ÇOK SEVDİM SENİ!.. (7)
Sabahın havası bir başka oluyor Kaz dağlarının eteklerinde. Mis kokulu, insanın iştahını kabartan, bedendeki yorgunlukları alan, alınan nefesin iştahla ciğerlerle teneffüs ettirilmesi insana huzur veriyor. Kirli havanın zerresi yok! Tabiplerin astım hastalarına ilk önerdikleri yer buralar. Yurt dışından gelen özel tursistlerin uğrak yeri olmuş. Oksijen deposu Kaz dağları, varlığını dünyaya kabul ettirmiş vatan parçası, gurur kaynağı memleketin. Devleti yönetenlerin, siyasi liderlerin, zengin iş adamlarının aralıklarla geldikleri yer, yeryüzü cenneti... Ağaçların, berrak akarsuların, kuşların, çiçeklerin bir arada toplandığı Tanrı’nın büyük nimeti. Tabiat harikası güzellikleri kucaklayan güneşin sıcaklığında gezinmek iştahını kapartan Turan lobiden dışarı çıktı. Güneşe gözlerini kısarak baktı. İki kollarını yana açarak derinden nefes aldı.
__ Oh be! dedi. Yine müthiş bir sabah güzelliği. Yaradanıma binlerce şükürler olsun. Allah herkesin buraya gelmesini nasip eder inşallah, diye de sesli duasını yolladı Yaradan’a. Yanından geçen beş altı yaşlarında sarı saçlı, menekşe gözlü bir kız çocuğu duasına cevap vedi incecik sesiyle.
__ Amiinnnnn amcacığımm!
Turan, yanından süzülüp giden minik kuşa seslendi:
__ Amiinnnn bebişim! dedi gülerek ve devam etti. Gel bakim yanıma, sen ne tatlı şeysin böyle. Allah’ım ya şu güzel menekşe gözler, sarı saçlar, entarisi, ayakkabısı kendisi gibi tatlı. Kırkbir kere; yok yok kırkbir bin kere maşallah! Adın ne senin amcam?
Minik kız sekteyerek giderken aniden döndü Turan’ın sözüne. Ona baktı boynunu yana bükerek:
__ Ayseeeel benim adım amcaaa. Peki senin adın neee? Ya sen benim öğretmenim Oğuz’a çok benziyorsun. Kardeşin mi yoksa? derken inci dişleri dudaklarının arasından ışıldıyordu.
__ Minik kuşum, Aysel’im, benimde adım Turan. Senin gibi tatlı torunlarım var benim. Turan dedeyim ben. Öğretmenine benzediğime göre, benide sevdin galiba?
__ Hee sevdim! dedi dili dışarıya uzayarak. Turan dede, torunların burda mı? Onlarla beni tanıştır olur mu? ricasında bulunuyordu.
__ Yoklar burada bebişim. Bir daki sefere inşallah gelirsen ve benimde haberim olursa söz sana getireceğim onlarıda. Annen, baban neredeler?
__ Bak taaa ordalar! Beni bekliyorlar. Bana müsade Turan dede, diyerek hızlıca uzaklaştı oradan. Turan arkasından el salladı ve annesi, babası da Aysel’in gelişine bakarlarken onlarla selamlaştı gülücükler göndererek.
Turan’ın üzerinde beyaz gömleği, ayağında siyah kumaş pantolonu vardı. Ceketini almamıştı. Elleri cebinde otel etrafında usul usul dolaşıyordu. Aklı ve yüreği Gülcan’daydı. Orman gezisi yapabilecek durumda olup olmadığını merek ediyordu. O da çocukları ile dışarıdaydılar ama görünmüyorlardı. Eğer kasabaya gitmişlerse bugün görüşmesi imkansız olabilirdi. Canı sıkılıyordu anlamsız gezintilerinde. Otelin köpeklerinden biri kuyruğunu sallayarak yanaştı Turan’a. Kendisini sevdirmek istiyordu. Turan ellerini cebinden çıkarıp çömeldi köpeğin yanına. Başını okşarken ön sağ ayağını kaldırıyor, elini vermesini isityordu. Turan ayağını tuttarken:
__ Beyaz olduğuna göre önce sana Pamuk diyeyim ve tanıştığımıza çok mutlu oldum Pamuk hanım, dedi gözlerinin içine bakarak. Pamuk bu sözlerine karşılık ayaklarının dibine yatarak ona akrobatik oyunlar sergilemeye başladı daha bir sevimleşerek.
