- 1230 Okunma
- 2 Yorum
- 2 Beğeni
'flamin go'
Okuduğunuz yazı Günün Yazısı olarak seçilmiştir.
Kahredici rastlantı. Tabiat ananın şımarık çocuğu slogan atmaya devam ediyor. Geçen sene camları kırmıştı. Belediye otobüsü içerisindeki yolcular olarak ikindi vakti savrulup, herkesin az ötesinde duran yolcuyla sarmaş dolaş olduğu gün de dün gibi aklımda. Taş duvarlarla çevrili boş arsanın önünden geçerken nefes aldığımı hissettim. Sigarayı söndüreli çok olmamıştı, lakin hava olağandan temiz ve iç açıcıydı. Arkadaş yeni doğan evladına umut ismini koyduğu gün de sırtımı yaslayıp boşluğa, gözlerimi ileri, daha ileri, artık ne kadar ileri bakabileceksem umutla baktığımı iddia etmiş ama bunu kimselere söylememiştim. Olayların gelişmediği, arkadaşların birer ilkel avcı rolüyle çevrede dolaştığını bildiğim günlerde özgür olmanın yolunu kimseye bir şey söylememekten geçtiğini bağırmak istiyorum; işte bu da az önceki konuda dâhil. Müdahil olunca hiçbir şey değişmiyor. Kaba tabirle kavga edemem. Fikrin ve vicdanın paçavra hükmünde deney ortamına aktarıldığı, iyi niyetlerimin gün ışığının fi tarihinde kayıtlı olduğu Afrika’ya dönüş yapıyorum.
Yolda uçsuz bucaksızmış gibi gözüken yeşil araziler, bir ülkenin makûs kaderiyle eş. Buraya kadar her şey normal. İnce bir sızı kimi zaman yeşilin farklı tonlarıyla donuk ve hissiz bir ayrımı andırıyor. Toprağın üzerinde, daha doğrusu bulutların arasında her şey olduğundan farklı gözükse de, hayat insanların bir şeyler umarak çalıştığı, kazanmanın ve kaybetmenin birbirine kenetlenmiş halde var olduğu yer toprak. Kendi mezar toprağına bile sahip olamamanın verdiği ilkel hüzünleri de kendimle beraber taşıyorum. Bir farkla! Artık eskisine göre daha anlayışlı davranıyorum. Örneğin gerektiğinde, gerekmediğini düşünüyorum. Matematiğin kalbi de bu ritimle atar. Formüller aslında o kadar basittir ki, fark görüp, görememekten kaynaklanan nüanslarla ortaya çıkıyor. Yalnız kardeşim beni bu aralar üzüyor. Matematiğin bahçelerinden, edebiyat kulesine çıktığımız anlarda ‘kitaplarımı satacağım’ diye bana haber gönderiyor. Kitaplarım kavramını komik buluyorum. Dayanamayıp, Afrika dönüşünde yanılmadan ve zaman geçirmeden telefon açıyorum:’ Neden?’ İşte burada tek cevap var:’ Artık bir daha okuyacağımı sanmıyorum onları. Okuduğum vakit de bana çok şey katmadılar.’ Mantığım beni zorluyor ama işin daha acınası yanı kitapların sayısının çok az olması. ‘Satıp biraz para kazanacağım.’
‘Paraya ihtiyacın varsa ben sana vereyim ama kitap satmak da nereden çıktı?’
‘İstemiyorum onları görmek.’
İyi tarafından bakıyorum. Afrika dedikleri gibi çöllerle kaplı, ruhsuz, susuz bir memleket değil. İnsanların kalplerini el ve ayak güçleriyle beraber ortaya koyarak var oldukları toprağın üzerinde neşeli renkler görüyorum. Bir ülke var orada ve ben o ülkeyi iki gözümle hiç görmesem de, üzerinde gezinip, ellerimle çiçeklerini okşamayıp, sokaklarında gezinemeyip, havasını teneffüs edemesem de o ülkenin aşığıyım. Belki varıp gitsem, onu ne kadar sevdiğimi ona söylesem yanıtsız kalacak kalbimdeki heyecan. Bir Cezayir şarkısı uygarlığın bağrına saplanacak direnişi başlatacak ancak ben o tınıyı koruyamıyorum. Bazen dilimin ucuna kadar geldiğinde, kalbim eşzamanı kolluyor ve ‘umut’ diyorum, ‘umutlanmak böyle anlarda ne hoş!’ Denizin artık üşütmediği, kıyılarda büyük motorlu parlak yatların arasında gezinirken, arsız alaşım parçaların pürüzsüz ve parlak heybetine dönüp bakmıyorum. Bu dediklerim eskide de kalmış olabilir.
Memleket olgusunu kaybedeli belli bir an yok. Haliyle bir memleket sahiplenmesi ve bunun yanında ona göre insan seçimim de olmadı. Kuşların cıvıldadığı yerde, çekirgeler cırlıyorlar ve geceleri adlarını bilmediğim böcekleri görüyorum küçük balkonumda. Dört katlı apartmanın en üst katında ekime hazırlanan tarlalara bakıyorum. Niyetim olmuyor değil, bir gün gönüllü olarak gidip, tarla sahibine ‘size yardım edebilir miyim’ demek istiyorum ama fiziksel olarak buna hazır değilim. Bir ay öncesine göre daha iyiyim. Artık balkonda saatlerce oturup, vücudumu iyice hareketsiz de kılmıyorum. Akşamları yemek yedikten sonra dışarı çıkıp, tarlalara paralel şekilde yürüyor, ışıkların tepelerde uzandığı ilçenin yokuşuna doğru tırmanıyorum. Bazen yarım saatte sıkılıp eve döndüğüm oluyor, bazen de abartıyorum. Geçen hafta bu yürüme işini abartarak iki saat boyunca yolu takip ederek ilerlemiş, ilçe merkezini de geçip, bir başka il sınırına doğru uzayan, yer yer karanlığın sonsuzluk düşüncesini iyice anımsattığı cadde boyunca yürümüştüm. Eve geri dönerken bayır aşağı yürüdüğüm için daha rahattım ama yolun bitmesini de istemiyordum. İlçe merkezindeki manavdan üç tane portakalı poşete koyup, genç manavcıya uzattığımda garipseyerek yüzüme bakmıştı. Aslında bir tane alacakken üç tane almıştım. Neden garipseyerek yüzüme baktığını düşündüm. Bir süre bu düşüncelerle boğuştuktan sonra paltomun cebimden evin anahtarını çıkardım. Böyle zamanlarda küçük bir bıçağım olmadığı için kendime kızıyorum. Oysa hep de aklımda. Şöyle diyorum:’ İlçe merkezindeki bıçak satan dükkâna bir gün gir ve arzu ettiğin şekilde bir bıçak al.’ Hep de unutuyorum. Anahtarın ince ve biçimli ucunu portakalın baş tarafına geçirdim. Bunu parmağımla da yapabilirdim ama anahtar nedense ‘ille de ben yapacağım’ der gibi bakıyordu. Bir avucumda tuttuğum, baş tarafından delik açılmış portakalın kabuğunu soyarken, diğer iki poşetteki portakala gözüm takılmış halde kâh adım atıyor, kâh ağır şekilde nefes alıp veriyordum. Kabukları tarlalara doğru fırlatmak üzereyken, poşeti hatırladım. En iyisi durarak portakalı soymalıydım. Ayaktaydım. Durdum. Portakalın kabuklarını poşete atarak soydum. Elimle narin ve içi su dolu gövdesini iki bölüp, altı ısırıkta portakalı bitirdim. Lezzetliydi. İki portakalım kalmıştı.
