- 857 Okunma
- 0 Yorum
- 0 Beğeni
'amfibi mendil'
Islak mendili uzattı. Sanırım yüzüne kötü bakmıştım. Bir süre hiçbir şey söylemeden elinde bana doğru uzattığı ıslak mendille kalakaldı. İşte o birkaç saniye, ne kadar geçtiğini Tanrı bilir, dünyadan soyutlanmış, mat bir okyanus maviliğinde buzdağı göreceğini uman şaşkın bir turist heyecanını duyumsadım. Oysa geminin iskele tarafında beyaz bir direğe bakarken kurduğu hayaller içerisinde terleyen o turistten, evet ondan bahsediyorum, bir farkım yoktu. Sadece ıslak mendili istemeyen, kokusundan nefret etmeye yakın biriydim. Sonra ‘neden’ diyebildi ve konuşması beni de rahatlattı. Nedenin peşi sıra kurumuş, parçalanıp un ufak edilmesi avucun üzerinde an meselesi olan yaprağı iki parmağının arasında sallıyordu. Hayır, yalnızca bakıyordu. Bu gözlerin gülebildiğini, bu gözlerle hüznünü yansıtabildiğini ve yine gözleriyle bana anlamsızca bakabildiğinin farkındayım. Bazı küçük şeylerin değeri olmayınca daha iyi anlaşılıyor. Tutarsız olmadığım, saatlerce yürüdüğüm sokaklarda hep aynı şeyleri görme heyecanıyla yaşadığımı yalnızca yürüyerek hatırlayabildiğim daha eski zamana döndüm. İnsan yürümeli. Yolun kısalığı gereksiz bir iddiadır; yolu kısaltan ve uzatan bir iddia olmakla beraber ideolojik bir yaklaşımdır. Duraksadığımız anda başkalarının bakışları altında ezilebilecek görüntüler sunarız. Şimdi olduğu gibi. İstemiyorum. Islak mendilden önemli konularımız var. Mesela? Şunun şurasında tren rayların arasındaki taşları saymadan geçireceğimiz son birkaç saatten bahsediyorum.
Caddenin de, sokağında ismini bilmiyorum. Bazen gerekebilir bu isimleri bilmek ama şu anda kayıtsız kalıyorum. Yaşanmışlığın verdiği o nostaljik esintinin peşi sıra durup bakabileceğimiz harika portreler mevcut. İsli ve kirli paltonun üzerindeki domates lekesi sana tiksinti veriyor. Hâlihazırda cebinde taşıdığını bildiğim küçük ıslak mendilin ambalajını düşünmek istemiyorum. Üst tarafta daha büyük bir ev duruyor. Tepenin alt tarafındaki yeşilliği severek takip ediyorum. Üç katlı, görüntü içerisinde yaklaşık elli metrelik bir alanı kapsayan evin tepedeki duruşu şu an için olağan gibi gelebilir ama gece olunca bir mum ışığında dahi durduğumuz yerden aynı yere bakmak ürpertici gelebilir. Yüzüne baktım. Ağzımı açmadan anlamıştı. ‘Hayır’ dedi. Biraz daha baktım. Yine ‘hayır’ dedi. Bu sefer ısrar ediyor ve sadece gözlerine bakıyordum. ‘Bunu yapamayız’ dedi ve başını öne eğdi. Kurt bozkırda dolaşırken eşelediği toprağı unutmazmış. Eğer bir kurt olsaydın başını öne eğip, ayakkabının ucuyla toprağa dokunuşunu anlayabilirdim. Şu anda da seni anlıyorum. Bilakis insan olmandan hoşlanıyorum. Eğer bir hayvan olsaydın –herhangi bir hayvan- seni yalnız bırakmaktan ölesiye korkardım. İnsan olmanı bu yüzden seviyorum. Rastlantısever bir şekilde doğmuş olmanın verdiği eşsiz, ilkel bir hazla bunu kutlayabiliriz. ‘Bu ne için’ derdin bu sefer ve ‘yaşasın insan olarak doğduğuna’ diye toprak çanağı havaya kaldırabilirdim.
Bu soğuk, ruhunu tepenin boşluğuna sarkıtmış haliyle evi işaret ederek ‘gitmeliyiz’ dedim. ‘Ne olursa olsun oraya gitmeli ve girmeliyiz.’ Ayağın sonunda var olması gereken haliyle hafifçe yana doğru eğilirken, başın uçurtmanın rüzgâra kendini saldığı ilk noktadaydı: ‘Gidelim gitmesine ama ya birileri orayı da koruyorsa? Bize izin vermezler. Canımız sıkılmasın yok yere ve bence daha güzel yerler var. En azından herhangi bir yerde güzelliklerin de olduğunu söyleyebilirim. Of, tamam, gitmek istiyorsan gidelim ama sadece sen istediğin için.’ Elimi sımsıkı tutuyordu. Yaptığımız şeyin mantıklı bir açıklaması yoktu. Yüksek makamdakilerin gizlilikle koruduğu bir yer olmasa da, buraya giriş her nedenden olursa olsun yasaktı. ‘Nereden çıkacağız’ derken elimi iyice sıkıyordu. Tepeyi gözlerimle define dürbünü gibi tarıyordum. Vazgeçmek üzereydi. Eğer bir harekette bulunmazsan az sonra ‘hayır, ben gelmeyeceğim’ diyebilirdi. Bunu göze almak istemiyordum. İki katlı, balkonu çamaşır kurutmaya müsait boş evin yan tarafındaki tahta kapıyı fark ettim. ‘Gel’ dedim ve onu öne doğru çekiştirdim. Elini bırakarak tahta kapıya doğru hızla yürürken, onun benden hızlı yürüdüğünü fark ettim. Tahta kapıya benden önce varmıştı. Sokağın ucundaki görevlilerin burada bizi görmesine imkân yoktu. Etrafa bakındım bir süre. Bizi görebilen bir kameraya denk geldiysek, tepeye çıkmamıza imkân olmayabilirdi. ‘Şimdi ne yapacağız’ dedi. Çoğu insan kendisini istemeyen insanların peşinden ısrarlar gider. Geçen yaz bunu ben de yaşamıştım. Ona bu yaşadığımı anlatmak istesem de, anlatacağım şeyin benim için önemli, onun içinse önemsiz olduğu konusunda karar kılmıştım. Eğer ona anlatsaydım mevzu sonuçta ona gelecek ve onu üzecek bir şeyler söyleyebilirdim. Canımı sıkmaya gerek var mıydı?
