- 626 Okunma
- 1 Yorum
- 0 Beğeni
ALLAHA ISMARLADIK
Dört yılını Cemal Paşa’nın yanında geçiren yedek subay Falih Rıfkı Atay, tarihimize bir ibret belgesi sunuyor. Zeytindağı romanı, insanın kanını donduran tarihi bir süreci ’bir İmparatorluğun çöküşünü’ karşımıza getiriyor. Yazar kitapta,Mehmetçiğin Yemen’de, Aden’de, Kanal’da Gazze’de, Arap Çölleri’nde nasıl kırıldığını anlatıyor:
Üç tabur, ah üç tabur...
Nebi Samoil siperlerinde Kudüs için kan döken Türk askerlerine bu kadarcık yardım edemiyoruz.
O sene Galiçya topraklarında döğüşmek için yirmi bin lüzumsuz Türk bulmuştuk.
Bir yığın Anadolu çocuğunu, artık kopmuş, uzaklaşmış Medine içinde,iskorpite ve çöle yediriyorduk.
Bir sabah kumandanın odasına girdiğim zaman, gözlerinin ağlamaktan yorulmuş olduğunu gördüm; Kudüs İngilizlerin elinde idi.
Oradaki son Türklerin nasıl kahramanca vuruştuklarını masanın üstünden aldığım şifreli telgraftan okudum. Kudüs’ü İsrail oğulları gibi bırakmadık; Türkler gibi bıraktık. Nebi Samoil üstünden Müslüman veya Hıristiyan mabetlere doğru inenler, Türklerin son gününü hatırlayacaklardır.
Karargahın içinde: ’Kudüs düştü !’ sözü ölüm haberi gibi yayıldı. Daha şimdiden Beyrut’a , Şama, Haleb’e göz yaşlarımızı hazırlamak lazımdı.
Artık yalnız Anadolu’yu ve İstanbul’u düşünüyorduk.İmparatorluğa, onun bütün rüyalarına ve hayallerine, Allaha ısmarladık !
Zeytindağı’nın çamları arasından, güneşi hiç sönmeyecek, hiç akşam gölgesi görmiyecek gibi bakan Lut çukuru, şimdi bütün İmparatorluğu içine çeken bir mezar taşı gibi, genişleyip derinleşiyor.
Eşyamı ve kağıtlarımı bavuluma yerleştiriyorum. Artık Şam’dan ayrılıyoruz. Cemal Paşa İstanbul’da istifa edecektir.
Tren giderken iki tarafımızda Suriye ve Lübnan’ı sanki safra gibi boşaltıyoruz. Yarın kendimizi Anadolu köylerinin arasında Kudüs’süz, Şam’sız, Lübnan’sız, Beyrut’suz ve Haleb’siz, öz can ve öz ocak kaygısına boğulmuş, öyle perişan bulacağız.
Kumandanım harap Anadolu topraklarını gördükçe:
-Keşke vazifem buralarda olsaydı, diyor.
Keşke vazifesi oralarda olsaydı. Keşke o altın sağanağı ve enerji fırtınası, bu durgun, boş ve terk edilmiş vatan parçası üstünden geçseydi.
Eğer kalırsa, eğer bırakırlarsa...Anadolu hepimize hınç, şüphe ve emniyetsizlikle bakıyor. Yüz binlerce çocuğunu memesinden sökerek alıp götürdüğümüz bu anaya, şimdi kendimizi ve pişmanlığımızı getiriyoruz. İstasyonda bir kadın durmuş, gelene geçene:
Benim Ahmed’imi gördünüz mü? diyor.
Hangi Ahmed’i ? Yüz bin Ahmed’in hangisini ?
Yırtık basmanın altından kolunu çıkararak, trenin gideceği yolun, İstanbul yolunun aksini gösteriyor:
-Bu tarafa gitmişti, diyor.
O tarafa ? Aden’ e mi ?, Medine’ye mi ?, Kanal’a mı ?, Sarıkamış’a mı ?, Bağdad’a mı ?
Ahmed’ini buz mu, kum mu, su mu, skorpit yarası mı, tifüs biti mi yedi ? Eğer hepsinden kurtulmuşsa, Ahmed’ini görsen, ona da soracaksın:
-Ahmed’imi gördün mü ?
Hayır...Hiç birimiz Ahmed’ini görmedik. Fakat Ahmed’in her şeyi gördü; Allah’ın Muhammed’e bile anlatamadığı cehennemi gördü.
Şimdi Anadolu’ya;Batı’dan, Doğu’dan, sağdan, soldan bütün rüzgarlar bozgun haykırışarak esiyor. Anadolu; demiryoluna, şoseye, han ve çeşme başlarına inip çömelmiş, oğlunu arıyor.
Vagonlar, arabalar, kamyonlar, hepsi ondan, Anadolu’dan utanır gibi, hepsi İstanbul’a doğru, perdelerini kapamış muşambalarını indirmiş, lambalarını söndürmüş, gizlli ve çabuk geçiyor.
Anadolu Ahmed’ini soruyor. Ahmed, o daha dün bir kurşun istifinden daha ucuzlaşan Ahmed, şimdi onun pahasını kanadını kısmış, tırnaklarını büzmüş, bize dimdik bakan ana kartalın gözlerinde okuyoruz.
Ahmed’i ne için harcadığımızı bir söyliyebilsek, onunla ne kazandığımızı bu anaya anlatabilsek, onu övündürecek bir haber verebilsek...Fakat biz Ahmed’i kumarda kaybettik !