Pamuk çok temiz bir köpekti. Tüyleri beyaz ve o beyazlıklara çamur, pislik bulaşmamıştı. Sanki ev köpeği gibiydi. İnsanlara alışkın, herkesin yanına varan ama daha çok çocuklarla oynamayı, koşmayı seven bir köpek. Ona bir merhaba demek yeterliydi. Dost olur, birlikte dolaşmak isterdi. İnsana alışkın, dayak ve işkenceden uzak yaşayan sokak hayvanlarına az bir sevgi verildimi dünyalar onlarındı. Güler yüz, bir lokma ekmek ve bir kaç yudum su mutluluklarına yeterdi.Turan, bir araştırmada İstanbul’daki köpeklerin başına gelenleri düşündü. Osmanlı devletinin nefesinin tükendiği dönemlerde her yer işgal altında. İstanbul İngiliz askerleri ile dolu, halk canından bezmiş aç ve susuz. Fakirleşen halk bırak sokak hayvanları ile ilgilenmeyi, kendisi ile bile ilgilenecek durumda değildi. İşte tam bu sırada sokak köpekleri açlığa mahkum, yiyecek bulamadıkları için sokalarda yiyecek peşinde koşarlar gece gündüz. Birbirleri ile boğuşmalarını, havlamalarını, insanlara açlıktan sandırmalarını önleyecek tetbirler alınacağı yerde İstanbul şehir idaresinin bunları toplattırıp Heybeli adaya bırakırlar. Onbinlerce köpek orada aç ve susuz bağrışmakta, ölüme bilerek sürgün edilmişler oraya. Açlıktan birbirlerini yemeğe, bağrış ve iniltiler, onların bedduaları gökkubbeyi titretmiş; gemilerle gelip geçenler bu manzaraya acılar içinde çaresiz izlemişler. Elden bir şey gelmeyince vicdan sahiplerinin kimileri ağlamış, kimileri bunları buraya, ölüm kampına bırakanlara beddualar etmişler. Rus bir yazar bile hatıratlarında bunu dile getirmiş, günlerce ağlamış hallerine. Aylar sonra o adadan ses seda kesilmiş, her taraf kemik yığınları ile dolup taşmış. Çünkü hepside ölmüş, yok olmuşlar. Onların ahı İstanbul’un şu duruma gelişi. Müslüman bir ülkede, müslümanların böyle bir vicdansızlığı nasıl yaparlar düşüncesi her köpeği gördüğünde içi sızlayarak, hatta gözleri yaşararak canlanır Turan’da. O yüzden Turan, dünlerde olan bu vicdansızlıkların günümüzde de devam etmesini hazmedemiyor, bazen insan bile diyemiyeceği vicdansızlara beddular ettiği olur. Sokak hayvanları sahipsiz ve kimsesizliği yaralar onu. Onlara elinden geldiğince yardımcı olur. Nerede bir sokak hayvanı kedi, köpek görse onlara sevgisini şevkatini belli eder. Hayırseverlerin çoğalması ister.
Tahminen üç saati geçmişti Turan’ın otel etrafında gezinip oyalanması. Gülcan ve çocuklarını hala göremedi. İçinden sızılar dışa vurmaya başlamıştı. O kadar çok üzütü içindeydi ki; nereleri adımladığının farkına varamamış, su birikintisine girerek ayakkabıları, çorapları ıslanmıştı. Bir banka oturup ayakkabılarını ve çoraplarını çıkarıp güneşe koydu. Yalınayak bankta oturuyor, nefesi daralıyordu endişesinden. ’Acaba gittiler mi? Ama gitseler bavullarını alırlardı! Yine kasabaya mı indiler?’ soruları şimşek gibi çakıyordu kafasında. Ayakkabılarının, ve çoraplarının kurmalarının bitmesini bekliyordu sıkıntı içinde. Niyeti kasabaya inmek, kasabadaki gezilecek, alışveriş yapılacak yerleri gezmekti. Gülcan’ı bulamak onu çok sevindirecekti.
