Devlet Anlayışları Açısından Yavuz ve Şah
On altıncı yüzyılın ilk çeyreğinde (1500-1525) Avrupa bin yıldan fazla süren bir uykudan uyanıyor, derebeyliği yıkıp Ortaçağdan çıkmaya, merkeziyetçi mutlak kırallıklar kurmaya çalışıyordu. Akdeniz yoluyla yaptıkları doğu ticaret yolları kapandıktan sonra, adeta kapana kısılmış gibi, yeni çıkış yolları arıyor, bu uğurda aklı, bilimi, sanatı, dini, hırsı, rekabeti ve her şeyi kullanıyor, ölümü göze alıyor, çalışıyor, çalışıyordu.
5231 Erdebil’de Safavi Külliyesi (Ortada Şah İsmail’in Türbesi)
Fakat hiç birisi de dünyada söz sahibi bir güç değildi. Bu dönemde dünyada söz sahibi dört büyük devlet vardı. Bunlar Mısır’da Memluk Türk devleti, İran’da Safavi Türkmen Devleti, Anadolu ve Rumeli’de Osmanlı Türk Devleti ve Hindistan’da Babür Türk İmparatorluğu.
Yani sanki dünya, Türklere teslim edilmiş ve dünyayı Türkler yönetiyordu. Başka da dişe dokunur önemli hiçbir güç yoktu. Dolaysıyla Türk’ün rakibi de, dostu da, düşmanı da Türk oluyordu.
Özellikle de İran ile Anadolu’nun ortak malzemesi Türkmen’di. O zamana dek Türkmen dozer gibi yolu açar, devlet arkasından gelirdi.
Selçuklu Devleti, Nişabur’dan, Rey’den İsfahan’a nasıl ki adım adım gelmiş ise, Anadolu’yu da Türkmen adım adım aşarak, İsfahan’daki devleti Konya’ya taşımıştı.
Osmanlının ilk dönemlerinde ve Balkanlara açılmasında da Türkmen önemli bir akıncı-öncü kuvvet olarak görevini başarıyla yerine getirmişti. Çünkü göçebeydi, belli bir yere ve katı kurallara bağlı olmadan yaşadığı için, yer değiştirmesi kolaydı. Yani göçebenin İslam anlayışı da, devletin siyasal İslam anlayışından farklıydı.
Türkmen’in İslam anlayışı; göçebeye külfet olmayan, insanı sıkmayan boğmayan, kalıplaşmış katı kurallar yerine sevgi ve duygu ile sonuca ulaşılan İslam anlayışıydı. Şamanizm’in hoşgörüsü, doğa ve insan sevgisiyle yoğrulmuş, çölün ve bozkırın engin boşluğunda yaşadığı sınırsız özgürlüğün tadını taşıyan bir İslam.
Çünkü Türk dediğin, hayatı boy teşkilatının sıkı kuralları içinde yaşayan, boylar arasındaki anlaşmalarla kolayca devlet kuran, anlaşma bozulunca da, o devletten ayrılıp kendi başına kendi boyunun devletini de kurabilen bir gelenekten gelmektedir.
Fakat Anadolu’da sınırlar denizlere ulaşınca, Osmanlı göçebeliği kendine yük sayıp yerleşikliği savunarak, kul sistemini getirip Türkmen’i dışlayarak, devleti milletin önüne koyup Türkmen’e tepeden bakarak, adeta Türklüğünden utanıp Osmanlılığı savunarak bu anlaşmayı bozmuştur.
Yani Türkmen’le fethettiği Anadolu’da, sınırlar denizlere varıca, ateşli silahlar mertliği gölgede bırakınca, Türkmen’in göçerliğine, yüreğine ve bilek gücüne gerek kalmayınca, yani artık Türkmen’in varlığı devlete bir fayda sağlamayınca, başlar baskılar yerleşmesi için toprağa. Devlet karşıdır artık dağda gezen adama… Yerleşeceksin bir yere diye, ferman çıkar dört bir yana… Türkmen’in yanıtı, Dadaloğlu’nun ağzından şöyle gelmektedir.
Belimizde kılıcımız kirmani
Dağı deler mızrağımın temreni
Hakkımızda devlet etmiş fermanı
Ferman padişahın dağlar bizimdir
Çünkü Anadolu ele geçirilmeden önce nasıl ki, dağda gezen adam korku salıyorsa yerleşik yaşayan düşmana, şimdi o yerleşikler devlete teba olmuş ve vergi veriyor Osmanlıya. Bu yüzden devletin ihtiyacı artık savaşana değil vergi ödeyen vatandaşa. Öte yandan devletin ihtiyacı artık savaşçılıkta da, hak ve adalet isteyen insana değil, kula köleye, emredileni sorgulamadan itirazsız yapana ve yönetene tapana. Merkeziyetçilik böyle bir şey, aksi halde rekabet edemezsin Avrupa’yla.
