yedi düvele yetecek kadar p.azar yağmuru
şöyle bir uyandı. ayak yolundaki aynada önce silik yüzünün dağınıklığını topladı. her iki işaret parmağını tükürüğüyle ıslatıp gözlerinin etrafına yapışan çapak artıklarını sildi. normalde aynı işlemi; yarısının yastıkta, yarısının da dudağındaki kıvrımlarında bulamaç hale getirdiği salya akıntısına da düzenli uygulardı ama bugünlük bunu görmezden geldi. görüş mesafesine denk gelenlere etraflıca öyle bir baktı. görünürde her şey derli topluydu. ama ilk etapta gözüne ilişen -zamanla artık rahatsızlık da vermeyen- zeminde kayan halının yamuk görüntüsünden ziyade daha derine batsın istiyordu dikenli topukları. aslında her şey külliyen yalandı. bunca hır-güç, bunca çırpınma boşunaydı yani! canlı, cansız hiçbir şey olması gerektiği gibi değildi şu dünyada. hep yarım ve eksikti bağzı şeyler. şimdi anlatacaklarım da öyle. Pisa kulesine benzer biraz yamuk ve çarpıktı içindeki taşlar. ’cebimdeki taşlar’dı oysa bir zamanlar Sofya’nın. Murathan Mungan’ın ’mendilindeki taşlar’ına nazire yapar gibi sonra da peyderpey mendilindeki yaşlara dönüştü bu olaylar silsilesi.
bu ucuz ve satılmış pazarda ne zaman ölü olmaya aday gösterildi bilmiyordu. boşluk ve bulantı hissi hep baş köşede saf tutuyordu. Sartre’nin bulantı’sına o derece yakın sayılırdı diyebiliriz. etden duvarları iliğini kemirmeye gece gündüz devam ediyordu . artık hissetmiyordu bazı şeyleri. günler öylesine geçiyordu. geçmesi gerektiğindeki gibi o yılgınlık ve ölgünlük nereye kaybolmuştu? Tanrı neredeydi o zaman? ne zaman terk ettmişti burayı? haritada unuttuğu sıradan bir kara parçası olarak mı hep varlığını sinik ve pasif geçirecekti böyle? bütün bu yoz düşünceleri unutmak ve sırf uyumak için akşamı iple çekiyordu desek yeriydi. o da onlardan biriydi sadece. sesini duyurabileceği, birinin dinleyip anlayabileceği, hulasa bi omuz vereceği biri bile yok gibiydi. duvar hariç. mimli duvarı. sıkılan kurşunların izi üstünden sürersek aslında sanılanın tersine iyi kalpli biriydi. sözümona herkes gibi o da yana yakıla barış’ı özlüyordu. bi türlü gelmeyen barış’ı. 1984’te büyük birader ’savaş barıştır, özgürlük köleliktir, cahillik güçtür’ demişti. en son slogan hadi bi yere kadar neyse de, ilk ikisi baskıcı ve dayatmacı klasik düz mantık tekniğinin savurduğu yavan görüşler gibi itici geliyordu kulağına ve daha da çok işkillendiriyordu bu durum onu. "oysa çok kısa bir süre önce yalnızca birkaç yüz gırtlaktan yükselen çığlıkta yüreklere korku salan bir güç yatıyordu! neden gerçekten önemli sorunlar söz konusu olduğunda böyle haykıramıyorlardı?" dediğinde Winston, baka baka nefesiyle rutubet tuttuğunu unutacaktı az kalsın buraların.
hangi ara akşam olmuştu? yine fark etmemişti karanlığın iki yüzünü. elinde mandallı lambasını taktığı kitabı. bu saatte kasların kendine çekildiği sırada sayfaları çevirdikçe gitgide ağırlaşan gözlerini istemsizce kapadı. gözlerini kapatınca hep aynı noktada buluşan hayallerine ortak bir gelecek hazırlamaya çalışması ve daha hizaya bile getiremeden hepsinin burun kıvırıp kendi köşesine çekilmesinin altından kalkamaması kãbuslar görmesine vesile oldu. boşuna emek sarf ediyordu. gözlerini açar açmaz, tavan kirecinin yer yer eğimli boşluklarına bakışlarını fırlatıp bir önceki günden hiç farkı olmayan aynı dönüşümlü hareketleri tekrarladığını görünce hiç şaşırmadı. sonradan olacaklar da belliydi ama alışmıştı artık. odadan odaya gidişi bile hiç değişmemişti. ayakları bir şekilde bağırsak sisteminin düğümlü koridorlarından giden atıklar gibi yolunu buluyordu nasıl olsa. onu unutmuş olmalıydı dünya ve dışında yaşıyor olmalıydı. kaldırımların müdavim dostu olan hans’ın geçmesiyle bu hayallerinin suya düşmesi de yine bir oldu. yok dedi ayaklarım hãlą yerde panik yok canım aranızdayım. bu adamın her gün aynı saatlerde sokağa teftişe çıkıp, kafasını vücudunun etrafında saat gibi döndermesinin bir sebebi olmalıydı diye düşündü. ona sormak isterdi. arabasını hep aynı yerde park edip, kaldırımları gel git adımlarla yayan yürüyüşünün ve hep kapıda göz göze gelmenin bir anlamı olmalıydı. sokağın gülüydü hans. bi gün ortalıkta gezinmese hemen fark ettiği ama kendisine dokunmadığı ve de hiç konuşmaya fırsat bulamadığı sadece bakışlarıyla da iyi anlaştığı kanısına vardığı. insana huzur veren biriydi yani. su gibi hava gibi gereksinim duyuyordu sanki hans’a. ’bir gün’ dedi ’cehennemde bile karşılaşsak onu hemen tanırım!’ bazı insanlar çürüyüp gider ama hans’ın gözleri uyurken de açıktı hep. dumanı tüten düşünceler de tıpkı böyleydi işte...
...
boşluktan boşluğa seslenmek ne kadar doğru olur bilmiyorum ama arkamı da dönmek istemiyorum yazıya...
...