‘Oh be’ dedim, ‘sadece basit bir telle kapıyı kapatmışlar.’ Kilit yerine birkaç kere döndürüp, kapıyı sabitledikleri teli çözerken gözlerinde her an daha keskinleşen anlamsız inatla karşılaştım. ‘Burada ne yapıyoruz’ der gibi bakıyordu. Tahta kapının yüzeyindeki yarıklarda yer yer yosuna benzeyen şeyler vardı. O parmağının ucuyla onlarda dokunuyordu. ‘Bunlar ne ki’ dedi. ‘Ben de bilmiyorum ama teli çıkardım’ dedim. Kapıyı itekledim. Zorlanmıştım. İlk zorlamamda açılmayan kapıya daha sert bir şekilde yüklenince kendimi bir an yerde buldum. Bu kapı iki katlı evin tepeye bakan arka bahçesine açılan kapıydı. Sol elim göğsümün altında kalmıştı. ‘Bir şeyin var mı’ derken eğilmiş, beni kaldırmaya çalışıyordu. ‘Elim’ dedim, ‘sanırım incittim.’ Eğer hızlı hareket etmeseydim onun vazgeçmesi için bahane hazırdı. ‘Bir şey yok dedim, hadi gidelim.’ İki katlı evin tepeye bakan bahçesine hayran kalmıştım. Onun da hoşuna gitmişti. ‘Ne güzel burası’ derken gözlerinin içi gülüyordu. Yalnızca bahçede oturup, biraz zaman geçirip tahta kapıdan tekrar geri çıkabilirdik. Bu kolaya kaçmak olurdu. Ancak önümde duran engelin farkındaydım. Ondan acayip şeyler yapmasını istiyordum ama bu sefer ki onun canını daha çok sıkacak gibiydi. Bahçe temaşası uzun sürmemeliydi. Gözüme kestireceğim en alçak taraftan nasıl çıkabilirim diye tepenin bahçeye bitişik tarafına bakınıyordum. O bahçe içerisinde yürümüyor, sanki altında bir platform varmışçasına santim santim kayıyor gibiydi. Alçak tarafı bulmuştum. İyi tarafı basamak gibi duran, toprağın içerisindeki çıkıntı taş parçasıydı. Elimi fena bir şekilde incitmediğimi umuyordum. Çünkü alçak olarak tırmandığım bir buçuk metrelik yeri çıkarken sol elim sızlamıştı. Şimdi ben ondan iki metreyi aşkın yüksekteydim. Çömelmiş, toprağın arasında bir taş çıkarmış ve o taşı avucunda sıvazlıyordu. ‘Haydi, gelsene’ diye seslendim. Bana doğru gelirken ‘ne güzel bir taş, baksana’ diyordu. Aklı taşta olduğu için benim yükseltide duruşumu pek algılayamamıştı. ‘Hayır, bunu yapmayacağım, hayır’ diye başını salladı. Saçları başıyla beraber sallanıyordu. Antene takılmış bir poşetin lodos altındaki hareketlerini andırıyordu. Hayır, buradan da gidemezdi ama burada da kalmak istemiyordu. ‘Elini ver, seni çekeceğim yukarıya’ dedim. ‘Ben çıkamam, ne olur tamam, bir çılgınlıktı düşündüğün ama buraya kadar, ben cidden gelmek istemiyorum’ dedi. Ağzımda duran, yarısı bitmiş sigara da en benim kadar sinirliydi. Külünü üç metreyi aşkın yükseltiden bırakmış ve onunla konuşurken hırçın bir halde dudağımın arasında bir sağa bir sola geçiyordu. ‘Bir kez olsun ama bir kez olsun benim istediğim bir şey olsun şu hayatta’ diyecekmişçesine durdum. Bunu söylemedim. Of, ne ahmakça! ‘Ne olur’ dedim. Maalesef bunu dedim. Birine bir şeyi yapmak için onu zorlamaktan nefret ediyorum ama bunu yapmazsam gelmeyecekti. Gösterdiğim taşa bastı ve sağ elimle elinden yakaladım. ‘Haydi’ dedim, ‘sal kendini, kasma, rahat bırak kendini.’ ‘Araba mıyım ben, ne diyorsun, gelmeye çalışıyorum, of, olmuyor’ diye sızlanınca, daha kötü olacağını bilsem de sol elimi toprağa iyice bastırarak ona doğru uzandım ve var gücümle onu yukarı çektim.