Bıçaksız, çirkin ve iki portakalını buzdolabına koymuş bir adamdım. Buraya kadar her şey normaldi. Çamaşır makinesi yer yer beni korkutsa da hala çalışıyordu. Bu güzel bir haberdi. Ölüp gidenlerin arkasından mutlaka belli başlı eşyalar vardır ve merhumun sevenleri bu eşyalara ara sıra bakıp, hasret giderebilirler. O öldüğünden beri bana onu hatırlatan yegâne eşya çamaşır makinesiydi. Sanırım yedi yıl önceydi. Onun parmaklarının dokunuşlarıyla ilk kez çalışmış, o ilk kez bu makineden lavantadan kokulu çamaşırları çıkarmıştı. Onu hiç aldatmadım. Her seferinde onun sevdiği deterjanı aldım. Kimi zaman raflarda büyük indirime girmiş başka markaların gül kokulu ya da bahar kokulu deterjanları beni tahrik etseler de, her defasında aynı markanın lavanta kokulusunu eve getiriyordum. Güzel lavandula, evin her köşesine kimi zaman bir taş olarak, kimi zaman da renk olarak beni karşılıyordu. Yalnız başına yaşayan birinin evi ancak bu kadar lavanta kokabilirdi. Onun o çok sevdiğim, bana ulu bir dağın zirvesini oval halde kaplamış karları anımsatan beyaz göğüslerinin arasına doğru uzanan ametist taşını da özel bir kutuda saklıyordum. Öpmeye ya da dokunmaya dahi kıyamadığım taşa kimi zaman utanarak burnumu yaklaştırarak kokluyordum. Yıllardır bu taş öylece duruyordu ve her seferinde gözlerime ilişen nemlerin sebebi oluyordu. Siyah deri ipini o tercih etmişti. İpince, altından boynunu saran parçayı çıkarmıştı. Bir gün bileğinde gayet başarılı bir el işçiliğinin anlaşıldığı bilekliği gördüğümde, ‘onu kullandım başka bir kolyenin ucuyla birleştirdim, nasıl olmuş’ diye sorduğunda elini alıp bir süre şaşkın biçimde bakınmış, ‘çok güzel’ diyebilmiştim.
Uzakta kalmış Afrika’dan ve onun kırgın Cezayir’inden mozaiğin parçaları için yer yer anımsadığım kadarını ‘bir umut’ için tekrardan anımsadığım öyle anlar oluyor ki, duvardaki lavanta kırgın bir şekilde bakıyor. Fildişi rengi duvarlara lavanta nasıl da yakışıyor! Duvarlara baktıklarında ‘neden bu duvarlar boş’ diye sordukları oluyor. ‘Duvarlar mı boş’ diye söyleniyorum. Söylenmesem iyi! İyi olmanın türlü yolları var. Unutmak da buna dâhil. Pekâlâ, unutabilirim, zamanı insanlar hep bu amaçla kendi arzularına köle yaptıklarını sanıyorlar ama unutma gibi bir amacım yok. Hatta bir başkasının bu hatırata, çamaşır makinesine ve lavantaya dönük beni ihanet içerisine sokacağını dahi aklımdan geçirmezken, uzun zamandır bana Cezayir’deki lavanta bahçelerini anımsatacak birinin karşıma çıkacağını dahi ummazken, o gün, öğleden sonra saat ikiyi on yedi geçe onu görmüştüm. İş yerinden öğle yemeği için çıktıktan sonra ‘notere uğrayabilir misin’ diye şef sormuş, elime de bir dosya uzatıp ‘halledebilirsen iyi olur, benim işim var il merkezine gideceğim’ demişti. Dört aydır bu ilçedeydim. Gasgaslar’ın, Hitit’lerin, Paflangonyalılar’ın ve Roma’nın bile hüküm sürdüğü ilçenin on bin kişilik nüfusunun geçici bir misafiri gibi yaşıyordum. Kaldığım evin küçük balkonunu, tarlaları, yürüdüğüm yolları sevsem de, bir gün buradan gideceğim düşüncesi aklımın bir köşesindeydi. Daracık merdivenlerinin olduğu, üç katlı apartmandan iş merkezine çevrilmiş binanın ikinci katındaki notere girerken sadece elimdeki hissiz dosyanın içindeki belgelerin işlemini yapıp, hemen çıkma düşüncesindeydim. Başkâtip olduğu oturuşundan belli kadının yanına yaklaşırken garip bir dinginliğin içerisinde olduğumu fark ettim. İki kişi az ötede gözlüklü birinin oturduğu sandalyenin karşısındaki iki sandalyede oturup, gözlüklüyle bir şeyler konuşurken, başkâtip olduğu masasındaki altınsı levha üzerine kazınmış ismi ve soyadıyla aşikâr kadına yaklaşarak ‘merhaba, kolay gelsin’ dedim. ‘Buyurun’ diyeceğini beklediğim başkâtip hafif asabi şekilde ‘şuradaki arkadaşımız size yardımcı olacak, az işi var, sizinle birazdan ilgilenir’ demesiyle gerildim. Mırıldanıyordum, ‘sümsük karı’ dedim. ‘Pardon’ dedi, ‘bir şey mi dediniz?’ Alnının ortasında birikip, onu daha itici kılan derisine bakıyordum. Sinüziti olmalıydı. Sesi boğuk çıkıyordu. Burnundan et olabilirdi. Fakat bu zamana kadar böyle bir kadın o eti çoktan aldırmış olurdu. İyi para kazandığını hayal ediyordum. Pek bilgim yoktu elbette ne kadar kazandığına dair ama hayalimde çoktan her ay kazandığı paraları vadeli hesabında kontrol ettiren biri olarak oynamaya başlamıştı. Evli olmamasını umuyordum. İçimde nedense hadsiz bir kin yükü oluşmuş ve kadına karşı kötü sözler söylemek istiyordum. Tüm bunların müsebbibi şerefsiz şefti. Sevmiyordum adamı. Kimsenin gördüğü yok ama sevgisiz birine dönüştüğümü itiraf etmekte zorlanıyordum. Cinsiyet ayırmaksızın insanlardan nefret ediyor, kalbime acıyordum. Mantığım işlerin bir şekilde yürüyeceğini söylese de, kalbim duygularımın hesaplı hesapsız kötürüm varlığından dolayı zarar görüyordu.