Stephan gitti balkon boş kaldı mesela. daha bir buçuk ay öncesine kadar şu saatlerde -daha doğrusu her yarım saatte bir- aşağıdaki balkonda Petra’yla beraber keyifli keyifli sigarasını içiyor olurdu. her gün o boş balkona bakıyorum ve acı veriyor bu. öyle de tuhaf bi harmoni varmış demek ki aramızda bizim. benim elimde hep torbalar olurdu, onların elinde ise mutlaka bi cıgara. gözlerinde isli duman ikisinin. bir de söylenirdim kendi kendime ’bunlar yine mi balkondalar! yine mi yakalandım!’ ajan gibi gözetliyorlar sokağı sabah yedi akşam yirmi dört devriyedeler!.utana utana dış kapıdan içeri giriyordum hep. hakkımda ne düşünüyorlardı kim bilir. öyle ya benim aklımdan hayınlık geçiyor ya onlarınkinden..?
öyle ya elim hiç boş durmuyordu. kendime yüklene yüklene onlara da ağır gelmiş olabilirim doğrusu. ’ulan!’ diyordum ’ne var yani bari hayrına şu kapıyı açsanız!’ ben kimseyi elinde torbalarla falan görmüyordum. ne yiyor, ne içiyordu bu insanlar? bilmiyorum. işin ilginç yanı kimseyi cam ya da balkon silerken de görmüyordum. bi taraftan huzursuzdum. bütün gün sanki yakın markajdan hep birileri beni dikizliyordu. oysa gülerek karşıladıkları olmuştur çoğu kez. benim ise iadeli gülüşüm genelde maskeli ve mesafeliydi. iyi günüme denk gelmişlerse ben de gülüyordum fakat o da yine onlara yakalanmış olmanın mahrurluğuyla ortaya karışık bir şeyler çıkmasının sonucunda olan şeylerdi. camdan dışarı bakmayı ben de severdim örneğin. Hans’ı görmek -ki mutlaka görürdüm- beni çok mutlu ederdi. oysa bu günlük rutin bakışmalar ve sahte gülmeler artık sinirime dokunuyordu.
Petra artık eskisi gibi sık sık balkona çıkmıyor. Stephan’ın gidişiyle bi sandalye daha boşaldı. bazen onun yerine de içiyor mu acaba? diye saçma sapan şeyler sorduğum oluyor. hatta biraz daha ileri gidip ’bak Stephan bu yokluğuna yavaş yavaş alıştı ha!’ diyorum. ilk zamanlar bir iki hafta bomboş kalan balkon ve iki sandalye artık yavaş yavaş dolmaya başladı sayılır. bazen Frau Wolf, bazen Natalie, bazen de kızkardeşin senin yerini kapıp, o dolgun kalçalarıyla sandalyeni işgal ediyorlar haberin olsun. ama sen de çok iyi biliyorsun ki hiçbir şey eskisi gibi olmayacak artık. o balkon seninle güzeldi dostum. çünkü senin ağır bi duruşun, ihtişamın vardı. doğruya doğru sağlam ve başı dik klas bi havan vardı. dağ gibi boyun posunla pek bi yakışıyordun oraya güzel dostum. oysa sen gülmeyi de pek beceremezdin ki benim gibi. dudaklarından belli belirsiz, zar zor okunurdu bi merhaba. onun da bi kısmı bana ulaşana kadar, ağzından çıkan cıgaranın dumanıyla hemen buluta karışırdı. ama gözüpek duruşun yine de güzeldi işte. oraya pek bi yakışıyordun sen.
her sabah Petra’yı balkonda görüyorum ama boşluğa kayıyor sesim. bi türlü o boş sandalyeye yapışan gölgeni kolundan tutup içeri götürmeyi akıl etmiyor Petra. kızgınım ona famsız kadın!..
her gün o boş sandalyeye, o boş balkona bakıyorum. ne zaman götürecekler seni burdan Stephan? Petra alışmıştır belki ama ben hâlâ alışamadım yokluğuna ...
...
rüya görüyorsun. görebiliyorsun bu da güzel. henüz yazılmamış bir şiire imge arayışı içindeymişsin. kısa notlar düşüyormuşsun önce. sonra aklına nerden geliyorsa ’donundan ayrılamayan adamlar’ yazıyorsun kıytırık bi kenarına defterin. kapıda parmak seslerini duyuyorsun. başta hafif hafif, sonra uykunu bölecek kadar gürültülü şekilde. hayıflanıyorsun rüyanın bölündüğüne. gülüyorsun çıplak duvara bakıp anlamsız...
...
dışarda kopan fırtınaya ayak uyduruyoruz biz de. ağaçların kırılan dalları gibi, sizi tenzih ederim ki bütün kemiklerimi toplasanız bi uzuv bile etmeyiz mösyö. ama yine de biri bana ’ya ben...ben people değil miyim abla?’ diye soracak olursa, karpuz kabuğundan gemiler hiç yapmadım ama babamın resmî dairelerden alıp eve getirdiği tarihi geçmiş gazetelerden yapıp biriktirdiğim bütün gemileri annem sobaya atıp tutuşturdu bi güzel ismail abi! bizim bağrımız o günlerden bu yana işte böyle yanık. sonra da nerde senin duyguların diye soruyorlar. nerde olacak? uzağınızda değil, ellerinize bakın yeter. seri katiller hiç değilse parmak izlerini bırakmıyorlar olay mahallinde ve suçun işlendiği yere mecbur kalmadıkça gelmiyorlar kolay kolay. ama münevver’e sorarsanız mutluymuş. elmacık kemikleri hãlã yerinde duruyor.muş. arada bir ağaca bağlıyormuş sadece köstekli saçlarını zırto kocası.
...
rüyamda dedemi gördüm. ve dedem yeni yeni ölüyordu. onu uykuda bile öldüren ve bizden alıp uzaklara götüren hangi güdümlü hastalıktı hatırlamıyorum ama ölüyordu işte. ağlamıyordum bu sefer. sadece mal mal insanların yüzüne bakıyordum. herkese kızgındım ve hiç kimseyle de konuşmaya niyetim yoktu. hiçbir şey onu geri getirmeyecekti nasıl olsa. konuşmayı gereksiz ve saçma buluyordum. rüyada bile değiştiremiyordum bazı gerçekleri. sonra cama vuran yağmurun sesiyle uyandım. rüzgar ağaçları yerden yere vuruyordu. bazı kadınlar da böyledir işte. kalbine bi mezar taşını dikip, ah’larla da uzatıp örerken saçlarını usul usul tutar başında yasını. ne anlatırsak anlatalım her şey eksik kalacak. ne yaşarsak yaşayalım her şey yeniden yaşanacakmış gibi duracak...
