun uzun düşünmeye fırsat bulduğunda fiziksel olarak var olanlarla sınırlı kalmıyordu maalesef görüntüler. Zihni pencereden görünenden çok daha geniş ve gerçek bir dünya sunuyordu ona.
Bu daracık yerden çıkıp başka sokaklara, caddelere saptığında, gün boyu o fırında unutur gibi olduğu şekiller yeniden belirginleşiyor, kalbinde bir sızı uyandıracak kadar derinden hissettirmeye başlıyorlardı gerçekliklerini. Mesela bir kız geliyordu karşıdan. Yüzünde çoktandır varlığını unuttuğu bir dünyaya ait dopdolu bir anlam... Sanki bir kalp çarpıntısının gölgesi... Hızlı adımlarla bir an önce ulaşmaya zorlayan onu o çarpıntının fâiline... Öyle acıyordu ki canı, o kızın telaşlı adımlarında bulduğu ılık duygunun sarıp sarmalayan gücü karşısında! “Belki de başka bir yere yetişmeye çalışıyor, olamaz mı?!” diyordu, “incecik de olsa bir dal buldum” ümidiyle, tepetaklak düşerken içine savrulduğu boşlukta... Ama kızın gözlerindeki o parıltıya ne demeliydi peki? İşte böyle şeyleri yeniden görmeye başlıyordu o boş anlarda...
Saçak altında, yağmurun dinmesini beklerken; küçücük bir alana hapsolmuş, oyalamaya çalışırken zihnini... zoraki olarak başladığın oyun nerelere götürmüştü seni? Telefonu düşüncelerden sıyrılıp açabildiğinde nihayet; sesine ne çok şey sığdırmış, ne çok yağmur, rüzgar yedirmiştin!
Bu dar sokakta ne çok sığmayan, taşan, o sıkışıklıktan kurtulmak için imdat çığlıkları atan şeyler vardı! Ne çok yağmur bulutu, ne çok sığınmak için aranan korunaklı bir köşe..? O kadın, o çocuk, o oğlan da şimdi senin gibi yağmurdan kaçmaya çalışmıyor muydu bir nevi? Üstelik onların yağmuru hiç dinmeyen türdendi. Seninki gibi günlük güneşlik bir göğün şakacı bir anına rast gelip kısa süreliğine yağdırdıklarından değil... Kararlı, sürekli bir şekilde, üstelik riyakâr gülüşler gönderen bir güneşi de koyarak bir yerine, “yağmur falan yok, nerden çıkarıyorsun” deyip tam ikna etmişken karşısındakini, birden sert rüzgârlara kattığı görünmez damlalarını şamar gibi savuruveren yüzüne...