‘Burası’ mı diye parmağımla gözlüklüyü işaret ettim. Başkâtip ‘Firdevs Köroğlu Çelik’ gergin yüzündeki iki hayat belirtisini karşısındaki monitörden çekmeyerek ‘evet, orası’ diyerek kısa kesti. Oraya doğru gitmemin bir manası yoktu. Gözlüklü hala karşısındaki iki kişiyle cebelleşiyordu. Bir şey anlatıyordu ama karşısında oturanların pek bir şey anladıkları yoktu. Bir süre ayakta onları seyrettim. ‘Akşam yine çıkıp dolaşsam mı uzun uzadıya, yoksa Ankara’ya mı gitsem iki günlüğüne’ diye düşünüyordum. Ayakta beklemeye oldum olası karşıyımdır. Bir süre sonra vücudum uyarısını yaptığından, dayanacak ya da oturacak yerler arar dururum. Oturmak istemiyordum. Dosyadaki işi bir an önce hallettirip, noterden çıkmak istiyordum. Neyse ki dayanacak bir duvar bulmuştum. Sanatın s’sinden anlamayan, acayip birinin elinden çıkmış resim tablosunun hemen yanında durdum. Çok kısa aralıktan resme bakıyordum. Ne kadar da sıkıcı bir geyik resmiydi! Resimde yalnızca geyik olsa katlanabilirdim ama illa ki bir dağ, dağın tepesinde hafif kar, gürül gürül akan mavi bir çay, haddinden fazla uzamış yeşilliğin ve çiçeklerin olması mı gerekiyordu? Pastoral anomiyi terk etmek için on dakikadan fazla duvara dayanmam gerekmişti. Gözlüklü gözlüğünü çıkarıp ‘Firdevs Hanım, vekâlet işlemindeki beyanname için vergi dairesinden getirilen evrakta eksik var ama gidemeyiz diyorlar tekrardan Ankara’ya, bir yakın tarafından vergi dairesinden bu eksik belge çıkarılabilir mi? Ben çıkarılmadığını biliyorum fakat size de sorayım’ dediğini duydum. Ses tonu yorucu değildi. Gözlüğünü çıkarınca saçlarını fark ettim. Ne acayip! Hâlbuki gözlükleri varken de saçları vardı. Orijinal dalgalı olmayan saçların uçlarındaki kızıllığı daha iyi görebiliyordum. Dipler siyahtı. İçim kararmaya yakındı. Başkâtip uzunca bir nutuk çekecekmiş gibi ayağa kalktı ve artık gözlüksüz olanın karşısındaki iki kişiye yaklaştığını gördüm. Onları ayağa kaldırıp, Ankara’ya kadar gönderecek kudrete sahipti. Öyle de yaptı. Gözlüksüze dönüp ‘böyle bir şey olduğunda bana direkt haber ver, uğraştırma bizi bunlarla, akşama daha bir sürü işimiz var’ diyerek yerine dönmeden önce başka bir odaya doğru yürüdü. Gözlüksüz olanla ilk göz göze geldiğimiz andı ve ‘buyurun, yardımcı olayım’ dediğini duyar gibi oldum. ‘Tabi’ diyerek yaklaştım. Mırıldanıyordum ‘perhaps, perhaps’ diye. Doris Day’in sesi kulağımı bir anda dolduruyor gibiydi. Bu şarkıyı ciddiyetten uzak söyleyen, sanki eğlenceli bir şarkıymış gibi söyleyenlere yazlık mekânların küçük barlarından aşinaydım ama öylelerinden nefret ediyordum.
Gözlüksüz bir hoştu. Dosyayı ona uzattığımda gözlerimi kısıyordum. Ortamdan bunaldığım ve bir sigara arasına çıkmam gerekliliğini hissediyordum. Aslında günlerce tek dal içmeden yaşayabilen bir insanım ama içmeye başladığımda tek bir dal sonrası paketler geliyor. Dudakları bir acayipti. Gözlerim ara sıra zum yaptığında, ilgi çekici detaylara ulaşabiliyor. Bana her şey onu hatırlatırdı. Dönmeyeceğim Afrika’da, Cezayir lavanta bahçeleri de onun hatırasıydı. Dudaklarının aslında çok da ilgi çekici yanı yoktu. İçimden onunla konuşuyordum. Konuşmasam delirebilirdim. Bir sigara içmeliydim. Tek bir dal. Dumanlarını görmeliydim. Başka türlü gözlüksüzün dudaklarını unutamazdım. Bunu uzun zamandır dokunulmamış bir dudağım olduğu için söylemiyorum. Neden gözlüğünü çıkarmıştı ki? Bunun için ona kızgındım. Saçlarının arasında birkaç tel beyazdı. İstediği kadar boyasın, ben görebiliyorum. ‘I could live in nostalgia.’
Kapıyı açıp içeri girmiştim. Onun dudaklarını bu kadar geç gördüğüm için de kendime kızgınım. Her türlü kızgın biriyim. Hayır, şehvetli, dörtnala ayağa kalkmış bir budala değilim. Yüzündeki benleri saymaya başladım. Benim gibi sağ yanağında bir beni var. Uzaktan fark edilebilecek yalnızca dudağının sol üst köşesinde duran ve diğerlerini şimdi rahatça görebiliyorum. İsmini de biliyorum:’ Irmak Akar.’ Nereye akıyor şu dikkatli bakışları? Kiminle yaşıyor? Nasıl bir hayatı var? Kimlerden? Bana ne kimlerden olduğu! Kütük memuru muyum? Basit, düzden de düz kaldırım memuruyum. Kaldırım yapamayan kaldırım memuru. Biri beni oturduğum sandalyeden kaldırmazsa, acayip saçmalamaya devam edeceğim.
‘İrem sizin dairede çalışıyor değil mi?’ Hafif gülümsüyor muydu, bana mı öyle geliyordu? Uzun zamandır bir başkasının normal gülüşünü farklı bir yere çekmedim. Onunkini de çekmiyorum ama güzel gülüyor. Geniş alnına, benlerine, iriceymişçesine duran yüzüne ve dalgamsı saçlarına bakıyorum. Dalgalı mı olacaktı? Dalgamsı geliyor. Dalga geçiyorum. ‘İrem… Şey, İrem, tamam, üst katta bizim evet.’ Ne saçma konuşuyorum! Heyecan yapıyorum yok yere, bir şey varmış gibi hem de! Anlayacak. Bir kadın bir erkeğin kendisinden hoşlandığını anladığı an işler değişir. Yine beğenmeli ama efendi erkek pozuyla, onun içine düşecekmiş hissine kalmadan beğenmeli. İzmir’de duymuştum birinden. Ödemişli biriydi. Şunu demişti aynen:’ Devir öyle değişti ki, efendiyi efendi efendi sikiyorlar.’ Ne ayıp ama! İnsan insanı siker mi hiç? Sevmeli, herkes herkesi sevmeli. Kim sikiyorsa ayıp ediyor. ‘Görürseniz selamımı iletin. Uzun zamandır göremiyorum kendisini. İlkokulu beraber okuduk İrem’le.’ Küçücük ilçede, iki yüz metre arayla olan binalarda çalışanlar bile birbirini uzun zamandır göremiyorsa ne demeli! ‘Tabi’ dedim ve sustum. İsmini söylemedi. Nasıl selam söyleyeceğim İrem’e? ‘İrem hanım merhaba. Size noterdeki gözlüklü gözlüksüz olan şey selam yolladı.’ Biliyorum, anladı, her şeyi anladı. Ona nasıl baktığımı anlamasa hiç böyle selam söylememi ister mi? İsmini aklıma kazıdığını su gibi biliyor. Akıyor işte, su gibi akıyor içimde. Düşüncelerimin sarmaşıklarında saklanacak bir su değil, tüm parçaları ıslatmak isteyen bir hisle, bu duygulanımı o an daha fazla açamazdım. ‘Ben bunu Kâtip hanıma imzalatıp geleyim’ dediğini duymuş olmalıyım. Kalkışını, boyunu, yürüyüşünü, pantolonunu, ayakkabısını görmüş olmalıyım. ‘Teşekkür edip’ çıkmış olmalıyım ki, artık bir sigara içebiliyordum. Nefes nefese.