...
kıl dönmesi gibi içine gömülen seslerin tarifsiz acıları vardı. cansız sueteri ve verev kazağı Uğur’un. annesinin koynunda koklayıp koklayıp kokusunu uyuduğu.
biz mutlu olamayız ki müzeyyen! bizim kanımızda katran karası koyulaşmış meseleler var. müsterih ol müzeyyen! zira azrail canımızı almaya gelmeden çok çok öncesinde kendi rızamızla ölmeyi isteyeceğizdir muhtemelen...
...
atlı şövalye geldi -yoksa şovalye miydi?- her neyse işte geldi prensesi barbarların elinden kurtardı. evde kalmış kızlar da ellerindeki tığ ve şişlerle örgü örerken bu pembe masallara kanıp, aşklarını yere göğe sığdıramadılar. hepiniz çirkin kurbağasınız işte...hödüksünüz hödük!
...
mısto oğlum senin haberin var mı bu internet niye uzayda takılı kaldı böyle? Uzaylı arkadaşlar size de bozuğum biraz unuttunuz beni burada..
...
yollar gitmek, duvarlar konuşmak içindir. sen gidince yaprak bile kımıldamadı yerinden. ama dalları kırıldı bazı ağaçların. fırtınası desen sabah akşam ellerimi buduyor. bu diyor işte! bir adım ötesi yine bildiğin bostan koruluğu. ve kuşlar da uçmaz oldu buralara. haliyle kırılmayacak kadar kalp’sizim. yaşıyoruz ya, nasıl bir lütuf! ağladıklarım da oldu, güldüklerim de. yine de kırmadım hiç-bir karıncanın kalbini. ama Elis aldatabildi Ben’i başka bir tosun ayıyla. o da orospu işte dedi abuzer. insanmış ya da hayvan ne farkeder? dişiler her yerde orospudur erkeklerin gözünde! oysa Pabs ve Puşki bütün bu olanların dışındaydı. biri anne biri de yavru. öbür kardeşi denizde boğuldu...
bizim sularımız da derin. yine de boğulamıyoruz bi türlü. Clavius’un tereddütlü inancı gibi bir varsın, bir yok. ’beklemek cehennemdir!’ öyle der Şekspir. Gule ise ’benim peygamberim varsa o da İsa’dır’ diyor. ’hiç değilse o devrimciydi!’. kör inançlarımız yok değil. en çokta ahlakçı söylevler. istesem ben de burma bıyıklarımı büzer, yuva yıkan iffetsiz kadın olurdum abuzer. hem de ’yağmurdan önce’. biliyorsun duygularım alınmadan önceydi bazı sindirellavari hayallerim. hatırlanmayan yerlerimi bana da haritada göster abuzer. beraber düzelim güllerle küllerimi!
...
her şeyin çok uzağındayım desem çok tanıdık gelecek bu sefer. oysa annemi en son gördüğümde eli hãlã havadaydı abuzer. ve bi ingiliz anahtarıyla da kolayca açılabiliyordu insanlık. şimdi pencereden bakınca da el kadar küçük hãlã dünya. kul.aç atılmaz. karanlık ve sığ. kini ve kibiriyle höykürüp duran bir distopya.
ben o bildiğiniz tozlu raflarda, altılık takımların bozulduğu porselen tabaklar gibiyim. ucundan azar azar kemirip, kırdığınız. hep çatallı ağzı dilime batan. çöpe atmaya dahi kıyamadığınız. daha ne kadar kırabilirsiniz ki! barbekü sosunu yemeyi bekliyormuş gibi sanki. daha önce bir kenara ayırmış olduğum kargacık burgacık düşüncelerim vardı. şurda yarım ağızlı bir duygu tomağını bile öremeden intihar teşebbüsüne yeltenmemişti henüz.
sorsanız ya ölüyüm. ya da blues. ’a natural woman’ yani...
...
yine günlerden bi gün komik bi rüya gördüm. tabi bunu uyandığında anlıyor insan. öyle bir maceranın içindeyken o sıra ter dökmekle meşguldüm. güya postane koca bi market deposu olmuş. markus’a soruyorum ’markus ben şimdi tam anlamadım mektuplar nerde?’ cevap veriyor peşine takıp karanlık bi yere götürürken beni ’al işte bak bunlar senin bölüme ait evlere bu pampers’ları ve suları postalayacaksın sadece!’ hallahallah diyorum içimden millet altına mı sıçıyor nedir? bi yandan da kasa kasa içecekleri kutulara nasıl sığdırıp taşıyacağım, nasıl üst üste dizeceğim bunları acaba diyorum. bi karmaşık bi karmaşık ki ortalık kara kara düşünürken ’ne saçma sapan iş bu diyorum iyice suyumuzu çıkarıyor bu pezevenkler!’ öyle karman çorman bi ortamda ter döküyordum velhasıl. postane postane değil sanki tımarhaneydi. karanlık depoda ne işler çeviriyorlardı belli bile değildi...
sonra uyandım. belim tutulmuş. rüyada nasıl cebelleşmişsem, kasa kasa ne kaldırmışsam artık şimdi de belimi doğrultamıyorum. burnuma kötü kokular geliyor muhterem. postanenin kafasından kim bilir yine nasıl bi ibnelik geçiyor. yakında çıkar kokusu rüyalarım beni yanıltmaz. az ve öz görürüm ama gördüklerim de pek hayırlı bi haber getirmez zaten.
ama ördeklerle beraber uçmayı saf ve temiz duygularla hãlã beklemekteyim. olur mu olur muhterem. uzak da olsa bi umudum var her zaman.
sen de umudunu yitirme peder.