Şikâyet dakikalarıydı. ‘Üstüm başım toz toprak oldu. Sen umursamıyorsun üzerim kirli mi değil mi diye ama ben önemsiyorum. Ne hale geldim bakar mısın ya? Ayrıca o taşı da düşürdüm. Buradan mı ineceğiz geri? Onu almak istiyorum. Hey, sana diyorum, alo, burada mısın? Az dur dinlenelim. Manyak mısın sen oğlum, daha az önce söndürdün, neden yaktın yine? Bak, yol yakınken inelim. Hadi ama dinle beni, başımıza bir bela almadan inelim ne olur?’ Durmaya niyetim yoktu. Bacaklarım hem sandalye hem de merdiven olan zerzevatın arada kalmış haline benziyordu. O ise yere daha sağlam basıyor ve tırmanıyordu. ‘Baksana’ dedim, ‘çokta uzak değilmiş, az kaldı değil mi?’ ‘Ya’ dedi, ‘bir de dizlerime sor.’ Az sonra artık aşağımızda kalan sokağın başındaki güvenlik kulübesinin görüş alanına varmak üzereydik. Biraz daha böyle tırmanırsak ikimizin de haşatı çıkabilirdi. Her şeyden önemlisi yakalanmak istemiyordum. Az ileride sağda yamacın aldığı şekil hayret vericiydi. Eğer toprağın aldığı o şeklin sağ tarafından ilerleyebilirsek aşağıdan bizi kimse göremezdi. ‘Şuraya baksana’ dedim, ‘aynı kum saati gibi durmuyor mu? Yalnızca ‘hı’ sesi çıktı ağzından. Yorulduğunun farkındaydım. ‘On dakika daha’ dedim, ‘on dakika daha çıkarsan varacağız cidden.’ Kum saati şeklin dönemecine vardığımızda ‘eğil’ dedim. ‘Ne oldu’ dedi. ‘Dur’ dedim yine, ‘buradan şu gösterdiğim yere kadar eğilerek gitmek zorundayız.’ ‘Deli misin sen’ dedi. ‘Askerde miyiz’ diye de ekledi. Ancak benim eğilerek yürüdüğümü görünce o da aynısını yaptı. Kum saati dönemecini geçtiğimiz an ‘yeter’ dedi, ‘az dinlenelim.’ ‘Yok’ dedim, ‘az daha hadi, cidden az kaldı.’ Sahici olmadığını bildiğim, yorulmuş olmanın verdiği asabiyetle ‘salak salak konuşma, asker miyiz biz oğlum, şurada iki dakika dinlenelim’ dedi. ‘Peki’ dedim. O dinlenelim diyince ben kendimi toprağın bağrına salmış ve oturmuştum. Yanıma doğru yaklaşıp, gövdesini bana yaslayıp çömelmişti. ‘Askerlik bile yapmadın sen daha, neyin havası bu sende’ dedi. Espri güzeldi. Öksürerek gülmek güzel olmasa da, tepeyi tırmanma fikrinin artık onu rahatsız etmediğini hissederek, ciğerleri patlatırcasına öksürüp gülmek iyi gelmişti.
-Biliyor musun, dedim. Az kaldı.
-Neye?
-Yaklaşık altı kilo daha alırsam askerlikten muafım.
-Ciddi misin?
Gözleri cehennemden kurtulmuş alev gibi parlıyordu.
-Neden, inandırıcı değil miyim, dedim.
-Tamam da, ne bileyim işte garip geldi.
-Ben fiziksel olarak da zihinsel olarak da bu işlere uzağım. Çocukluktan beri hiç tutmadığım silahlarla pek çok oyun oynadım. Atari salonlarında sümükten ve terden iyice laçkalaşmış kolların ve tuşların ardı sıra, artık cips ve yiyecek atıklarının içinde kırıntılarını biriktirdiği klavyelere sahip, bireyselliğin daha bir ışıldadığı bilgisayarlarda çokça oynadım. Ya o değil de o klavyeyi şöyle bir ters çevirip, arkasından vurunca neler neler düşüyor!
-O ne be? Klavye’ye neden vuruyorsun ki? Onun da canı var.
-Saçmalıyorsun.
-Sen benden daha çok saçmalıyorsun. Klavyeye neden vuruyorsun?
-Temizlemek için.
-Ha, öyle desene. Ben de diyorum oyundan hıncını alamayınca klavyeye mi vuruyor bu şapşal.
Gereksiz bir muhabbet içindeydik. İkimizde burada olmak istemiyorduk. En azından bir tepenin ortasında durup yan yana dinlenmekten ziyade bir parkta bankta oturuyor olabilirdik.
-Biliyor musun, dedim, son okuduğum kitabın lezzeti hala dilimde, damağımda.
-Neydi ki son okuduğun?
Nefes alışverişlerimiz normale doğru gerilemişti. Eğer ‘haydi inelim aşağı’ dese, geri kalan kısmı tırmanmaktan vazgeçebilirdim.
-Ne okumuştun bu arada, dedi.
Duraksadım. Okuduğum kitabı bir süre düşündüm. Bulunduğumuz yerle kitabın içinde geçen fikirleri bağdaştırmaktan ziyade, direkt bir özet geçebilir miyim diye düşünüyordum. Ayağı kalktım. Arkama sağ elimle birkaç kere vurdum. O da ayağa kalmadan önce vurunca ‘ne vuruyorsun be popoma’ dedim. ‘Yemedik poponu’ dedi ve elinden tutup onu da ayağı kaldırdım.
-Aslında tam olarak nelerden bahsettiğini açıklamam zor ama bir fikir akını düşün. Modern zamanlarda ortaya çıkmış ve kapitalizmle olduğu kadar bürokratik sosyalizmle mücadele etmiş bir topluluk ya da yaklaşım. Ancak şunu düşün. Şimdi bilinçli ya da bilinçsiz insanların zihninde dünyada bir isim edinmek, o ismini muhafaza etmek, insanlar tarafından sevilmek ya da ne bileyim dünyayı değiştirmek adına bir şeyler yapma arzusu vardır. Bu az okumuş hemen hemen her insanda ortaya çıkan bir virüstür. Hastalık da diyebiliriz aslında. Dikkat et şuradaki taşa.
-E? Bu mu yani? Bu kadar mı, dedi.