‘Silence in …’ ve aklım bu sözün devamından farksız halde her yerdeyim. Uygarlık akçem, Cezayir lavantam, spesifik karabaş otum, benli limon dilimim, sarımtırak bardak izi bırakmış balkon masam ve uçsuz bucaksız karanlık denizim. Cuma günü akşam dışarı çıktım ve diğer iki gün balkonda geçirdim sayılabilir. Buraya geldiğimde yanıma hiç kitap getirmemiştim. Şu an on sekiz tane kitabım var ve çok nadir okuyorum. Uzun uzadıya karanlığa bakışlarım ve bilgisayarda izlediğim Amerikan dizileri zamanı tüketmemde yardımcı oluyorlar. Yetiyorum. İlerisi diye burada veya başka bir yerde bir şey yok. Çok oturmaktan sağ kalçam ve sırtımın yine sağ tarafı tutuluyor. Balkonun küçüklüğüne uygun küçük bir yatak bulmalıyım. Tekli koltuk ne kadar rahat olsa da, küçük de olsa bir yataktan iyi olamaz. İlçe merkezine bunun için gidebilirdim ama hafta sonumu evde geçirdim. Juan Cebrian’ın bir kitabı ellerimde büyüyordu. Kitap hacimsizdi ama bitiremiyordum. Bir sayfa okuyor, iki on dakika onu düşünüyordum. Pazar günü ‘onun da herhalde bir sosyal medya hesabı vardır’ diye düşünmüş olmam çok geç bir akıl yanıtıydı. Gerçekten de bir sosyal medya hesabı vardı ve profil fotoğrafını görebiliyordum. Ona bakıyordum. Pazar günü dört yüz seksen iki defa bakmış olabilirim. Dakikaları nasıl saydığımıza, yemek molasına, yatakta geçen her saniyeye göre bu sayı değişebilirdi.
Ankara’ya kendi imkânlarımla gidemesem de, dairede bir yolunu bulup, beni göndermeyi becermişlerdi. Salı günü sabah erkenden Bakanlığa gidecek, gerekli belgeleri gösterip, imzalatıp, onayın ardından oradan da malzemelerin yükleneceği depoya gidip, akşama kamyonla ilçeye dönecektim. Teknoloji çağında resmen kağnı ile yol alıyorduk. Şef’e ‘neden bu işleri böyle yapıyoruz, ıslak imza bu kadar önemli mi, çok saçma’ demişliğimde vardır. Yanıt olarak da gevrek ağzıyla‘büyüklerimiz böyle istiyorsa bir şey diyemeyiz’ tarzı bir şey demişti. Bu arada kamyona dolacak malzemeleri ben de taşıyacaktım. Bir tarafta gömlek ve kumaş pantolon, diğer taraftaysa kamyona yük taşıdığım anın komik fotoğrafı. Tüm bunlara karşın daha komiği iki dallı ve çiçekli orkide kucağımda, şoförün yanında oturup ilçeye döndüğüm haldi. Yalnızca ismini ve işini bildiğim birine çiçek verecektim. Aslında bu çiçek değildi. Orkideydi. Orkide başka bir şeydir. Ona çiçek denmez. O kendince tabiatı olan bir varlıktır ve çiçek olsa bile çiçek değildir. Kamyonun içindeki malzemeleri akşam depoya boşaltırken, güzel olan bir sonraki gün, yani Çarşamba günü işe gitmiyor oluşumdu. Kucağımda orkideyle eve geçte olsa dönüyordum. Yorgundum ama uykum gelmiyordu. Balkon kapısını açıp perdeyi balkonla oda arasındaki boşluğa doğru çekiştirdim. Lavantalara ve Afrika’ma ihanet ediyormuşum gibi geliyordu. Sigara dumanı kısmen de olsa odaya giriyordu. Evet, itiraf ediyorum: Bu yaptığım Afrika’ya, Cezayir bahçelerine, lavantaya ve ona ihanetti.
Çarşamba öğlene doğru uyanmıştım. Akşam iş çıkışı onu bekleyecek ve orkideyi ona verecektim. Planım basitti. Güzel bir kahvaltıyı geçte olsa yapmış, demlediğim çayı iki saat boyunca Juan Cebrian’ın kitabıyla beraber içmiştim. Kendime itiraf etmek zorundaydım. Ondan sonra bir başkası olacak mıydı? Bunu yapabilir miydim? Böyle bir şey ona karşı ihanet olmayacak mıydı? Neden mi? Çünkü hala kalbim onu düşündüğü zaman ritmini değiştiriyor ve soluksuz kaldığım anlar oluyordu. Nasıl olur da o varken, bir başkasına ilgi duyabilirdim ki? Deli olabilirim, evet, öldüğünü biliyorum. Hem de herkesten çok iyi bilsem de öldüğünü, bu ölümünü kabullenememek değil, onu üzeceğimden korkuyor, o değil de bir başkasını hayatımda bulundurmaktan, lavantaları bir başkasının duyumsamasından ya da lavantalardan nefret edip de, benim tüm hayatımı değiştirmesinde de korkuyordum. Korkuyordum delicesine. Afrikasızlıktan. Cezayir bahçelerini bir daha göremeyeceğim endişesi taşıyordum. Saat dört buçuk gibi noter binasının karşısında, kucağımda üzerine siyah battal boy çöp poşeti geçirdiğim orkideyle onu bekliyordum. Emelim onu az da olsa takip etmek ve kuytu bir yerde orkideyi ona vermekti. Saat altıya kadar bekleyeceğimi, iş yerinden arkadaşların beni o halde görüp, yanımda, kaldırımda duranın ne olduğunu soracaklarını ummuyordum, fakat beklemediğim çok şey oldu. İrem’i de gördüm. Selamımı iletince, cıvık cıvık ‘ah bir gün Irmak’la buluşayım ya, çok sağol ya, iyi hatırlattın’ demesine de katlandım. Nihayet altıyı yedi geçe kapıdan çıkarken onu gördüm. Siyah, dizlerine kadar uzayan kabanı ve gözlüksüz haliyle bir başka gelmişti. Beni görmesi için etrafına dikkatlice bakması gerekirdi ki, hızla uzaklaşıyordu. Etrafıyla vakit geçirmeye niyeti yoktu. Eve bir an önce gidip dinlenmek isteyen halini takip ettim. İlçe Emniyet binasına doğru yürüdüğünü anlayınca orkideyi vermekten vazgeçtim. Yoksa beni mi şikâyet etmeye gidiyor diye saçma düşüncelere tam dalacaktım ki, Emniyet binasının karşısındaki açık otoparka doğru yürüdü. Arabası olduğunu bu vasıtayla anlamıştım. Bir an için kendi halime güldüm. Gerçekten de komiktim. Çöp poşetini üzerine geçirmiş halde orkideyi kucaklamıştım. Acele etmeliydim. Tam arabanın şoför koltuğunu açmak üzereyken ‘Irmak Hanım bakar mısınız’ diye seslendim. Tıknefes, komik ve biraz da şeyimsi bir halde karşısındaydım. Şeyimsi evet, şeyimsi ve o bana şaşkın bir yüz ifadesiyle bakıyordu. ‘A, siz miydiniz’ dedi, ‘merhaba, nasılsınız iyi misiniz’ diye sordu ve beni büyük bir külfetten kurtarmıştı. ‘İyiyim’ dedim. Duraksadım. Sustum. Tekrar konuşmak istedim. Yine sustum. Sanırım ‘siz nasılsınız’ demem gerekliydi. ‘Bu arada’ dedi, ‘İrem az önce mesaj attı, sanırım selamımı iletmişsiniz. Teşekkür ederim.’ Gözlerimi kısarak içimden söylenmeye başladım:’ Ne yani, birbirinizin telefonu vardı da, neden peki telefonlaşmıyordunuz ki?’ Aracı mal ben mi oldum? Ne kadar durduğumu bilmiyorum. On saniyede olabilir, on dakikada ama hiçbir şey söylemeden ona bakıyordum. Aklım olağanüstü bir zaman aralığındaydı. Hızla çalışmalar yapıyor, kesin ve kati şekilde uygulanması şart kararlar almak istencindeydi. Yorulmuştum. Orkide yavru bir kedi kadar ağır olabilirdi. Belki biraz daha ağır. Önemi var mı? Ben susup, karşımdakini gerçekten sevip sevemeyeceğimin kavgasındayken, o avucunda tuttuğu anahtarlığı sallıyordu. Sonunda sessizliğimi yerel bir ağızla yırtan o oluyordu:’ İyi misiniz?’