...
ağzımdaki modüller iyileşmiyor Bedros Bey...’önemli bi şey değil, geçer!’ dediğiniz şeyler geçmiyor. her öğün sonrası arka damakta patlak veren ve durduk yere şişen baloncuk dilime takılıp duruyor. o karınıza da söyleyin kendi kendine artislik yapmasın! asistanlık görüntüsü altında ’doktor bey ilaç yazmıştı’ diye sorduğumda telefonla odanıza bağlanıp ’canım, hayatım! hastaya ilaç söylemişsin, bilgisayarda göremedim ben’ diyerek havalara girmesin boşuna. hanfendiciğinizin şu canım, cicim üslubunu hiç beğenmedim. özelinizle işinizi birbirine karıştırmasanız daha iyi olur. neticede hastalar oraya keyfine gelmiyor. uzun saçlarınıza da asılacak bi bayan yoktur heralde. kompleksli karınızın hüsnü kuruntusu işte. yok normalde kontrole gelmem gerekirken tipsiz karınızı çok itici bulduğum için kararsız kaldım yani...
’aşkım! tatlım! canım! cicim! demekle ömür geçmezzz!’ benden söylemesi yine de siz bilirsiniz tabi...
...
işe her gün beş dakika geç gitmem kronik haline dönüştü artık. her şeyi son ana bırakmak, son beş on dakikaya sığdırmak gibi bi hastalığım var. ama olmuyor işte!..her anın her dakikası, her saliyesi meşgul ve kapıda kalmış gibi hissediyorum sonra. geçenlerde abuzer söylenip duruyordu hatta köpürüyordu "iki saat vaktin vardı! tam iki saat! gerçekten kasıtlı mı yapıyorsun? merak ediyorum iki saatte nasıl hazırlayamıyorsun kendini!" diye. işte sorun da o ya. şu ’iki saatim var daha!’ rahatlığı olmasa her şey güzel olacak. sabahları hep bu öfkeyle işe gidiyorum ’geç kaldım! geç kaldım! bir gün de rahat git, sinirlenmeden, rahat rahat...
yarın iş yerinde noel kutlaması var ve yetişemeyeceğim diye korkuyorum. ayaz ve kış ortası. biraz da üşengeçlik var üstümde. ve o kahrolası uyuma isteği hep. abuzer de hasta. aslında bahanem de hazır gitmemek için. kadınlar ’ben elbise giyeceğim, içeceğim kafayı bulacağım, şunu bunu yapacağım!’ derken ben yerimde hãlã oturuyor ve düşünüyorum. her şey fazla ve gereksiz. neyi abartıyoruz ki?
diğerlerinden hiçbir farkı olmayan her zamanki normal klasik bir gün. sadece marifetlerini sergilemek isteyen ve poh pohlu övgü bekleyen kadınların getireceği börekler, poçalar, pastalar olacak masada. müzik, gürültü ve şamata. benimki de havuç salatası olacak. bunu söylemesi bile ne komik geliyor kulağa! hüzünlerimi de beraber rendeleyip götüreceğimin ve bunun da farkına varılmayacak oluşu kadınlığımı incitiyor ona bakarsanız. bundan önemli ne olabilir? neden sadece görsel çerçeveden bakıyorsunuz etrafınıza? neden o salatanın başından geçireceği evrimi-yıkımı düşünmüyorsunuz hiç?
evet haklısınız sizin on parmağınızda on marifet olabilir ama benim de kıyıla kıyıla bitmeyen ağrılarım var madam! dokunmanız yeterli. bir parmak arası boşlukta tek başına uzun eşşek oynamaya çalışan çocuğum hãlã!
aslında kimsenin yüzüme söylediği bi şey de yok benim hüsnü kuruntum aklınızdan geçenleri avcuma eliyor sadece...
bir yandan da gitmek istiyorum. sarhoş olmak istiyorum. dans etmek istiyorum. her şeyi unutmak istiyorum!
neyse dağıtalım madam!..
...
’uyan Gule! burda sabahtır’ diyen biri olmalı hayatınızda...yoksa gidin soğuk bi su için mutfakta...battaniyeli adamlar da olur...bu beton duvar kitaplarla arama giriyor hep...kitapsız duvar!..
...
’bağzı şeyler’ var anlatacağım, eti senin kemiği benim. bağzı şeyler var susacağım, dudak arasında üvey çocuk muamelesi gören.
...
-sizin orda havalar nasıl anne?
"güzeldi. çok güzeldi. hatta o kadar güzeldi ki yürüyüşe bile gittim. tamam biraz bulut vardı ama çok uzaklardaydı. bana ulaşmaz diye düşündüm. sonra aradan birkaç dakika geçti boşaldı tamamen gökyüzü. baktım arkamda ’güm-zıng’ sesler. yakında bir yer de yoktu sığınabileceğim. ben de sırılsıklam eve döndüm. başka çok güzeldi. şimdi de sanırsın ki yaz gelmiş, güllük gülistanlık"
...
annem mutluydu sebasti..güneş dışarda değil, sanki sesinde açmıştı. taa bizim buraları bile ısıtacak güçteydi.
şimdi de ’annenize sarılın’ havası hakim bizim burda.
...
şimdi Allah’ın gücüne gitmesin ama bir kiloluk ıspanağı soğuk suda yıkarken bu mutfak işlerinin ve hatta bütün ev işlerinin -ve daha bir sürü şeyin- neden sadece biz kadınlara lãyık görülüp bunun nesilden nesile aktarılmasına göz yumuyoruz?. cinsiyeti olmayan tanrı neden cinsiyetçi bir tavır takınmış bunu da sormak lazım kendisine dediğim yerde elim fincana değdi ve bir miktar kahve halıya döküldü. yani bizimki gökyüzündeki rahat yerinden bana diyor ki: ’çok konuşma işini yap!’
...
güzel tanrı’m! söylediğin gibi işimi de yaptım. ama ne var ki, ıspanağı yıkayıp, doğrayıp yedikten sonra kendimi safinaz’ın yerine koymaktan da alıkoyamadım. üzgünüm ama durumlar böyle. bilsen iyi olur diye düşündüm. hoş sen bizim evin halini benden daha iyi biliyorsun ya...