-Yok. Şimdi bu değiştirme fikrinin eylemsel bir hale dönüştüğünü düşün. Çoğumuz bir şeylerden rahatsızız. Bizi uyuşturacak sebeplerimiz yoksa bu rahatsızlıklarımız çoğu zaman tavan yapar. Altın ya da döviz değiliz ki bozdurup bozdurup kendimizi harcayalım. Ne yapıyoruz? Sinirleniyoruz. Rahatsız olduğumuz için, çeşitli adaletsizliklere maruz kaldığımız ya da bu adaletsiz tutumları gördüğümüz için tiksiniyoruz. Kendimizden, kendimiz gibi olan insanlardan tiksinmeye başlıyoruz. Eğer fırsat bulursak, yine birileri tarafından gazımız alınabiliyor. Fırsat bulamayınca da birbirimize sarıyoruz. En yakınımızda duran insanı bu yüzden üzebiliyoruz. Geçtim kişisel tartışmalarımızı ya da kavgalarımızı, bu genel çaptaki hoşnutsuzluk artık keyifsiz bir hayat moduna geçiş yapıyor.
-E?
-Yani keyifsiz, umursamaz ve son haliyle bedbaht bir insan oluyoruz. Ne salağım ben!
-Niye, ne oldu ki?
-Ya ne bileyim, böyle ahlakçı bir şekilde konuşuyorum ya bazen, bu türlü konuşmaları yaptığıma şaşırıyorum. Söylediğim herhangi bir cümle, doğru olabilir, ciddi anlamda evrensel bir doğru da olabilir ama karşıdaki insanın ahlaki boyutuna indirgenebilecek bir şey mi, yoksa bu cümleyi sarf edince duyumsal bir zevk mi alıyorum diye de hayıflanıyorum. İnsan ne yaparsa kendi kendine mi yapar paradoksuyla aynı bok!
-Ne diyorsun, cidden anlamıyorum. Kitaptan bahsediyordun, birden ahlak, doğru, evrensel, bok küsur bir şeyler gevelemeye başladın. A, az kaldı di mi?
Dediği gibi ciddi anlamda az kalmıştı. Geriye dönüp, aşağı ilk baktığımda ürpermiştim. Neyse ki yolumuzun son adımları merdiven basamaklarına benzeyen toprağa bulanmış molozlardı.
-İster istemez ben de bu zihinsel ikilemden geçiyorum. Sen de geçiyor musun bilmiyorum. Bazen bu tür meseleleri hiç önemsemediğini düşünüyorum. Aptal bir aşkmanyağı olduğunu düşünüyorum, dedim.
-Sen de egomanyak bir aptalsın!
-Öyle miyim?
-Hayır, neden öyle düşünüyorsun ki? Bazı şeyleri söylemediğim, içimde tuttuğum zaman cahil mi oluyorum? Senin de bana söylemek istemediğin bir sürü şey vardır, bunun farkındayım.
-Mevzu birbirimize karşı açık olmak mı, yoksa kimseye söylemek istemediğimiz bir şeylerin olup olmaması mı?
-Bazen beni küçümsediğini düşünüyorum. Bunu yaptığından dolayı da sana kızıyor değilim, yeri geliyor sana da hak veriyorum ama bazen de olur olmadık zamanlarda bilgiçlik taslaman yok mu? İşte o zaman…
-Boynuzlanıp, toslamak mı istiyorsun beni?
-Ha ha, çok komik.
Dinlenme arzusuyla bulduğu herhangi bir yere oturup, vaktin geçişici zevkle izleyen iki yorgun olabilirdik ama bir an önce eve girmek istiyordum. Koluna girip onu çekiştirirken, ‘neden illa sol tarafımda yürüyorsun, sağcı solcu muhabbeti mi bu, cidden bunu neden yapıyorsun anlamıyorum’ dedi. Gülümseyip eve doğru uzanan çam ağaçlarının peşi sıra yürüdük. Evin giriş kapısı bize göre arka taraftaydı. Oraya gitmeden bize göre ön taraftan eve girebileceğimiz bir yer var mı diye göz gezdiriyordum. Kolundan çıkıp bir otlarla iyice çevresi kapatılmış pencereye doğru eğildim. ‘Şaka yapıyor olmalısın’ dedi. Pencereyi çekiştirsem de inat ediyor, alüminyum çerçeve geri tepiyordu. Üst katların pencerelerinde ahşap doğramalar vardı ama neredeyse dizimize gelen pencerede alüminyum doğrama vardı. Etrafta geziniyor, eve girebileceğimiz başka bir yer var mı diye göz gezdirirken ‘gel buraya, gel’ diye arkamdan seslendi. Geri dönüp yanına doğru giderken pencereyi açtığını fark ettim. Şaşırmıştım.
-Nasıl açtın ki, dedim.
-E, o kadar otları yol, zorla pencereyi ama şu aralıktan parmağını uzatıp da kolunu kaldırma. Olacak mı iş canım benim?
Çakmağı cebimden çıkarıp, olmayan sigarayı yakmaya yeltendim. ‘Ne yapıyorsun sen’ dedi. ‘Ha’ deyip duraksadım. Pencereyi açtığı için sevinmiştim. İçeri doğru baktım. Az da olsa gün ışığı büyükçe odayı aydınlatıyordu. Rahatça girebileceğim bir genişlikteydi. Aşağı doğru bakarken cep telefonu çıkarıp, ışığını aşağı doğru uzatarak tekrar baktım. Pencereye ters girip, kendimi aşağıya salabilirdim ama yaptığımın aynısını o yapabilir miydi? Bunu sorgulayacak vaktim yoktu. ‘Bari şu sigarayı at ağzından’ dedi. Dediği gibi yaptım. Kendimi aşağı salmasına salacaktım ama sol elim sızlıyordu.