‘Ben mi?’
‘Evet, siz, iyi misiniz diye soruyorum. Biraz hasta gibi duruyorsunuz.’
‘Yok, iyiyim. Hasta da değilim.’
‘Peki, o zaman ben gideyim. İyi akşamlar.’
‘Şey…’
‘Efendim?’
‘Size bir şey vermek istiyordum ama.’
‘Bana mı? Pardon, anlamadım. Dosya mı vereceksiniz? İnanın hiç halim yok. Yarın notere gelin, orada bakalım.’
‘Yok, ne dosyası, dosya demedim ki!’
‘Bir şey göstermek istiyordum demediniz mi?’
‘Ah hayır, hayır tabi ki, vermek dedim. Bir şey vereceğim size ama nasıl vereceğim ve verirken ne diyeceğim inanın bilmiyorum.’
‘Bu elinizdeki nedir ayıptır sorması?’
‘Bu mu?’
‘Evet, çok garip duruyor.’
‘Bunu verecektim size ama nasıl vereceğimi bilmiyorum.’
‘Kusura bakmazsanız bir şey diyeceğim. Gerçekten yorgunum. Başım çatlıyor. Bir an önce evime dönmek istiyorum.
O anda artık beklememin manası olmadığını düşünerek poşeti aşağıdan yukarı doğru çekiştirmeye başladım. Poşet alttan açılmasın diye düğüm attığım için poşeti açamıyordum. ‘Bir saniye’ dedim, ‘sizi daha fazla yormayacağım.’ Poşetli orkideyi arabasının bagajı üzerine koydum. Cebimden anahtarı çıkarıp, poşetin boşluğu örten yüzeyinden deldin. Alttan düğümü çözmek zor geliyordu. Oysa evde bu düğümü atarken nasıl da rahattım! Poşeti orkideye geçirirken, orkide bacaklarımın üzerinde duruyordu. Kanepeye oturmuştum. Bacaklarımın altından uzanarak poşete düğüm atmıştım. İlk dal ortaya çıkınca anlamış olmalıydı. ‘İnanmıyorum’ dediğini duydum. Poşetten tamamen soyunan orkideyi kucağıma alıp ona doğru uzattım. İnanmıyorum deyişini garipsemiştim.
‘Neye inanmadınız ki?’
‘Ya siz… Bunu bana mı aldınız? Neden yani, anlamadım, kafam karıştı gerçekten şu anda.’
‘Sizi rahatsız etmişsen kusura bakmayın.’
‘Yok, gerçekten sevindim ama ben bunu kabul edemem.’
‘Neden?’
‘Yani bilemiyorum, bana şimdi… Ne kadar narin ve güzel!’
‘Ben çiçekten pek anlamam. Yani bende kalacağına siz de kalsın daha iyi!’
Yüzüme bakıyor, arada gözlerini kaçırıp orkideye doğru gülümsüyordu. ‘Ben’ dedi, ‘anlamadım neden bana bunu verdiğinizi ama gerçekten güzel. Almazsam üzülür müsünüz?’ Bu iş iyice sıkıcı olmaya başlamıştı. Artık tali yoldan ana caddeye sapmalıydım.
‘Sizi ilk kez geçen hafta çalıştığınız yerde gördüm. Bilmiyorum, sanırım hoşuma gittiniz. Ankara’ya gitmiştim dün ve orada aklıma siz geldiniz. Bir çiçek alıp, size vermek istedim. Nasıl karşılayacağınızı da bilmiyordum. Yani sizi de tanımıyorum. Belki son kez birbirimizi gördüğümüz an, bu andır. Kusura bakmayın gerçekten ama en azından bu orkideyi bir arkadaş hediyesi olarak almanızı istiyorum.’
Durdu. Artık orkideye bakmıyor, direkt gözlerime bakıyordu. Orkide kucağındaydı ve ben ‘birbirlerine ne kadar da benziyorlar’ diye düşünüyordum. ‘Teşekkür ederim’ dedi. Gülümsedim. Bir çiçek mevzusunun bu kadar uzamasından sıkılmıştım. Evet, çabuk sıkılan biriyim. Kendimle baş başa olduğumda bu sorun teşkil etmese de, bir başkasının yanında hemen sıkılmaya başlayınca rahatsız edici olmaya başlıyordum. ‘A, şey’ dedi ve sustu. Siyah, battal boy çöp poşeti avuçlarım arasında sıkışabildiği kadar sıkışmış top haliyle duruyordu. ‘Evinize bırakayım sizi de isterseniz.’ Bunu ‘tamam, sizi ben de hemen beğendim demiyorum ama bir fırsat veriyorum’ ayrıntısı olarak görerek arabaya bindim. Orkide arka koltukta devrilmeden duracağından şüpheliydim. Oturduğum apartmanın nerede olduğunu söyledim.
-İyi kullanıyorsunuz?
-Evet, ama babam buna bir türlü inanmadı.
-Neden?
-Her ne kadar beni bazen erkek çocuğu gibi görse de, tipten kaybediyorum sanırım. Kız olduğum için her zaman çekincesi var. (Bu saçma espriye benim gülmekten başka çarem yoktu)
-Ha ha, iyiymiş.
-Ne zamandır buradasınız sen? (Buna içten gülmüştüm)
-Sanırım sen de benim gibi alışık değilsin.
-Bu iyi geldi şimdi. Evet, sizli senli karışıyor.
-İyi gelen neydi?
-Sen demek işte, siz yoruyor. Sizli bizli, iş yerinde bile alışık değilim.
-Ama işiniz bunu gerektiriyor fazlasıyla.
-Ben de seni ilk defa gördüm. Yani iş yerine geldiğin günü diyorum Ne kadar oldu buraya düşeli?
-Allah kurtarsın gibi oldu bu da!