...
yani ben bu konfüçyüs’ü anlamadım..hayır estağfurullah ben de her b.oku bilmiyorum, cahilliğimi bağışlayın ama yani bu adam şimdi gül gibi karısını, çocuklarını niye bıraktı gitti onu anlamadım..tamam barışçıl, hoşgörülü efendi bir adam..uyum içersinde yaşamak istiyor, huzursuzluğun olduğu yerden kaçıyor..haliyle bulamayınca da diyar diyar geziyor bu yüzden, ama gelin görün ki; arkasında gözü yaşlı fedakãr bir eş-anne ve çocuklar bırakıyor..böyle yarım olmaz ki ama...duyarlı bir dünya görüşün olacak böyle sonra da canından çok sevdiklerini ezip geçiceksin..ben kendisine bunu yakıştıramadım açıkçası...
hayır çok affedersin konfüçyüs abi büyüğümsün sana saygısızlık etmek istemiyorum ama niye böyle bir öküzlük ettin be abi!..hani belki de önemli bir ayrıntıyı kaçırmışımdır...belki de hayat-mayat meselesiydi öyle gerekiyordu bilemiyorum...eğer öyleyse sözlerimi geri alma şansım var benim hiç değilse ama senin yok...sen o gül gibi kadını bıraktın gittin artık...mezarda kemikleri sızlıyordur şimdi...sen değil miydin "nereye giderseniz gidin, tüm kalbinizle gidin" diyen...ama sizin kalbiniz bölündü, parçalandı be abi bana sorarsanız...
"Karanlığa söveceğine, bir mum yak."
"Ya bir yol bul, ya bir yol aç, ya da yoldan çekil."
"Aşk, dörtnala giden at gibidir, ne dizginden anlar, ne söz dinler."
"İnsanları niçin öldürüyorsunuz, biraz bekleyin zaten ölecekler."
ne bilim böyle ne güzel de sözler etmişsin ama ben hãlã kadının kırılan o kalbindeyim..."kuyuda kalanlar, gökyüzünü kuyunun ağzı gibi görürler" demişsin ya hani o kadın o kuyuda, karanlıkta seni bekliyor öyle..
...
abuzer okuduğun kitabı bana da sesli okusana ben de uyusam diyor. ’çok merak ediyorum o sarı kalemle üstünü çizdiklerini sonra napıcaksın? yok yani bu kitabı bitirdikten sonra tekrar mı alıp okuyacaksın? beğendiğin cümleleri şimdiye kadar bir daha okudun mu? kitabın yarısını karalayıp çizmişsin zaten. anlamadım ki! hem çiziyorsun hem de yanlarına işaretler yapıyorsun, peki o ne anlama geliyor bana bir anlatır mısın?’
-abuzer kapa çeneni! kitaba konsantre olamıyorum!
’hayır gerçekten merak ediyorum en son hangi kitabı okudun?’
düşünüyorum. düşünüyorum aklıma gelmiyor. tamam o benle kafa buluyor, gırgır geçiyor da ama ben ciddi ciddi aklımı zorlarken buluyorum kendimi. üç ay süren, üç gün önce de bitirdiğim kitabın adını bile hatırlamıyorum ve afallıyorum. hem abuzer’in eline bi koz daha vermiş olmanın hem de bu gafa düşmenin üzüntüsü içindeyim. abuzer üzüldüğümü anlayıp konuyu kaynatmaya çalışıyor ama faydasız. yine dünyayla bağlantım koptu işte. adını hatırlamadığım kitabın sayfalarında altını çizdiğim cümlelere ulaşmaya çalışıyorum ama olmuyor. abuzer muzurluk yapıp anlatıyor bi şeyler ama onda değilim. uzun uğraşlarından sonra pes ediyorum ’sen de haklısın!’ diyorum ’ama keşke kitap falan da okusaydın. belki beni daha iyi anlardın.’
’hayatım! bak sen şimdi teoridesin ben ise hayatı yaşayarak pratik bir şekilde öğreniyorum ve böylesi inan bana daha iyi!’
nihayet yaşamadığımın farkına o da vardı! ama bunu gelişigüzel sallayarak anlatıyor. düşüncesiz herif! aklı sıra beni kitaplardan soğutacak. ama kalbimin bir köşesi yine ona hak veriyor ve söylediklerini mantıklı buluyor.
eskiden yaz yaz bitmezdi. aklımda daldan dala konan kuşlar. şimdi damdan dama, camdan cama bakan boş gözler var sadece. okudukça duyguların çoğalması gerekirken, şimdi kiraya verilmek üzere içi boşaltılmış ve duvarlarıyla baş başa kalmış bir ev ya da moloz yığını gibiyim. okudukça zihnin açılması gerekirken, tersine trafiğin ortasında sıkışmış ve hiçbir yere kıpırdamayan mahsur vatandaş gibi gözüm köprünün direğine takılmış sadece.
eskiden gevrek simit gibi bir tadı vardı hayatın. şimdi her şey tadsız, tuzsuz geliyor. ve biraz da patates soymaya benziyor günler. filizlenmiş köklerini bıçakla oya oya çıkardığım ve yumru boğumlarında zar zor nefes almaya çalıştığım.
...
’hadi meral bana masal gibi okusana bi şeyler ben de güzel güzel uyim!’
-hasta mısın nesin rahat bıraksana beni!
...
eskiden abilerim, ablalarım vardı. ne kadar çok abi-abla biriktirmiştim. şimdi cinsiyetlerine bakmaksızın varlığıyla yokluğu bir insanlarla dolu etrafım.
nerde benim o güzel abilerim, ablalarım..¿ heee söyleyin bakim! nerdeymişler şimdi benim kayıtlardan aniden silinen o abilerim, ablalarım?..
...
insan kendini neden bazen böyle hisseder? yüz sene yaşamış veya yaşayacakmış gibi köklerini toprağa vermiş ama içten çürük elma gibi, kurtçuğun başını dışarıya sağlam gibi görünen ve cam gibi parlayan vücudundan dışarıya çıkarmasını amansızca bekler? kendini kontrol altında tutup, hükümler alıp verirken, aldığı nefes dahi haraca kesilirken onu burda tutan nedir? neye ve niçin bu kadar direnmektedir?
-hayat sen yokken de vardım ama gel gör ki ruhumu azrail bile almıyor!- hissini yaşatan bu ’yüzyıllık yalnızlık’ ve çürüme...
...