Kurudu kurmadı ayakkabıları, çorapları. Ayağına takıştırıp kasabaya giden minübüs durağına gitti. Bir minübüs vardı kasabaya giden ve gelen. Henüz gelmemişti. Saat başı veya mevsime göre saatini kendisi ayarlardı şoför. Bu aralar biraz geç gidip geliyordu müşteri azlığından. Sabırla gelmesini beklemeye başladı Turan. Sevda türküleri mırıldanıyordu durakta. En sevdiği türkü ’Ela gözlüm sen bu diyardan gidersen!’ di. Hülya Süer’in sesinden dinlemeyi çok sevedi. Yanıklı sesi Turan’ın bağrını bir hançer şiddetinde delip geçerdi. Ela gözlüsü Gülcan sevdasında bu türküyü eşleştirmişti onunla. Ufkunda ela gözlüsünü görüyor ve bu türküyü içten söylüyordu. Gözleri ağlamaklı bakıyordu dağlara, gökyüzüne, kuşlara, ardıçlara...
Minübüs dizlerinde dermanı kalmamış ihtiyar gibi homurdan homurdana geliyordu. Turan gözlerini sesin geldiği tarafa çevirdi heyacanla. ’İnşallah içindedirler’ diye mırıldandı. Yanında bekleyen yaşlı bir kadın merakla Turan’ı süzerken; ’ yok bir şey teyze!’ diyebildi kısık sesle.
Minübüs durağa gelip durdu. Yolcular inerken Turan’ın gözleri arabadan çıkanları tarıyordu bir bir. Gülcan ve çocukları inmemişti henüz. Herkes ismişti ama onlar yoktu! Daha da merak ve korku bastı onu. Şoför’e yanaşıp sordu:
__ Ustacığım, sabah kasabaya müşteri götürürken şık giyimli bir bayan ve yanında da iki evladı ile kasabaya gidenlerin arasında varlar mıydı? Kasabaya bunları götürdün mü?
Soför müşterileri ile ilgilenirken cevap verdi:
__ Evet evet beyefendi. Sabah bu dediğin kişileri kasabaya götürdüm. Konuşmalarına kulak misafiri oldum. Alışveriş yapacaklarmış. Sonra da bizim buranın özel yemeklerinden yiyeceklermiş. Öyle diyorlardı. Turan bu cevaba sevinmişti. Hemen binip minübüsün ön koltuğuna kuruldu. Buradan gitmediklerine emindi. İçindeki kasvetin yerini sevgi, mutluluk dolmaya başladı. Gün daha bir güzelleşti şimdi gözlerinde...
Onbeş dakika kadar bekledi şoför arabanın dolması için. Bir kaç koltuk boş kalsada hareket etti kasabaya şoför. Yol boyunca eften püften konuştu şoförle. Genelde yöre ile ilgili, Kaz dağlarının muhteşemliğini öve öve bitiremedi Şoför. Her insan bulunduğu toprakları sevmesinden daha doğal ne olabilirdi. Vatanda öyleydi; ihanet edenler, sevenler... Vatan sevildikçe güzelleşir, gelişir, gıpta ile bakılacak yurt haline dönüşür. Ah herkes iyi bir vatan sever olabilseydi şu kutsal topraklarda; insanlar, tabiat, hayvanlar, kuşlar yok edilebilir miydi? Mutsuzluğun kol gezdiği sokaklar güvensiz olabilir miydi? Şoför yöreyi anlattıkça Tuan ’Evet, haklsın’ diye başını sallıyordu ama onun aklı Gülcan’daydı. Şoför durumu anladı ki karasevdalı biri, elini haberleri okuyan radyo kanalını değiştirdi. Mahalli bir radyoda istek hattı proğramı vardı. En içten sevda türküleri çalıyor, dinleyicilerin mesajları okunuyordu.
Şoför halden anlar ifadeyle:
__ Ne yapacağız haberleri? İçimiz kan ağlıyor. İç açıcı hiç bir haberler yok ya! Ya soygun, ya vurgun, ya ırza geçme, yangın vs... Siyaset desen, onu hiç sorma! En iyisimi içli türküler dinlemek! Hele bir insanın yüreğinde bir sevda yatıyorsa offf anam offf! diyor, hem de Turan’ın yüzüne bakıyordu.
__ Evet çok haklısınız! Aşkın yaşı, başı yok! Her yaşta aşk güzeldir! Sanki ip ucu verircesine cevap verdi! Şoför anlamıştı anlayacağını. O arada harika bir sevda türküsü isteği geldi dinleyicilerden radyoya.