-Ahahaha, o kadar mı kötü bizim ilçe?
-Ben sevdim aslında. İnsanları eh, idare eder. Şu dağı seviyorum ben daha çok.
-Dağ mı? Neden?
-Çıkmak istiyorum. Dört ay önce ilk geldiğim gün dedim ki kendi kendime, bu dağın tepesine çıkacağım bir gün inşallah. Bahar gelsin düşünüyorum.
-Ben bile bu yaşıma kadar çıkmadım daha. Ne işiniz var sahi Allah’ın dağında?
Verdiğim adrese gelmiştik, yani kaldığım dairenin olduğu binanın önüne. ‘Çiçek için gerçekten teşekkür ediyorum. Beni şaşırttınız, ay şaşırttın.’ Daha fazla yanında duramazdım ve son atışı yapmak zorundaydım.
-Telefon numaranı istesem küstahlık yapmış olur muyum?
-Hım, düşünmem lazım sanırım.
-Peki, siz bilirsiniz. O zaman size iyi akşamlar diliyorum. Kendinize iyi bakın.
Yüzüme bakıyordu. Ne diyeceğini düşünüyordu ama tam olarak karar veremiyordu. ‘Ya ben bir şey demek istiyorum. Yani yanlış anlamazsın umarım. Ben pek sevmiyorum bu tür çiçektir, hediyedir işlerini. Sahici gelmiyor. Sakın yanlış anlama, sadece bilmeni istedim. Açıktan, düz bir şekilde aslında konuşmaktan hoşlanıyorum. Bu arada telefon numaranı alabilir miyim?’ Elim tam da kapıyı açmak üzereydi. Yüzüne baktım ve gülümseyerek telefon numarasını rakamladım. Arabayı tekrar çalıştırdığında elimi hafifçe kaldırıp salladım. Bu yaptıklarım bana şuursuzca geliyordu. Ondan sonra ilk defa birini hayatıma sokma çabasındaydım ve şaşkındım. Daireme çıktığımda hemen balkonun kapısını açtım. Tekli koltuğu balkon demirine doğru ittim ve oturdum. Zorla nefes alıyordum. Sebebi, hızla merdivenleri çıktığım ve hemen ardından sigara yaktığım içindi.
Saat yedi civarı kanepeye uzandığımda, kendimi yorgun hissediyordum. Bu yorgunluğum fiziksel bir yorgunluk ya da uykusuzluktan kaynaklanmıyordu. Moral olarak çökmüştüm. Hayatımda uzun süredir biri olmadan yaşıyordum. Onun ölümünden sonra iyice kendi başıma yaşamaya alışmıştım. İlla ki birinin olması, biriyle hayatımı paylaşmam gerekmiyordu. Bu bir kandırmaca da olabilirdi ama buna inanarak uzun süredir yalnızdım. Plansızlıklar ve karmaşa içerisinde kaosa benzer bir planlı yıkımı yaşıyordum. Bu yıkımın sonlanacağı nokta önemsizdi. Belki hiç bitmeyecekti. Ne fark ederdi ki? Onunla yaptığım planlar ya da kurduğumuz hayaller nerede şimdi? Oysa nasıl da inançlı bir halde planlar kuruyorduk. Hayatında bir planı olacağını çok sonraları anlamıştım. Geç kalmıştım. Sevmiştim. Hayatımı paylaşmıştım. Belki beni terk edip, bir başkasını sevmeye başlasa, bu kadar içime kapanmayabilirdim. Bilirdim ki, en azından bir şeyler yaşadığım insan artık bana ilgi duymuyor ve başka türlü yaşamak istiyor. Her ne kadar sevgi bazı aksaklıkların üzerini örtse de, gerçekmiş gibi düşündüğümüz tercihlerin önünde sevginin bile duracak mecali kalmayabiliyordu.
Saat gece yarısını geçmişti ve telefonumun çağrı sesi geliyordu. Bu vakitlerde eskiden olsa ‘arkadaşlardan biri arıyor’ diye düşünebilirdim. Çoğuyla bağlantıyı kopardığım için o düşüncemi bile unutmuştum. Telefonun ekranında bir telefon numarası belirmişti. Çağrıyı yanıtladığımda kendi sesimden korkmuştum.
-Buyurun, kimsiniz?
-Uyuyor muydun? Uyandırdıysam kusura bakma.
-Yok, uyumuyorum. Pardon, kimsiniz?
-Irmak ben. Unuttun mu?
Irmak deyince kendime gelmiştim. Numarayı ona verdiğimi dahi unutmuştum. Aradan yıllar geçmiş gibiydi ve o altı saat geçmeden aramıştı.
-Aradın demek. Ben aramazsın diye düşünmüştüm.
-Neden öyle düşündünüz ki?
-Bilmem efendim, belki sevgiliniz izin vermemiştir. Babanız çiçeği görüp kızmıştır. Bilemiyorum.
-Yok yok, sıkıntı yok. Ama konuşmak istemiyorsanız kapatabilirim.
-Sabah sekizde değil mi senin iş? Uyuyacak mısın?
-Hayır, uykum gelmiyor.
-Şu kulaklığı alayım da rahat rahat konuşalım. Dakikan yoksa ben arayabilirim.
-Yok, sıkıntı yok. Bekliyorum.
-Neyi bekliyorsun?
-Kulaklığı almanı.
-Kulaklığı ağzımla mı alıyorum niye?
-Ha ha.
-Güldün.
-Evet, güldüm.
-Gülebiliyorsun yani?
-Şaka mısın sen ya?
-Yok, güzel saçları olan, güzel bakan birinden hoşlanıyorum sanırım.
.
Neredeyse üç hafta geçmişti. Orkide artık Irmak’ın işyerindeki masada duruyordu. En büyük talihsizliğimiz küçük bir ilçede yaşamamızdı. Dışarıda buluşup bir yerde oturamıyorduk. Irmak ‘sağda solda konuşmasınlar, arkamızdan atıp tutmasınlar’ diyordu. Çoğu kadın gibi garanticilik meselesini devreye sokuyordu. Eğer kendisiyle ciddi bir yola girersek, o zaman rahatlayabilirdi. Gece uyumadan önce telefonda konuşuyorduk. Bazı geceler hafiften horlayarak uyumasını dinliyordum. Kıyas yapıyordum. O horluyor muydu? Bir keresinde çok yorulmuştu. Akşam eve geldiğinde duş alıp hemen kendini yatağa bırakmıştı. O akşam ilk defa horladığını duymuştum. Yine de benim kadar horlamıyordu. Şimdiyse Irmak’ı dinliyordum. Bazen beş saniye geçmeden hemen kapatırken, bazen de bir iki dakika boyunca horlayışını dinliyordum. Sabahta ‘gece iyi horladın’ diye mesaj attığımda ‘pislik yapma ne olur, ben horlamam tamam mı’ diye cevap yazıyordu. Değişik bir iletişim bağı kurmuştuk. Irmak doğaldı. Her ne kadar öyle olmadığını bilsem de, hesapsız bir şekilde, ağzına geldiğini söylüyordu. Biliyordum ki, onun da kafasının bir yerinde kurduğu planlar vardı. O planların olasılığını düşündüğü anlar mutlaka oluyordu. Bana söylemese de bunları biliyordum. Ta ki o gün gelene kadar. Köprünün ayağını görebiliyordum.