çantamı restorant’ın sandalyesine asıp sonra da unutup gidiyorum...peki insan kendini neden unutmaz bi yerde?..neden bi sorumluluğun altına girip, komutlara alışık olan kulağı ona sürekli evin yolunu hep hatırlatır?..neden o kadar yükün altında ezilmektedir?..Ali neden frau Wolf’a gömleğini ütülettirsin ki mesela? ayda yılda bir merdiven boşluklarında normalde denk geldiği ve sadece ayak üstü bir ’merhaba’yla yaşlı kadının yüzüne bile bakmazken, kırışık bir gömleği giyme pahasına ve onun yerine alternatif bir çözüm arayışını reddedip, çaresizliğine bu şekilde boyun eğsin..kırk yıl düşünsem aklıma böyle bir şey gelmez:)..akıllı oğlum benim! senin bi anan, bi kız arkadaşın yok mu evlãdım?..haydi kendin beceremedin neden tutturdun illa ki gömlek? Frau Wolf’a bi paket çikolata alim bari..kadının yüzüne nasıl bakıcam artık bilmiyorum.
...
bu aralar her şey terso gidiyor sebasti. dün arabayı vurdum. bugün dişimin dolgusu düştü. ondan önceki gün de rüya gördüm zaten. alâkasız ve birbiriyle bağlantı kuramadığım görüntülerin eninde sonunda başıma bela olacaklarını hatırlatmak istercesine toplu halde gümbür gümbür üstüme gelişlerine bi anlam verebildim mi peki? -hayır. arabayı duvara vurmama ne demeli o zaman? bu tesadüf -yani her yerde patavatsızca karşıma çıkma dengesizliğin fazla değil mi sence? -evet fazla.
çürük düş hikayemizin bir gün gerçekten çürük diş meseleleriyle hemşo olacaklarını da biliyorduk. doktorun zamanında içini oyup dış kabuğunu sadece bıraktığı ve zorla ayakta tutmaya çalıştığı dişten hayır gelir mi peki sen söyle. rüyamda limuzin bi Mercedes sürüyorum. araba yepyeni gıcır ve siyah. tır gibi uzun bi şey. o kadar olmasa da benim kapasitemin kaldıramayacağı boyutta ama. o arabayla bizim eski mahallenin bozuk yollarında dümdüz gidebileceğimi rüyamda bile görsem inanmazdım. nitekim elli metre ya gittim ya gitmedim geri döndüm. çünkü o yol bizim o meşhur san fransisko dizisinin yokuşlu yollarına tıpa tıp benziyordu.
on iki yaşında falandım. külüstür kamyonla bi gün evi taşıyordu annem-babam. beni de aralarına alıp öne oturtmuşlardı. yüreğim ağzımdaydı. çok korkuyordum ama ağzım kilitliydi. bizim sıradan herhangi bir konuda bile sızlanmadığımız günlerdi yani. şoför amcanın pos bıyıklarını da nedense o yokuşla beraber hatırlıyorum. her sabah durağa giderken o yokuşu çıkana kadar anamızdan emdiğimiz süt burnumuzdan gelirdi. diğer kamyonların arada bir ağır ağır sesini duyar oracıkta devrilcekler diye de ödüm kopardı. yolun her iki yamacı da uçurumdu çünkü. ’burdan kimse sağ da çıkmaz’ gibi kötü düşüncelere olanak sağlayan elverişsiz bi yerdi velhasıl. bi gün bi kamyon mu bi tır mı gerçekten devrildi. meyveli içecekler, kola fantalar etrafa saçıldı. bizim gibi yoksul bir mahallenin ayda yılda bir gördüğü bir olaydı bu. o gün bayram etmişti çocuklar. şoför öldü mü kaldı mı kimse oralı bile olmadı. ağzımızda şekerin tadı, tatlı bir gündü.
anneme babama bir şey söylemiyorum. kalbim küt küt atıyor. camdan fırlayacak gibiyim. babam pos bıyıklıya ara ara ’bıra yavaş! bıra yavaş devrileceğiz şimdi’ diyor. deme gereģi duyuyor çünkü bizim gibi yolları tabanlarıyla arşınlayanlara büyük gelir bu numara. o çocuk aklımla kamyonun burnuyla yere çakılacağımızı düşünmüştüm. çok şükür kamyon devrilmemişti ama annemle babamın mobilyacıdan taa eve kadar yayan taşıdıkları o aynalık dolap tam iki kere kırılmış (birincisi çöpe gidiyor gidip ikinciyi alıp onu da hallediyorlar üstelik eve yakın bi mesafede yaşanıyor bu uğursuzluk) ve üçüncüyü de birbirini yiye yiye getirmişlerdi. hatırlıyorum morali bozuktu herkesin.
ben de boyuma posuma bakmadan limuzin sürüyorum güya. işte tam o yokuşun önüne gelmišim. yok diyorum ’gıpgıcır araba vururum ben bunu!’ yollarda asfalt yok taşlık sırf. yüreğimde biriktirdiğim çakıl taşlarından da aşağı kalır bi yanı yok bizim buraların. geri dönüyorum. ve sonra uyanıyorum. ama o geçici anı solumak bile güzeldi. havalanıyorsun rüyada bile olsa. bi şeye yormadım tabi. altı üstü rüya dedim. zaten bu sayılı rüyalarımın çoğu hep çocukluk yıllarıma ait. bilinçaltında da ters giden bi şeyler olabilir bilemiyorum. hep aynı mekãn ve zaman dilimi ürkütüyor bazen.
o sabah da nuray arabasız işe gelmişti. ’otobüs çok dolandırıyor, geçmiyor bizim ordan, senin yolunun üstüyse beni de alıver’ dedi kırmadım. o gün eve değil çarşıya gidiyordum aslında hadi neyse dedim ’bırakırım nolcak’ ...arabaya biner binmez söylediği söz ’ hıııı güzel araban varmış’ iki kere bastıra bastıra üstelik. lan araba arabadır işte! ayaklarını yerden kessin yeter. benim öyle takıntılarım yok. aksine yeni arabadansa eski olsun daha iyi diyorum. daha özgür sürüyorsun o zaman. için rahat olur bi yere park ederken -ki kaza da kapalı otoparkta, yerin iki kat aşağısında gerçekleşti. sürekli park ettiğim bi otopark ama o gün ilk kat dolu olunca mecburen daha aşağıya inmem gerekti. ve tıpkı o tıka basa eşya yüklediğimiz kamyondaki gibi bi korku içimi kapladı. çünkü labirent gibi dönderip duruyor ve üstelik dar. küçük arabalar için neyse de büyük arabalar için pek de güvenli değil. rüyamda mercedesi bile süremezken kalkmış yeraltlarında ter döküyorum.
neyse vurduk gitti işte. nuray’ın güzel dediği araba çiziklerle dolu şimdi. güzel şeyler söylemeyin zaten siz. bana yaramıyor. ağırlıģınız kalıyor üstümde sonra.
rica ederim dişimin oyuğuna da girmeyin...bırakın da dişimin beyazlığı bana, nazarlı gözler de size kalsın.