‘İyi misin’ diye sesleniyordu ama sol elimin acısından ona cevap vermeyi bir süre erteledim. ‘İyiyim, iyiyim’ derken sesim boşlukta yankılanıyordu. ‘Az bekle’ dedim. Etrafı kolaçan ederken, umudum merdiven benzeri bir şey bulmaktı. Nereye düştüğümü de kavramaya çalışıyordum. Pencereden düştüğüm bu yerde hiçbir şey yoktu ama koridora geçince büyükçe bir kazanın olduğu odayı fark ettim. Kazan dairesindeydim sanırım. Eğer merdiven bulamazsam cidden aptalca bir iş yapmış olacaktım. Buradan onunla çıkabileceğimize olan inancım, tek başıma olacak inançtan daha fazlaydı. Etrafı dolanıyordum ama merdiven benzeri bir şey bulduğum söylenemezdi. Ciddi anlamda hiçbir alet edevat bırakmamışlardı. Kazanın hala duruyor olması ilginçti. Saniyeler ciddi anlamda aleyhime geçiyordu. Üst kata çıkıp, kapıdan mı çıksam diye düşünürken bir ses duydum. Bu arada kapının da kilitli olabileceği fikri canımı ayrıca sıkıyordu. ‘Neredesin’ sesiyle irkildim. Sese doğru yürüdüm. Ses nedense çok tanıdıktı. Bir daha duydum:’ Neredesin?’ Koridora tekrar çıktığımda ‘sen, sen nasıl olur, inanamıyorum’ dedim ve ona doğru koştum. Ona sarılmamış, çullanmıştım. ‘Dur oğlum, kemiğimi acıtıyorsun’ dediği an kendimi geri çektim. ‘Nasıl oldu, nasıl yaptın’ diye kekeledim. ‘Merdiven buldum. Evin etrafını dolaşayım derken bir baktım merdiven koymuşlar, aldım geldim onu, aşağı sarkıttım. İndim geldim işte.’
-İnanılmazsın, dedim.
-Ya oğlum iyi misin? Ne inanılmazı? Merdiven işte, hayatında hiç merdivenle inen kadın görmedin mi? E, şimdi ne yapacağız?
Koridorun sonundaki demir kapıyı aynı anda fark ettik. Merdiven ararken bu kapıyı görüp görmediğimi zihnimde sorguluyordum. Kapının önüne geldiğimizde duvar eşiğindeki örümcek ağlarını ona gösterdim. ‘E, ne olacağdı’ diye varlığın oluşunu eğdi, büktü ve kulağıma soktu. Kapı açıldı açılmasına ama yıllardır açılmamışçasına ses çıkardı. ‘Bunun iyice yağlanması lazım’ dedim. Basamakları çıktık. Giriş, antre her ne deniyorsa inanılmaz ferah ve büyüktü. Evin dış kapısı da bir kamyonetin sığabileceği genişlikte olabilirdi. Tüm abartılarıma karşın giriş katı dairelerinin olduğu karşılıklı iki kapı vardı. Benim ilk emelim belliydi. En üst dairenin penceresinden bakmak istiyordum. ‘Hadi çıkalım şu merdivenleri’ dedim. Yavaş yavaş basamakları çıkarken ‘ya buraya cinler yuva yapmış olmasın’ dedi. ‘Ne olur sus’ dedim. ‘Cin min karıştırma şimdi, haydi çıkalım en üst kata.’ Yok demedi. Neden en üst kata çıktığımızı sorgulamadı ama ikinci kattan üçüncü katın basamaklarına geçtiğimizde, ‘keşke şu dış kapıya baksaydık, açık mı değil mi’ diye seslendi. Üçüncü kata vardığımızda sol taraftaki daire kapısına doğru yöneldim. Aşağıdan merakla baktığım daire burası olmalıydı. Kapı kapalıydı. Cüzdanımı çıkardım. Kullanmadığım kredi kartını elime aldım. ‘Ne yapıyorsun’ dedi. ‘Birazdan görürsün dedim.’ Eğer şanslıysak kapı açılacaktı. Kapı kilitli değilse birkaç deneme sonrası kapıyı açabileceğime inanıyordum. Eski ahşap kapılar olduğu için bu konuda avantajlıydım. Önce kartı kapı eşiğinden sokmak için zorladım. İlk denemem başarısızdı. Merakla bana bakıyordu. ‘Bıçağın var mı’ diye sordum. ‘Maymuncuk var ister misin?’ diye cevap verdi. ‘Of, kafa bulma’ dedim. ‘Dur dur, ciddi törpü vardı, onu vereyim’ dedi. Bu sefer ciddiydi. Çantayı biraz karıştırınca törpüyü çıkarıp elime verdi. Önce kilidin diline doğru törpüyle küçük darbeler yaptım. İnce törpü bu sert darbelere karşılık ‘iyiyim iyiyim, az daha uğraşırsan kırılacağım’ diye inliyordu. Birkaç milimlik aşınma bile işime yarayabilirdi. Tekrar kredi kartını soktum. Sağ elimin iki parmağıyla üstten iterken, sızlayan sol elimle de kartı çekmeye çalışıyordum. ‘Az daha, olacak’ derken, kartın kırılma sesi kulağımda meyve kokulu napalm bombası etkisi oluşturmuştu. Ter içinde kalmış, yanıyordum. Arkamı dönüp ona baktığımda yaramaz bir çocuk gibi gülümsüyordu. ‘Elimi öper misin’ dedi. ‘Salak salak konuşma, şu kapıyı açmam lazım’ dedi. ‘Lütfen, elimi öper misin, çok istiyorum’ dedi. ‘İyi, ver, uzat elini’ dedim. ‘Hayır, sen eğilip öpeceksin’ dedi. Tam uzanıp elini öpecekken elini ters çevirip avucunu açtı. Az kalsın avucundaki anahtarı öpüyordum. ‘Bu ne dedim, ‘nereden buldun?’ ‘Şuradan’ derken posta kutusunu gösteriyordu. Anahtarı elime aldım. İçimden ‘umarım bu kapınındır bu anahtar’ diye geçirirken kilidin sesini duydum. Kapıyı onun sayesinde açmıştım. ‘Tatlı cadı Samantha’ deyip yanağını sıktım. Anahtarı delikten aldım. İçeri girdik. Yavaşça kapıyı kapatma mecburiyeti hissettim. Burası zamanında herhangi birinin kalabileceği dairelere benzemiyordu. Ciddi anlamda güzeldi. Giriş boylu boyunca bir koridorun uzandığı yer haricinde mutfağın, bir odanın kapısına eşlik ediyordu. Nedense evin her bir yanını görme arzusundaydım. Eşyasız bir ev, herhangi bir evi büyük gösterebilir ama bu ev zaten büyük bir evdi. Dört tane odası vardı. Mutfak dolapları her ne kadar eski de olsa çok güzel ahşap işçiliği barındırıyordu. ‘Çişim geldi, yapsam ne olur’ dedi. ‘Ne olacak’ dedim, ‘yap gitsin.’ ‘Senin geliyor mu çişin’ dedi. ‘Beraber mi işeyeceğiz, manyak mısın kızım’ dedim. ‘Ya, yok’ dedi, ‘önce sen işe, bak gidiyor mu, sonra ben işerim.’ Tuvaletin penceresi bile ayrı güzellikteydi. Konuşurken boş odalar ardınca duvarda yankılanan sesimiz kulağa bir hoş geliyordu. Tuvalet taşı grimsiydi. Delik niyeyse çok büyük gelmişti. Aklıma delice şeyler geliyordu. Buraya işediğimiz zaman ya gider tıkalı olursa su yukarı doğru akarsa? Ya da tuvalet deliği yıllardır kullanılmadığı için acaba böcekler, fareler, yılanlar buraya yuva kurmuş olabilirler mi? Belki bir cin bile çıkabilir. Neyse ki kurumuş koca deliğin ardınca gider borusunda ilerleyen ürenin çıkardığı sesten başka bir şey duymadım. ‘Haydi, sıra sen de’ dedim, ‘sıkıntı yok bu arada.’ ‘Dur’ dedi, kapıyı açık tutacağım, sen de kapının önünde arkanı dön beni bekle.’ Az önce işerken düşündüklerimi hatırlayınca ona hak verdim. Dediği gibi yaptım. Ufak da olsa yaşadığımız atraksiyon idrar kesemize baskı yapmıştı.
-Ne güzel manzara değil mi, dedi.
-Şuraya biraz ağaç ekleyelim. Şuraya da deniz koyalım. Az da martılar…
-Bonus kafalı şu ressam gibi söyledin.
-Bob Ross diyorsun.
-Ha, evet, ne güzel adamdı değil mi? Bende çocukken ona bakarak imreniyordum. Eskiden ne güzelmiş cidden! TRT’de ayrı bir kültür, eğitici taraf vardı sanki. Şimdi dizi manyağı olmuş her yer. Ha, belgesel kanalı ayrı, o güzel bak! Fakat eskiden cidden güzeldi değil mi?
-Evet, dedim.
-Niye durgunlaştın ki bir anda böyle, dedi.
-Şu aşağıya bak, dedim. Oradan geldik buraya. Buraya gelirken heyecanla doluydum. Hayatımda belki de bir daha böyle bir şey yaşayamayacağım hissiyle dolup taşıyordum ama buraya gelince her şey aynı oldu. Bir anda tüm bu güzellikler donuklaştı.
-Ne gibi?
-Ve hipopotamlar tanklarında haşlandılar kitabında yanılmıyorsam Kerouac’ın bir sözü vardı, şöyle diyordu: ‘Sen gölde bir balıksın. Göl kuruyor. Mutasyon geçirip bir amfibiye dönüşmen gerek ama bir şey sana gölde kalman gerektiğini, bir terslik çıkmayacağını söyleyip duruyor.’
-Yani, ne demek istiyor yani?
-Demek istediği kısaca, değişmen gerekiyor. Su kalmayınca balık yaşayamaz değil mi? Ancak o balık bir kurbağa olursa karada da yaşayabilir değil mi?
-Yine de suya muhtaç değil mi? Kurbağa da olsa o balık, suya muhtaç değil mi?
-Örnek kafanı karıştırmasın. Maksat kurbağa gibi olup, bir süre daha yaşamını devam ettirmek değil. Daha önemlisi belki de değişmek bile değil. Birileri sana ‘burası mükemmel, her şey mükemmel’ propagandası yapıp duruyor ama sen kanıksıyorsun. Usanç mı gelmiş, yoksa bilinçli olarak mı benimsiyorsun, bu kişisel bir problem. Fakat demek istediğimi anladın değil mi? Aşağıda olduğumuz yerden sıkılıp, buraya gelmiş olsak da gerçekte o göl zihnimizde ve o zihinden ruhen kurtulmamız çok güç!
-Anladım sanırım. Böyle ayakta mı duracağız gökdelenlerin patladığı o şey gibi…
-Ne gibi, anlamadım?
-Ya film vardı ya, adı dövüşlü mövüşlü, son sahnede hani gökdelenler patlıyordu da, oğlanla kız izliyordu.
-Paltomu sereyim yere, dinlenelim.