…
‘Baboş ya, özledim la ben de seni.’ Tam Ramazan’la sarılırken hapşırmak üzereydim. Kendimi geri çektim ve sesli bir şekilde hapşırdım. Avucumun içi iltihaplı balgam dolmuştu. Hastaydım. Hastalığım tam da kurs zamanına denk gelmişti. Üç gündür kurs alıyorduk. Toplam on gün sürecek kurs için Ankara’ya gelmiştim. Bakanlık bu kurslar içinde önceden adamakıllı harcama gideri verirken, şimdilerde kalınan otelin bile harcama giderinin anca üçte ikisini karşılıyordu. Ankara’da yaşayan arkadaşlarıma kursa geldiğimi söylememekle iyi yapmıştım. Kaldığım otelin gecelik fiyatı ciddi anlamda cüziydi. Bir de dokuz gün kalacağımı söylediğim içinde ayrı bir indirime tabiydim. Öyle ki, döndüğümde gidip otel faturasını iş yerine vermekten bile vazgeçmiştim. Ramazan’la devre sayılıyorduk. Aynı gün işe başlamıştık. Beraber bir yıl çalıştıktan sonra o Adana’ya becayiş yaptırmıştı. Onun ölümünü öğrendiği zaman da telefon açmıştı. Çok üzüldüğünü anımsıyorum. Onu ne kadar çok sevdiğimi bilen birkaç kişiden biriydi. Bir akşam geç saatlere kadar okey oynamıştık. Diğer iki arkadaş yanımızdan ayrıldıktan sonra ikimiz gecenin geç saatlerinde Kadıköy sokaklarında dolaşırken Ramazan’a onu anlatmıştım. O gece de ‘baboş, gözlerinden belli la senin, çok seviyon bak onu, evlen, inşallah mutlu olursun’ demişti.
O gün kurs çıkışı Ramazan ‘gel beraber yiyelim akşam yemeğini, ısmarlayayım ikimize’ dedi. ‘Tatlılar da senden ama ha’ diye de ekledi. Yemekten sonra tatlı yiyecek bir yer ararken ‘ya siktir et tatlıyı baboş, sen bana bir bira ısmarla yeter’ dedi. ‘Sakin bir yere gidelim o zaman’ dedim. ‘Nereye istersen’ diyerek yanıt verdi ve dediğim sakin yere doğru yürümeye başladık. İçeri girdiğimizde ‘bura ne biçim yer, korkutucu baboş burası’ dese de, üst kata çıkıp, balkonun en sağ köşesindeki masaya oturduğumuzda ‘bak bura ne güzelmiş, tüm sokağı görüyor, millete yukarıdan bakıyorsun’ diyerek gülümsedi. Yukarı çıkarken siparişi genç garsona vermiştim. Çok geçmeden sürahi gibi tepside duran Ramazan’ın birası geliyordu. Az ötede boş bardak duruyordu. Küçük tabağın üzerindeki lokumlara görünce Ramazan ‘aha tatlıyı es geçmemişsin, helal sana bro’ dedikten sonra genç garsonun tepsiyi tutmayan diğer elindeki şişeyi gördü. ‘Şarap mı o’ dedi. ‘Aynen’ dedim. ‘Ulan baboş, alem adamsın, ben de ne sipariş verdi de, öyle uzun uzun konuştun diye merak ediyordum aşağıda’ dedi. Bir süre hiçbir şey konuşmadan susarak aşağıda gelip geçen insanlara baktık. ‘Ramazan’ dedim ve duraksadım. Şarap berbat ötesiydi ve adamın dediği gibi birkaç yıllık bile olamazdı. Boşuna bir sürü para verecektim. ‘Ben şansımı deneyeceğim. Şu sürgün işini bitirecek tek şey becayiş olur, değil mi’ diye sordum. ‘Hayırdır’ dedi dudaklarını elinin tersiyle silerken. Lokum ciddi anlamda tazeydi. ‘Bu arada lokum manyak bro. Ne oldu ki?’ derken gözlerimin içindeydi. ‘Ben’ dedim, duraksadım. ‘Yaklaşık bir buçuk ay önce birine açıldım.’ Gözlerini fal taşı gibi açarak beni dinliyordu. ‘Ondan sonra her şey bombok oldu. Kendimi aradım bir süre. Yanlış bir şey yapmamak için de didindim durdum. Sekiz ay önce müdürün yanına çıktım. Geçenlerde duydum ki emekli olmuş, hani bizim İlyas müdür. Anlattım kısaca ve beni çok uzak bir yere tayin göndermesi için ricada bulundum. Elinden pek bir şey gelmeyeceğini güzel dille anlattı ama ben ısrar ettim. Neyse, sonra şimdi bulunduğum ilçenin kaymakamını hatırladı. Kaymakamın babası bunun çok yakından tanıdığıymış. Bizim ihtiyar İlyas ‘dur’ dedi bana, ‘eğer yapabilirse ancak o yapar’ ve gerçekten de dediği gibi yaptı. Hatta Kaymakam’a İstanbul’dan gelirken hediye bile götürdüm. Konu bu değil elbette. Ondan sonra ilk defa birine ilgi duyar gibi oldum. Sustum ve ne diyeceğini merak eder halde şişeye sarıldım.
-Baboş, senin ne kadar üzüldüğünü biliyorum. Ama kendine haksızlık etme. Önünde daha koca hayat var. Yalnız başına nereye kadar!
-Haklısın Ramazan ama bilmiyorum.
-Ne oldu peki, sarmadı mı kız seni?
-Sorun sarıp sarmaması değil. Bobin görse hatta der ki; ‘ben bobinliğimle bobinim arkadaş, sen nasıl bu kadar kısa zamanda bana benzedin.’
‘Değişik değişik konuşma baboş, ne oldu yani?
--Bak anlatayım. Bununla bir şekilde tanıştım. Sonra her gece telefonlaştık neredeyse. Küçük yer, öyle rahatça dolaşacak imkânımız yoktu yan yana. Bunu bir gün benim eve çağırdım. Onu hatırlıyorsun, demiştim, lavanta hayranıydı.
-He, hatırlıyorum bro.
-Benim ev işte lavantayla dolu. Ondan kalan hatıralar gibi düşün. Bana hep onu hatırlatıyor. Neyse bu geldi Ramazan evime bir akşam. Güzelce yemek hazırladım. Bir güzel yemeğimizi yedik. Çay yapmıştım. Çay içtik birkaç bardak. O gece kendimi gerçekten zorladım. Evet, tam anlamıyla böyle denir Ramazan; zorladım bir şeyleri sürekli ve içten hissetmek için.
-E, ne oldu bro? (Boş bardağı işaret ediyordum. Şarap içmek istemiyordu. Eskiden de Ramazan’ın işkembe şiştiği zaman nefes alışverişleri değişirdi)
-Çay faslı bittikten sonra televizyonu açtım. Kanepede oturuyorduk. Bir şey ister misin diye sordum ona. Başını sallayıp yok derken yüzüne baktım. Çirkin miydi? Yok dedim kendi kendime. Çirkin hem kime denir ki? Ona bakılırsa ben gerçekten çirkin bir insanım. Yüzüme bakılmayacak şekilde, iğrenç bir canlıyım.