...
sustuğuma bakma sen, oysa sana uzun uzun konuşmak daha yakışıyor...gidişinden bu yana pek bir şey değişmedi. sadece azrail taraf tutmaya başladı. bazı yerlere ölümleri düzenli aralıklarla ve bir öncekinden daha şiddetli boyutta daha sık getirir oldu o kadar. son zamanda eceliyle kaç kişi ölmüş Tanrı’ya sormak gerek.
p.s: gitgide güzelleşiyor sesin. hüzün mü? dış kapının mandalı. şangırdatıp duruyoruz o kadar ki. kilitli kapılar ardında dönme dolaplar...
...
domino taşları gibi devriliyor sonra insan. yükü omuzlarında değil, en çok içinde. çok çok derinlerde bi yerde. her gün orayı oyup kazıyor çıplak elleriyle ama çıkaramıyor, söküp atamıyor kalbinden. ah! o taşlar ki bi dokunulmaya görsün! bakın karşınızda işte! alın size canlı-kanlı pisa kulesine aday sağlam dediğiniz sözde vücut! nasıl da bir çırpıda yıkılıyormuş görün bayım! kaynak tutmayan kemikleri, alçılı yerlerinden birer birer. siz de teker teker gelin rica ederim muhterem!
Platon’un mağara alegorisi’ndeki gibi kafasını dışarıya uzatamayanlar, dokunamayanlar, o tümseği göremeyenler, dağın ardına bakamayanlar Bejan’ın deyimiyle...iki zıt kutup, iki ayrı dünya insanı her gün birbirine çarpıyor tümsekli omuzlardan.
ama biri zincirlerinden kurtulup o mağarayı terkediyor. hayatı sorguluyor. gerçeklerin peşine düşüyor. mağaradaki oymalı resimleri gökyüzüne taş kesen nasırlı eliyle çizmek istiyor.
iki sokak sonra başka harabe bir duvar. çıkmaz yol ve dönme dolap gibi aynı dairenin içinde sıkışıp kalan hayatlar. sonra karşı balkona seslenisi geliyor insanın: yalıtılmış sesim sizden uzakta mı birader?
kalbinizi kuşlar sevsin deyip o mağaradan çıkıyorum. ah! lirik bir güz sancısı yine gökteki...
YORUMLAR
Gule
güne gelmekteki güzellik daha fazla okura ulaşmaktır zaten...tabi bir de doping gücünü artırıyor yazmanın...e bir de seslerin kucaklaşması var...
var da var yani:)
neyse o kadar da önemli değil
sakin ol ya biraz:)
gösterdiğin ilgiye teşekkürler canım...
sevgiler...
deniz-ce
En azından bir açıklama yapılmalı öyle değil mi?
Zaten ilgisizliğin tavan yaptığı bir veli kitlesine ulaşmaya çabaladım vatsaptan ve dönüş olmadı ( okudukları halde) çıldırmak üzereyim.
Neyse... Ağzımı bozmadan gideyim ben.
Ve köşende paylaştıkların da var yazının içinde, gözünden kaçmadı bilesin;)
Sevgiler.
Gule
evet hem duvardan hem de yorumlardan da faydalandım...bakarsın bi seriye dönüştürebilirim bunları:)
senin de işin zor canım kolay gelsin...
yazınızın ilk bölümünü okuyunca pokot (iz) filmindeki böcek bilimci karakterin söylediği şu cümle aklıma geldi;
"İnsanlarda özgür irade diye bir şey yoktur. gururun sesi sesi insanları özgür iradeyi inanmaya iter. Sadece feromon ve hormonlar vardır."
ve filmin sonunda bir adamın söylediği söz;
"bunu başlatan sen değilsin!"
...
(aklıma gelenleri allayıp pullayıp daha derli toplu bir yorum yazabilirdim. ama samimi gelmiyor. bu şekilde ortada bırakınca daha gizemli oluyor;:)
(yazınızdan bağımsız) eğer izlemek isterseniz filmi cumhuriyet gazetesinde şu cafcaflı sözlerle tanıtmışlar;
"Astrolojiye, yıldız haritalarına tutkun, avcılığa, acımasız kaçak avcılara ve erkek egemenliğine karşı savaş açmış, neredeyse tüm hayatını hayvan hakları koruyuculuğuna adamış, hayvansever yaşlı bayan kahramanımız Janina, köy papazının dini referanslara dayanarak verdiği, o ‘ruhu olmayan hayvanların’ insanlarca öldürülmesini onaylayan acımasız vaazını dinleyince zıvanadan çıkıp esip gürleyerek anında papaza saydırıp kiliseyi terk edecek denli gözü kara, yürekli bir idealist."
ama dikkat; Janina teyze ilk önce ota *oka muhalif olan antipatik bir kişi olarak algılanıyor. film ilerledikçe ısınıyorsunuz bu karaktere. tüm hayvanseverler izlemeli bence. feminizmle ilgiili bir şeyler barındırıyor içinde sanırım.
...
yazınızda en sevdiğim bölümler ise karakterin abuzer ve hans ile konuşmalar. biri yanıbaşınızda diğeri sokakta. şu incicilerin capsleri aklıma geldi bir an. hayal ettiğim şu gerçekte olan bu der gibi. gülümsedim ama en çok abuzerle kitaplar hakkında konuşması ya da abuzer'in düşüncelerden yola çıkarak artık çok kitap okuyamamasından yakınması.
bende çoktandır başgösterdi bu hastalık. kitap kokusu çoktandır heyecanlandırmıyor beni de. bir ara iki sene kadar sadece şiir ya da şiir kitabı okudum. sonra mecburen tekrar döndük edebiyata. çünkü yapılabilecek en iyi uğraş olmasa da aklını doyuran en iyi uğraş şu anlık. bence bu hayata yapılacak en iyi uğraş yollara düşmek. emekliliğe az kaldı. psikoloğa ikna edersem işten kafa izni alıp yollara düşüp mutlu olacağım. allah'ım amin.