’ Ahmet, uzaklarda olan aşkım için gelsin Manuş Babadan Derin derin sevdalara dalarsın!’ türküsünü isterken sesi çatallaşıyordu istek isteyen delikanlının. Proğram sunucusu Ahmet bu isteğe ’ Hay hay! Birazdan gelecek!’ Turan’ında sevdiği türkülerdendi. Çok sevdiği Gülcan için de ’bizde gelsin bu türkü’ diyebildi içinden.... Dudaklarını burktu, boynunu büktü, nefesi gelip tıkandı gırtlağına. Gülcan’a tutulmuşluğu saf, leke katılmamış bir dubduru bir aşktı ama tam anlamı ile çok az şeyler konuşabilmişti. Onun duyguları nasıldı? İçten mi, yürekten mi? Tuan’ana güvenip güvenemediğini henüz bilmiyordu Gülcan. Haklı düşüncelerle İstek türkülerinin duygusallığında dağların, tepelerin arasında çam kokularını çek çeke kasabaya, son durağa varmışlardı. Arabadan inen Turan kasabaya ilk kez geliyordu. Etrafına şöyle bir bakındı. Kalabalıkların bulunduğu tarafa doğru adımlamaya başladı. Geniş bir caddenin karşılıklı dizilmiş irili ufaklı dükkanlar vardı. Alış veriş telaşında olanlar, turistik gezi yapanlar kasabanın canlılığına renk katıyordu. Ihlamur ağaçlarının dikildiği kaldırımlar nefis kokuyordu. Bir de şu arabaların gereksiz klaksiyon çalmalarıda olmasa daha bir zevkli olacaktı caddelerde gezinmek. Caddeler Arnavut taşlarıyla döşenmiş, yüz yıl ötesine götürüyordu insanı. Kaldırımların temizliği yörenin asaletini bir kat daha yüceltiyordu. Dükkanlar pırıl pırıl, güler yüzlü, sıcak kanlı esnaflar müşterileri karşısında İstanbul beyefendisi, hanımefendisi kültürü ile yetiştirmişler kendilerini. Hürmet ve saygıda eksiklikleri yoktu. Haliyle bu küçük şirin kasabaya gelenlerde onlarla kaynaşıp daha fazla alışveriş yapıyorlardı. Bu efendi ve dürüst hizmetin karşılığı şehir kazanıyor, hanelerde neşe ve huzur eksilmiyordu kazançları iyi olduğundan. Barışın, sevginin olmadığı şehirlerde hilenin, sahtekarlığın, güvensizliğin sebebi buydu... Kasabada önce insan sevgisi ön plandaydı. Onların en büyük kazancıda buydu.
Turan, dolaştıkça yorulmuş, Gülcan’ları bulamanın üzütüsüde katlanınca neşesi gitmişti yüzünden. Acıkmıştı da... Yanından geçen bir gence kasabada yemeklerinin nefis olduğu bir lokantayı sordu. Genç ilerideki köşeyi döner denmez karşısına çıkacağı parkın yanıbaşındaki kafenin bitişiğindeki lokantanın çok iyi tanınmış, yemeklerinin enfes olduğunu dinleyince oraya yöneldi Turan. Köşeyi döndüğünde renk renk çiçekler, süs ağaçları ile donatılmış parka bakınca bir kez daha hayran oldu kasaba idarecilerine. Kuşlar, çocuklar cıvıl cıvıl, güneşin yaladığı yüzler pırıl pırıldı.
Lokantaya girer girmez yemeklerin piştiği ocağa gitti. Yemekleri gözden geçirdikten sonra lokanta görevlisine:
__ Sizin buranın özelliğine ait ne yemeğiniz veya tatlınız var beyefendi?
Lokanta görevlisi:
__ Beyim öncelikle kasabamıza ve lokantamıza hoş geldiniz!
__ Teşekkür ederim, hoşbuldum bu güzel kasabaya, diyerek gülümsedi Turan.
__ Beyim bizim buranın Keşkek’i, Höşmerimi meşhurdur. Tatmak isterseniz... Balık çeşitlerimiz var, diyerek sıraladı bütün yemek ve tatlı çeşitlerini kıvrak dille.