-Kirlenir yerde, olmaz o, boşver
O serme dese de paltoyu bir güzel yere serdim. Astarlı olmasını hiç sevmediğim paltonun ilk defa işe yaradığını görmek beni mutlu etmişti. Yerin soğukluğundan daha az etkilenecektik ve astar kaygansı olduğundan ayrı bir yumuşaklık hissi veriyordu. İkimiz birden başımızı koyup, yan yana uzanabildik.
-Tavana baksana, dedi. Düşünsene kim bilir burada kimler böyle tavana bakıp neler düşünmüştür!
-Ev müthiş, manzara da o biçim. Ağaçlar, yeşillik filan, burada kalan her kimse onun için düşünen çok insan vardır herhalde.
‘Bu ne’ dedi ve paltonun iç cebine koyduğum ama unuttuğum şeyleri çıkardı.
-A, çikolata. Bu da puro mu?
-Evet, dedim. Büfeden almıştım sabah. Sahi, unutmuşum. Çikolatayı açta yiyelim.
-Sen bana bir şey diyecektin. Öyle değil miydi?
-Yok, ne diyecektim ki?
-O zaman bana bir şey anlat.
-Ne gibi?
-Okuduğun bir kitabı, kendi dünyada seni en çok çeken, beğenini toplayan bir şeyle bağdaştır ve ne bileyim, öyle bir şey ya. Karışık oldu sanırım.
-Bak o konuda ilginç bir yaz anım var. Anlatayım mı?
-Anlatmazsan suç. Al şuradan, kır çikolatayı.
Çikolatadan bir parça ağzıma aldıktan sonra puroyu iki elimle havaya kaldırıp, ambalajını açarken ‘geçen yaz’ dedim.
-Evet, dedi, dinliyorum, çok merak ettim oğlum.
-Geçen yaz internette dolaşırken biriyle tanıştım. Nasıl diyeyim sana, adam Yunan asıllı ama İtalyan bir yazar. Kendi çapında, şehrinde diyeyim, tanınan, bilinen ve okunan bir yazar. Yalnız nasıl tanıştığımı önce anlatayım. Bir gün karşıma çıkan fotoğraf karşısında afalladım. İki tane olağan güzelliyle Avrupalı genç kadın. Siyah üzümlerin olduğu bir asma bahçesinde ekilmiş.. Biri ahşap bir zımbırtı içerisinde ayaklarıyla üzümleri ezerken, diğeri de yanında tam üzüm koparırken fotoğraf çekilmiş. Elbette fotoğrafı güzelleştiren yalnızca bu olağan genç kadınların güzelliği değil. Fotomodel olduklarını düşünüyorum. Üzümleri ezen mini etek seviyesine kadar üzerindeki eteği eliyle çekmiş. Ayak tabanının biri hafiften belli oluyor. Üzümlerden dolayı renk değiştirmiş. Üzerinde yine ayrı bir güzellikte önü kumaş ipiyle bağlanan kıyafeti ama göbek kısmından o iple bağlanmış ve kadın hafif eğildiği için de sol göğsü sağ yanıyla ve ucuyla ortada. Kısa saçlı bu güzel ayrı bir hava katmış fotoğrafa. Diğer taraftaki saçları örgülü genç kadın da başka bir güzel. Onunda altında diğer gibi etek var. Üzerinde de kolsuz bir penye. Göğüs uçları penyeden iyice belli oluyor. Üzümün ve kadının olduğu yer de güzellik olmaz mı? Ben en azından yazın sonuna kadar böyle düşünüyordum. Bu kısa saçlı güzel genç kadının baldırlarına bir süre takılı kaldım. Yani fotoğrafı aylardır görmemiş olsam bile zihnimde capcanlı bir halde. O ara Cioran’ın Doğmuş Olmanın Sakıncası Üstüne adlı kitabını okuyorum. Aslında okumak da sayılmaz. Daha çok notları diyeyim o kitabına. Bir notuna bakıp, gözlerimi kapatıp kimi zaman düşünüyordum. Bacak, baldır, kadın vs. diye düşünürken çat pat, anlatabildiğim kadarıyla bu Yunan asıllı İtalyan yazar adamı bulup, Cioran ile alakalı bir iki aforizmayı da çevirip mesaj atmıştım. Adam insan canlısı çıktı. Yazdığıma cevap olarak kısaca beni iyi anladığımı, bu iki duygunun bir arada olmasını yansıtan fotoğrafları da çekenlerin olduğunu ama daha yumuşak bir izlenim bırakmak adına daha çok meyhoş bir atmosferle çekim yaptığından bahsetmişti. Yani adamın fotoğrafçılık hobisi de mevcutmuş. O iki genç kadın üzerindeki tahminlerim de doğru çıktı. İkisi de fotomodelmiş. Her ne olursa olsun, fikrim benim için tabi daha önemliydi. Cioran mevzusu bu yazarımızı pek ilgilendirmedi diyebilirim. Sonuç olarak ben baldırdan, bacaktan doğuma ulaşan bir bağlantı kurdum. İlgimi bu kadar çekiyorlarsa, o noktada bir irkilme ve de nefret de duyumsamaya başladım. Bu noktada Cioran devreye girdi. Bu aşk ve nefret duyumsamalarımın uzaysallığı karşısında sevindiğim anlar kadar, irkildiğim anlar da mevcut. Hem doğup, izlenimlerim açısında o baldırın yaratılmış olduğunu bilmek kuvvet veriyor, hem de doğumu başlattığını bildiğim yolda olduğu içinde hayatın, var olmanın bir tür kaygısını sonsuz kuvvette sürtünmelere maruz kalmadan ruhuma akıtıyor.
-Hım, değişik bir düşünceymiş. Peki, yaz sonunda ne oldu?