...
son olarak yazınızda "erkekler için kadınlar orsp.." diye düşünüyor karakteriniz.
erkekler için düşünürsek "kadınlar için erkekler pzvk ve bne". gerçi yazınızın devamında bu tabirler geçiyor.
erkekle kadın arasında olan şey, yani cinsi münasebet de (cinsel birleşmeyi-muhafazakarca ifade etmek istedim efendim) olan şey de kanımca her iki tarafta edilgen konumda. boşverin efendimiz küfürleri:)))
...
son dem mi derler ne ne derler; işten koşa koşa çıksam da eve yaklaştıkça adımların yavaşladı, ayaklarım yere sürtmeye başladı. evde yapılacak ilginç bir şey yoktu. ezbere bilgisayarı açtım, siteye girdim. günün yazısına şöyle bir göz gezdirip kapatacaktım siteyi. yazınızı okumaya başladım. bir baktım bitmiş. bende sıcağı sıcağına düşündüklerimi yorum bölümüne yazayım dedim. teşekkürler...
...
upsss unuttuğum bir şey varmış. şükür ki düzenle butonu var. şu meşhur don meselesi hakkında birkaç düşünce;
Annem bana kazak örerdi
Oysa ben kazak giymezdim
Annem pazardan atlet alırdı
Oysa ben atlet giymezdim
Annem aynı Çarşamba pazarından don alırdı
Oysa ben don da giymezdim
Tanrı donsuzlara cehenneme atacağını söyler gibi
Serin serin alttan verirdi karayeli
Yandım anam
....
Annem bazen beni kollarının arasına alırdı
İçim ısınırdı
...
fermantasyonman tarafından 2/19/2018 8:06:25 PM zamanında düzenlenmiştir.
Gule
saygılar...
fermantasyonman
Derinden hissettiklerini uzunca yazabilen, dertleriyle bile barışık insandır diye düşünürüm hep.. Ve sen bunun en güzel ve en şık örneğisin Gule... özgüvenin ta buradan hissediliyor; ne güzel!
Sevgimle...
Gule
ki sorma:))))
çok sevgiler...
her sabah ayni saatlerde bir şey dürtüyor beni de
hadi uyan diye
insanın doluluğa uyanması ne guzel. boş duvarları degil de seni seyretmesi. bi ara benim Müzeyyeni gördüm. bak gördün mü hemen benim oldu. birazdan limonlu sıcak su yapar belkide ilk defa tatlı tatlı düşünücem. kim bilir. ama yine de sadece sen bil istiyorum an be an :) burası tam da burası insanın kendi evinde rahat hissetmesi gibi bir eyleme dönüşmüş Gule. cok teşekkür ederim daha kibar uyandim bugün.
fuesme tarafından 2/19/2018 5:58:32 AM zamanında düzenlenmiştir.
Gule
yazılanlar zaten paylaşıldıktan sonra biraz da okurun sayılır...hani bende öyle...bazen diyorum 'oh be kurtuldum sizden, gidin kimi rahatsız edecekseniz edin' diye sonra rahat bi nefes aldığım oluyor...ben de limonlu sıcak su içerdim sabahları ama artık bıraktım...sonra peşine bi küp kahve içince tansiyonumu iyice düşüyordu:) ama aslında vücuda çok faydası var hem vücudu temizliyor hem de bazı hastalıklardan koruyor...sadece midesinden rahatsız olanlar dikkat etmeli...belki biraz balla karıştırılıp içilirse bu sorun da olmayacaktır...
şimdi mesai saatim geliyor yavaş yavaş don tutmuş yollara çıkmanın vakti...çok teşekkürler...sevgiyle yürektesin...
Gule
Gule, biliyor musun çok şanslı olduğunu düşündüm bu yazını okuyunca...
Yaşadığımız bunca zamanın detayları... bizde bıraktığı etkiler birbirinden o kadar kopuk ve öylesine karmaşık ki...
Hissettiklerini ne güzel anlatmışsın,
Yanı başında oturup, sözcüklerle ruhunu dinlemiş gibiyim..
Sevgilerimle Gule,
Gule
hena
Gule, yazıların çok değerli benim için,biliyorsun.
O que,aynı duyguları hissetmek mutlu etti beni:)
yazılarını da okumak istiyorum.
Sevgiyle Gule ve O que.
Geçen hafta Sartre'ın "Sözcükler" kitabını bitirdim. Önceki hafta da "İmgelem" şu an ise farklı bir çevirisini bulduğum "Bulantı" yı yeniden okumaya başladım. Yazını okurken bu üç kitaba gidip geldim. Özellikle "Sözcükler" kitabında yeniden dolaştım.
Güzel bir bilinç akışı
Rüyalar ve etrafımızda dolanıp duran "Zaman"
o kaçışı olmayan hapishane...
İnsanın neyi var kendine ait diye sorulursa
yazdıklarıdır derim.
Çünkü dili geçmiş zamandan kurtulmanın tek yoludur yazmak.
Bazıları kelime biriktirir ve bunu yazmak sanır
bazıları da anlam biriktirir
Bu yazıda karşılaştığım anlamları sayamadım.
Kalbe çarpıp duran sözcükler
ve harfler kulesi.
Her satırın içine girdim
ordan yüreğine baktım.
yüzlerce kapıya açılıyordu duygu parçacıkları.
Sevgiler bıraktım o kapılara Gule...
Gule
bu yazdıklarım aslında hem size yaptığım yorumlardan hem de duvarda paylaştığım günlüklerden toplanmış bi armoniydi...biraraya getirip böyle karga-burga sesim ve böyle bir iç döküşle elimin altında olsun istedim...
kendime görürsem birkaç seri halinde devam edecek...
beğendiğine sevindim...düşüncelerin önemli...varlığın önemli...daha ne isterim ki...
o güzel yüreğine çokça sevgi ve selamlar gönderiyorum...
Dramatik Buluntular
hem de "sır" açılacabilecek kadar...
yazmasam boğulurum, yazsam birileri bizi boğar
yaz duvara yıkılırsa, kendi duvarın olsun
odalar- kapılar-kelimeler-cümleler. hepsi sensin.
meral'm sevgiler.
Gule
teşekkürler gülüm...seni görmek mutluluktur hep bana...sevgiyle yürektesin naze...