Bu yüzden Osmanlıda gözden düşüp aşağılandığını düşünen ve hatta hayatlarını tehlikede gören Türkmenlere Pir Sultan Abdal yolu gösteriyor.
Açılın kapılar Şaha gidelim.
Hızır paşa bizi berdar etmeden
Açılın kapılar şaha gidelim
Siyaset günleri gelip yetmeden
Açılın kapılar şaha gidelim
Her nereye gitsem, yolum dumandır
Bizi böyle kılan, ahd-ü amandır
Zincir boynum sıktı hayli zamandır
Açılın kapılar şaha gidelim
Şiirdeki “Zincir boynum sıktı hayli zamandır” mısrası, Türkmen’e yapılan yerleşme baskısı ve dağlarda özgür yaşamasına getirilen kısıtlamaları açıkça dile getirmektedir. Buradan kurtuluşun kapısı da Şaha giden yol olarak gösterilmektedir.
Çünkü Şahın devleti Türkmen’in devletidir. Kızılbaşlık dediğin, Türkmen’in Şamanizm’e ve doğal yaşamına uyarlanmış ılımlı İslam’ıdır. Şahın ordusunda hala ateşli silahlar değil, bilek ve yürek gücü, mertlik ve yiğitlik geçerlidir. Bunun için Padişahın kulu olmaktan, Şahın müridi olmak, Türkmen’e yeğ gelmektedir. Çünkü orada her şey, insan için, inandığı değerler içindir.
Yani Şah İsmail’in devlet ve yönetim anlayışı da göçebe Kızılbaş Türkmen’inkiyle aynıdır.
Yavuz’a göreyse, artık göçebe devlet geleneği bitmiştir, çağdışıdır. Göçebe devletler gelip geçicidir. En büyük göçebe imparatorluğu olan Moğollar bile, saman alevi gibi gelip geçmiştir. Orta Asya’da binlerce sene Çin İmparatorluğunu defalarca yenen göçebe Türk Devletleri, anayurdunu terk etmiş, fakat Çin hala yerindedir. Kalıcı olmak için toprağa yerleşmek, merkeziyetçi, güçlü devletler, eğitimli daimi ordular kurmak gerekir.
Yani artık insan geri planda kalmış, devlet öncelikli ve ön plandadır.
Hatta Osmanlının devamı olan TC’de bile hala insan: devlet, cumhuriyet, laiklik, din, ordu, yargı vs. pek çok kavramın gerisinden gelmektedir. Devlet ise tapılası ve kutsal bir kavramdır.
Burada durup, hangisi doğru derseniz, Yavuz Sultan Selim’in çağdaş devlet yapılanması bence daha doğrudur. Fakat hangisi daha iyi, daha güzel ve daha insani derseniz, elbette ki Şah İsmail’in insan temelli devlet yapılanması çok daha güzeldir. Ama ne yazık ki, doğruyla güzel her zaman çakışmıyor, birlikte iyi ve faydalı olamıyor.
Bu arada son yıllarda, beynimde sürekli yanıtını aradığım insanlık nerede bitmiştir; sorusuna hep “İnsanlık devletin var oluşuyla bitmiştir” diyordum. Çünkü devlet kılıç zoruyla önce insanların bedenine, sonra da din yoluyla beynine sahip oluyordu. Ve devletler güçlendikçe aşama aşama insanlık güçten düştü ve zayıfladı.
Eski çağın köleci sistemi, Ortaçağ Avrupa’sında insanların, toprağın demirbaş eşyası gibi alınıp satıldığı Derebeylik dönemleri de insanlığın bitirilmesinde önemli kilometre taşlarıdır, diye düşünüyorum.
Fakat şu anda bu makaleyi yazarken fark ediyorum ki, 16. Yüzyıl başlarında Avrupa’da merkeziyetçi mutlak krallıkların ortaya çıkması da, insanlığa vurulan en ağır darbelerden birisi olmalı diye düşünüyorum. Bu neden Avrupa’da ortaya çıktı, diye kendime bir soru yöneltince de bunun köklerini Derebeyliğin insanı demirbaş bir eşya gibi algılayan serf sistemine bağlıyorum.
Yani sonuç olarak merkeziyetçi mutlak kırallıklar, devlet kavramının o güne dek olandan çok daha fazla yüceltilip zirveye çıkarıldığı ve dolaysıyla insanının devlet karşısında çok cüce kaldığı bir dönemin başlangıcıdır. Bu insana ve insanlığa vurulmuş öylesine ağır bir darbedir ki, sistemin kendi içindeki çelişkilerden, Fransız İhtilaliyle insanı devletten korumak ihtiyacı ortaya çıkmıştır. Gerçi ihtilal milliyetçi fikirleriyle devletçiliği daha da sağlam temellere dayandırsa da insanı insan için değil ise de devlet için korumak gerektiğini ortaya koymuştur. Çünkü insan olmazsa devlet ve monark kime hükmedecek?