__ Tamam, bana Levrek, Keşkek ve Höşmerim getiriniz, dedi Turan. Özel giyimli garson önden giderek kalabalık arasından sıyrıla sıyrıla özel hazırlanmış karanfil çiçekli basayı göstererek buyur etti.
Lokanta o kadar kalabalıktı ki; özellikle dışarıdan gelenler burayı tercih ettiği belli oluyordu. İsim yapmış bir lokantayı fizanda da olsa buluyor insanlar. Tamak tadı verebilmek maharetti. Turan oturduğu yerden etrafı ilk geldiği izlenimi ile bakıyordu etrafına, tavandaki süslemelere, duvarlarda asılı Kaz dağları, kasabanın evlerinin işlendiği yağlı boya tablolarına. Tablonun birinde bir isim dikkatini çekti. Kalkıp tabloya kadar giderek yapanın ismine baktı. Özel bir tabloydu. Kaz dağları işlernmişti özenle tabloya. İsim olarak atılan imzaya dikkatlice baktı. Gültekin Özcan yazıyordu. İçten gülümsedi. Tanıdığı, değer verdiği eğitimci, yörenin ve memleketin vatansever ressamıydı. Tablosunun bu güzide lokantada yer almasını sormak için kasadaki görevli, saçları beyazlaşmış kişinin lokantanın sahibi olabilir sanı ile yanına gitti ve sordu:
__ Affedersiniz!
__ Buyurun beyim, bir isteğiniz mi var? Garsonlar ilgilenir şimdi.
__ Yok yok! Onlar ilgilendiler, sağolsunlar. Ben şu duvardaki Kaz dağları yaplı boya tablosunu nerden aldınız. Ressamı tanıyorumda, merak ettim nereden aldığınızı.
__ Ha o tablo mu? Gültekin hocamızdır onu yapan. Ara sıra buraya eşiyle gelirler ve çok değer verdiğimiz ressamımızdır. Sağolsun o da bizleri çok sever, sayar. Bir gün Balıkesir’de belediyenin hazırladığı sergisinin davetini bize vermişti. Bende oğlumla o sergiye giderek bunu beğenmiştim. Satın alarak hem hocamıza, hem medarı iftarımız hocamızın eserini müşterilerimize göstermek istedik. Beğenmenizde sevindim, derken çok mutlu hali Turan’a sarılacak gibiydi.
__ Ya ben hocamızın her tablosunu beğenirim biliyor musunuz? O çok özel bir ressamdır. İnşallah ülkemiz kıymetini bilir? dedi Turan. Biraz daha sohbet ettiler. Yemekleri gelmek üzereydi. Masaya geçerek yemeğini beklemeye başladı.
Garsonlar masayı yeşilliklerle donatmışlardı. Önce balığı getirdiler. ’Balığınızı yedikten sonra diğerleri gelecek’ diyerek gitti garson. Turan’ın yönü müşterilerin giriş yaptığı ana kapıya dönüktü. Önündeki pişirilen Levreğe baktı. Nefis görünüyordu. İyice kızartılmıştı. Turan çatalı elinden koyarak ’bu elle yenir be’ diye geçirdi içinden. Balıktan bir parça kopararak ağzına atacağı sırada lokantanın giriş kapısında Gülcan ve evlatlarının girdiğini gördü. Acayip bir hal aldı. Dondurulmuş heykel gibi kaldı elinde balık ağzına koyacağı sırada. Gülcan’da onu görür görmez bi tuhaflaştı çocuklarına belli etmeden. Göz göze öylece kaldılar bir anda! Her ikiside donup kalmıştı buzullarda kalmışçasına. Masası boştu. Üç sandalye daha vardı ve onları masaya getirmenin şaşkınlığıda eklenince şaşırdıp kaldı ne yapacağını. Ama dünyalar artık onundu!
Kendine gelir gibi oldu Turan. Garsona işaret edip yanına çağırdı. Ona ’ şu gelenleri bu masaya alırsan seni görürüm.’ diye göz kırptı. Garson bu isteği geri çevirmemeye gayret edercesine Gülcan’lara yöneldi başka bir masaya geçmemeleri için. Zaten boş yer bulmak da zordu. Turan yemeğini unutmuş, garsonu gizliden gizliye izliyordu...
Devam edecek...
Zafer Direniş
...
15 Şubat 2018 Perşembe 20:20 Akşehir
YORUMLAR
Henüz yorum yapılmamış.