-Oraya hiç girmeseydim iyiydi. Yazın sonu gibi bu bağ muhabbetlerine bir arkadaşla girmiştim. Tabi baldır bacak muhabbetinden bahsetmiyorum, bana çok ilginç geliyor asma bahçeleri demiştim. Bizim akrabaların bağı var, pekmez de, şıra da yapıyorlar demişti. Bir gün onunla gittik köylerine. Dediği gibi bağları varmış akrabalarının. Neyse, bahçede dolaşırken bana dedi ki gel seni tanıştırayım yengemle, amcamla. Elimizde de iri taneli üzümler, yiyerek yürüyoruz. Az öteden ses geliyordu. Tam anlamadım. Az daha ilerlerdik, bir de ne göreyim. Kadınlar çıkmışlar koca leğenin ortasında tepiniyorlar. Hemen hemen fotoğraftakine benzer etekler üzerinde. Bunlar da çekiştiriyorlar etekleri bir yandan ama tabi baldıra kadar değil. Ancak sana yemin edebilirim, o günden beri üzüm namına pek bir şey duymak istemedim. Tiksinti geldi.
-Ha ha ha, ciddi misin?
-Ya, tamam, farkındayım, doğal yollarla organik şekilde öyle yapılmak zorunda. Fakat görüntü nesnelerinin yeri değişince bir acayip oldum. Pırasalı börek yerken içinden tutam tutam saç kıllarının çıkması gibi düşün.
-Öğğk… İğrençsin!
-Susadım ben ya.
Artık gitmemiz gerektiğini düşünüyordum. Ancak uzandığımız yerde ilginç bir şekilde rahattık. Hiçbir şey konuşmadan uzunca burada kalabilirdik. İçtiğim dandik puronun dumanı havada bir süre asılı kalıyor ve sonra boş evin duvarlarına siniyordu. Tuvalete ikimizde işemiştik. ‘Acaba buraya kim işedi diye, sonradan test yapıp bizi bulabilirler mi’ diye saçma şeyler düşünüyordum. ‘Ben de susadım’ dediğini duymadım. Tekrar edince ayık oldum.
-E, gidelim o zaman, dedim.
-Gidelim gitmesine de tekrar o tepeden inmeyeceğiz değil mi?
-Taşın vardı, o taşı almayacak mısın?
-Başlarım taşına, adamakıllı evin önündeki ağaçlıklı yoldan gideriz.
-Sahi, orada yol vardır değil mi?
-Olması lazım. Yoksa burada zamanında yaşayanlar tepeyi mi tırmanıp evlerine varıyorlarmış?
-Saçma, doğru diyorsun. Susadım ben. Keşke sular aksaydı!
-Aksa bile çeşme suyu içilmiyor ki!
-Bahçede kuyu filan var mıdır?
-Tulumba vardır, kuyuya ne hacet!
-Gidelim o zaman. Su alırız içeriz kana kana.
-Benim aklıma bir şey geldi. Yanlış anlayacağından korkuyorum.
-Söyle, merak ettim.
-Şu purodan sonra içme sigara.
-Bu mu aklına gelen şey?
-Yok, susadık ya ikimizde, öpüşelim mi?
-Ne, anlamadım?
-Susadık ya ikimiz, öpüşelim mi diyorum. Susuzluğumuz gider bir nebze.
-Ne alaka kızım?
-Ne bileyim, geldi bir an işte. Saçma biliyorum. Boşver, boş boş konuşuyorum.
-Tamam, öpüşelim anasını. Ancak bir şartla!
-Neymiş?
-Şu rujunu sil öyle.
Bunu söylediğime pişman olmuştum. Pişman olduğum nokta öpüşmemiz değildi. Ciddi anlamda öpüşmüştük. Dakikalarca diyebilirim. Belki bir yarım saat, belki de bir saat. Dudaklarımız yorulana, çene kaslarımız tutulana kadar öpüşmüştük ama bana oyun oynamıştı. Rujunu sil dediğim için ıslak mendili montunun cebinden çıkarmış ve dudağını ıslak mendille silmişti. O ara ben tekrar tuvalete gitmiştim. Susayan birinin ikide bir işeme hissi ne kadar da aptalca! Keşke o an yanında olup, ıslak mendili kullanmasını engelleseydim. Rujun kokusu ve tadı ıslak mendilden daha iyi olacağı aşikârdı. Burada sadece susadığımız için öpüştüğümüzü kimseyi inandıramazdık. Aynen çıkarken denk geldiğimiz güvenlik görevlisi gibi. ‘Ente Arabi, Suriye’ derken sol elimin tekrardan sızladığımı hissettim. ‘Ne Suriyelisi kardeş, ikimizde Türk’üz. Hem ne fark eder, buraya girmek herkese yasak değil mi?’ Güvenlik görevlisi kulağıma yaklaşarak ‘abi, iş senin başka, ben görmedim, duymadım sizi, iyi bakın yengeyle kendinize’ diyerek arkamızdan bakarken o koluma girmişti.
-Ne dedi ki, dedi.
-Hiç, şaşırmış buraya tepeden çıkıp geldiğimize. Arap olsaydık o zaman sıkıntı çıkarmış.
-Sallıyorsun değil mi?
-Bilmem sallıyor muyum ama şaşırttık adamı. Yalnız cidden evin ön girişi varmış.
-Ben sana olmalı demiştim zaten.
Dudaklarımı emerken her ne kadar o ‘ ıslak mendille sildim ama sonra defalarca montumun ucuyla da dudağımı sildim’ dese de, hala ıslak mendili dudağımda hissediyordum. Amfibi mendilin uzayan dili ıslak ve yapışkandı. Kuruyan gölde yaşamaya itiraz etse de, mutasyondan korkmuş ve gölün en yaşlı balığı olarak ölmeyi tercih etmiştim.
YORUMLAR
Henüz yorum yapılmamış.