Şimdi tüm bu açıklamalardan sonra, olaya Tebriz Cephesinden baksak bile: Çaldıran Savaşında çağının savaş teknolojisini ve çağının devlet anlayışını yerine getirdiği için Yavuz Sultan Selim’i suçlayabilir misiniz?
Vahşi kapitalizmin temellerinin atıldığı, mutlak devlet ve mutlak egemenliğin sağlanması için, dünyanın sömürgeleştirilip insanlıkta direnenlerin kanının emildiği bir dönemde niye insandan yana olmadı diyebilir misiniz?
Fakat elbette ki, kendi geleneksel yapısı içinde insanı ve inançlarını savunan ve bunun gereğini yerine getiren Şah İsmail’i suçlamak ise hiç olanaksızdır. Bence burada bir suçlu aramak yerine herkes kendi koşulları içersinde kendi üstüne düşeni yerine getirmiştir, demek daha doğru olur diye düşünüyorum.
Yani, Yavuz Sultan Selim: ağır toplar ve ateşli silahlarla donatılmış, eğitimli daimi bir ordu ve merkeziyetçi bir devlet yapısını çağın koşullarına göre hazırladığı halde Şah geleneksel yapıyı devam ettirmektedir. Çünkü Batıdan başlayan değişim henüz İran’a ulaşmamıştır.
Bu yüzden Şahın devleti, bu özelliklerden yoksun, geleneksel göçebe bir Türkmen devletidir. Fakat Safaviler de Çaldıran yenilgisinden sonra, özellikle de Şah 1.Abbas döneminde geleneksel ordu ve devlet anlayışlarını değiştirdiler.
Artık mertliğe yiğitliğe dayalı kılıç kalkan ve ok atmaya dayalı savaş sisteminin yerini onlarda da ateşli silahlar ve eğitimli daimi ordular alacaktır. Ve işte bundan sonra Safaviler daha büyük bir İmparatorluk olacak ve Osmanlının seviyesini yakalayacaktır.
Fakat Batıdaki reform ve sömürgecilik gibi yeni gelişmeler izlenemediğinden, merkeziyetçi mutlak özelliklerle gelinen bu nokta, ne İran ne de Osmanlıda korunamamıştır.
Çünkü Batıda en büyük değişim dinsel anlayışlar açısından olacaktır. Din artık insanın iç huzuru ve mutluluğu için değil, devletin varlığı ve mutlak hakimiyeti için birinci derecede bir araç olmuştur. Yani insanlar, dinini seviyorsa, dini için hizmet yapacaksa bu sevgi ve hizmeti devleti için yapmalıydı. Hatta insanlar devlete tapmalıydı. Çünkü mutlak ve merkeziyetçi devlet böyle bir şeydi.
Fakat Safavi devletinin insan yapısı buna uygun değildi. Çok gevşek dini inançlara sahip, hatta tam olarak İslam’ı bilmeyen, yarı Şaman yarı Müslüman bir insan yapısı vardı. Oysa devlet ve yönetimde dinin çok etkili bir biçimde kullanılabilmesi için, dinin daha katı ve daha radikal kesin dogmalara dönüştürülmesi gerekiyordu. İnsanları kışkırtmak ve hatta devlet ve yönete- nin yanında kemikleştirmek için, dine saldıracak düşmanlar yaratılması gerekiyordu.
Osmanlı bu sistemi, Sünni mezhepleri, Alevi ve Kızılbaş Türkmen düşmanlığı üzerine oturtarak sağlamıştı. Safaviler de Şah Abbas döneminde katı bir Şii anlayışını, Sünni mezhepler ve Kızılbaş Türkmen düşmanlığı üzerine oturttular. Bu yüzden Şah Abbas’ında yüz binlerce Sünni ve Kızılbaş öldürttüğü belirtilmektedir.
Çünkü Şah Abbas, Osmanlı, Özbek ve Babür saldırılarından bunalmıştı. Türkmenlere tam olarak söz geçiremiyordu. Osmanlının yeniçeri sistemini, Ermeni, Gürcü ve Çerkez ailelerden topladığı çocukları eğiterek oluşturduğu Gulam (köle) sistemiyle sağladıktan sonra yönetimi bunlarla merkezileştirdi ve dinsel düzenlemelere girişti.
Yani Yavuz Sultan Selim’in merkeziyetçi ve mutlak bir devlet yapısını oluşturması nasıl gerçekleştiyse, Şah 1. Abbas zamanında da, aynısı yapılmış ve dinsel anlamda tersine bir işlem gerçekleştirilmiştir denilebilir. Fakat ne var ki, Kızılbaş Türkmen her iki tarafın da günah keçisi olmuştur.
YORUMLAR
Henüz yorum yapılmamış.