-Yapma şunu baboş, güzelim bro güzeliz. E, yengeyi şey ettin mi? (Kime anlatsam sonuçta yaşadıklarımın bu kısmını merak edeceklerini biliyordum)
-Bir süre sonra dayanılması güç bir baş ağrısı hissettim. Altından gerçekten kalkılması güç başağrıları olur ya, o cinste bir baş ağrısı. Neyse, ona döndüm ve dedim ki ben hap alacağım başım için. Sen de bir şey istiyor musun? ’Yok’ dedi ve usulca kanepede oturmasına devam etti. Hapı yutup geri döndüğümde onu başka bir gözle süzdüğümü hissettim. Amacını kendi içinde taşıyan hareketler ya da duygulanımlar olur ya, öyleydim kısacası. Vücudu hakkında bilinmeyenler vardı ama dışarıdan baktığımda net bir şekilde propaganda yapan zihnim ’flamingo, flamingo’ diye bağırıyordu. Belgesellerde izlediğim zaman hep başlarını, vücudunu kaplayan tüylerini okşama arzusu hissettiğim kuş karşımda diyordum. Kuşlar ürkek olurlar. Onlara sakince yaklaşmalı ve avuçlarında hep yem taşıyormuş havası katmalı. Ancak yemim acı bir deneyim, hüzünlü akşamlar ve sonu gelmez gece kabusları taşıyordu. Böyle bir yemi kim kabul edebilir? İşte o zaman insan şöyle düşünüyor, ben de böyle düşündüğüm için diyorum: ’Rol yapabilirsin.’ Bunu dile getirmek, dölün varoluş endişesini taşımak zorunda kalsan bile.
-O zaman rol yaptın öyle mi bro?
-Tam olarak öyle mi söylenir bilemedim ama kısacası rol denebilir, evet. Yanına gittim. Güzel bulduğumu bildiği saçlarına dokundum. Ne kadar garip değil mi? Altı üstü saç işte. Kıllarından biri yemeğe düşse tüm gün boyunca midesi bulanacak kapasiteye sahip olan ben, saçlarını okşuyordum. Ağladığı ya da sabah uyandığında iyice tipsizleşen yüzünü öpmeye hazırlanıyordum. Ellerini bir mahkûm gibi önünde birleştirmiş, ürkek bir ilgiyle bana bakıyordu.
-Siktin yani yengeyi baboş?
-Duraksadım. Ciddi anlamda her geçen saniye rol yapmak için var olan enerjimi de yitirmeme sebep oluyordu. Yolda olup, artık yoldan alakasız bir şekilde başka şeyler düşünmek ya da başka yerde olduğunu yanlış olduğunu bile bile düşünmek gibi. Fiziğe ters düşen gerçeklik var mıdır? Öpüyorum, öpüyorum ama hissizliğim incitici. Öpüyorum. Tüyler ürperten bir nem irileşiyor saçları gölgesinde. Yüzünün opak kırmızı hali ışığın kırılan görüntüsü altında belirginleşiyor, öpüşmeler kaplama bir madde havasıyla asla içe nüfus etmeyeceği garantisi veriyordu. Ne kadar aptalca! Sonra rol yaptığımı anlamadığı için bazı şeyler olduğunu belirtmem lazım Ramazan. Fakat düşündüğün şekilde hiçbir şey olmadı. Olmasına imkan yoktu. Bir türlü onu hissedemedim. Yapamadım. Sayesinde diyebilirim. Tam anlamıyla ’hevesinin kırılacağı an’ diyebileceğim her saniyeyi toplu bir hissizliğim olarak dile getirebilirim. Ruhumun içerisindeki en ufak parıltı, sönmüş bir kibrit çöpü kokusunda duraksıyor ve ben sigara içmeyi o an, onun hayatını değiştirmekten daha önemli bulmuştum.
-Kısaca yakındım ama dediğin tarz da iş olmadı diyorsun?
-Olmadı.
Ramazan’ın yanından ayrılırken beyin hücrelerimi uyutan ve zihnimi tek bir konuya adapte olmasını dileyen meyhoşluk üzerimdeydi. Otelde kaldığım odaya girdiğimde ’Ankara’dan gitmeden bu işi halledeceğim’ diye sayıklıyordum.
...
’Biliyor musun’ dedi, ’ben senin ne yapmaya çalıştığını bir türlü anlayamadım.’ İnsan evladı işte, çiğ süt emmiş derler ya, o hesap. Benim hesaplarımın içerisinde en büyük sebep, geleceğe bırakılacak mirasın sevgi olmayışı korkusu iken, sen neler düşünüyordun? Rol mü kesecektik ömrümüz boyunca? Sen arzularının gerçekleştiğini sanıp, daha içten ve sevgi dolu rolünü mü oynayacaktın? Bu his düellosu altında kalan benliğim ya da benliğin nasıl bir sevgi ağacı besleyebilirdi ki? Geçmişten ölü olduğu sanılan, aksine yaşıyor ve senin güncel hâlinden daha iç açıcı ve gerçek. Ellerinin ve yüzünün opak hallerinden, gözlerinin anlamsız donukluğundan bana kalan nedir?
’Gidiyorum, sizin buralı birini buldum. İstanbul’dan nefret ediyormuş, becayişi kabul etti ve yakın zamanda taşınıyorum’ dedim. Söylenen sözler faydasızdır artık şiirin ya da nesirin hissizliği yansıttığı yer de. Söz konusu bir sözün ne anlattığından ziyade dokunduğu yer de varoluşu hissettirmesidir. İyi gelen ne varsa sonradan geliyor hissi de bu yüzden sözün aldatıcı yanını yansıtır. Ve ben yalnız başıma içtiğim her sigara da aynı şeyleri düşünürüm: ’Bu da bitecek. ’
Telefondaki mesajın kalbi yoktu. Orkideyi geri almamı istiyordu. Perdeleri çıkardığım için gökyüzünü görebiliyordum. Mavilikler içinde yüzen gözlerim isteksizce telefona tekrar baktığında başka bir şey bulamadı. Irmağın her şeyiyle ilgilenmeyi tercih etmiştim. İçinde taşıdığı, can verdiği alüvyonlar parlaktı. Rengi kimi zaman berrak, kimi zaman karmakarışık. Sonuçta ırmak, bir şelale olup uçurumlara kendini bırakırken, bensiz de yaşayabileceğini ve ne olursa olsun aktığını gösteriyordu. Olan Orkide’ye oldu.
YORUMLAR
mozaik di galiba onun gibi bir şey şimdi bu mozaik lafı burada dursun buna sonra geri döneceğim.
senin o ünlü uzun öykülerinden birine denk gelmek de iyi geldi bu ara okuyacak şey sayısı nesnel olarak çok olsa da nicelik olarak hiç oluyor.
orkide güzel çiçek ama bence pek değersiz çok pek değersiz bir çiçek bir varlığı ederi ile sevmeyeceğimize göre bu konuda da kendi çapımda haklı olabilirim.
var olan tüm diğer çiçekleri de satabildiğimize göre en pahalıları en güzele dönüyor hoş geldiniz tüketen ama bir b.k üretmeyen topluma.
şu mozaik kısmına döneyim öykü mozaik gibi hem mimari ve sanatsal olarak hemde mozaik pasta denen şey gibi.
tüm şeyleri yazdığıma göre eyvallah Fi