- 3810 Okunma
- 1 Yorum
- 0 Beğeni
Yusuf Ziya Ortaç ve Kaybolan Kelime
Önce bu değerli yazar/şairimizin kısa bir biyografisini verelim, sonra da hangi kelimeyi aradığını kendi kaleminden gösterelim:
Yusuf Ziya Ortaç 1895’te İstanbul’da doğdu. 11 Mart 1967’de İstanbul’da yaşamını yitirdi. "Hecenin Beş Şairi" grubunun üyesi ve öncülerinden. İstanbul Vefa İdadisi’ni bitirdi. 1915’te Darülfünun-ı Osmani’nin (İstanbul Üniversitesi) açtığı yeterlilik sınavını kazanarak edebiyat öğretmeni oldu. Çeşitli okullarda dersler verdi. Orhan Seyfi Orhon’la birlikte çıkardığı "Akbaba" mizah dergisini ölümüne değin yayınladı. 1946-1954 arasında Ordu milletvekili olarak Türkiye Büyük Millet Meclisi’nde bulundu.
Şiire aruzla başladı. Ziya Gökalp’in etkisiyle hece ölçüsünü benimsedi, bu türün başarılı örneklerini verdi. "Hecenin Beş Şairi"nden biri olarak ünlendi.
Şiirleri Türk Yurdu, Servet-i Fünun ve Büyük Mecmua’da yayınlandı. Akbaba dergisinde akıcı bir dille, rahat okunur bir tarzda yazdığı fıkralarında siyasal mizahın özgün örneklerini verdi.
Şiir ve gülmece yazılarının yanısıra roman, öykü ve oyunlar da yazdı.
Yusuf Ziya Ortaç’ın Eserleri
ROMANLARI:Kürkçü Dükkanı (1931)Şeker Osman (1932)Göç (1943)Üç Katlı Ev (1953)
ŞİİRLERİ:Akından Akına (1916) Aşıklar Yolu (1919)Cen Ufukları (1920)Yanardağ (1928)Bir Selvi Gölgesi (1938)Kuş Cıvıltıları (çocuk şiirleri, 1938)
Bir Rüzgar Esti (1952)
OYUNLARI:Kördüğüm (1920)Latife (1919)Nikahta Keramet (1923)
MİZAH TÜRÜ ESERLERİ:Şen Kitap (1919)Beşik (1943)Ocak (1943)Sarı Çizmeli Mehmed Ağa (1956)Gün Doğmadan (1960)
GEZİ-ANI-BİYOGRAFİLERİ:İsmet İnönü (1946)Göz Ucuyla Avrupa (1958)Portreler (1960)Bizim Yokuş 1966)
Şair/yazar aşağıdaki yazıda hasretini duyduğu bu kelimeyi şöyle anlatıyor:
KAYBOLAN KELİME
Bu bayram, dilimizin bir kelime kaybettiğini iyice inandım. ”Tandır” gibi “kağnı”gibi artık yaşanan hayatta, yeri kalmamış, şöyle böyle kelime değil; zarif, ince, medeni bir kelime.
Kapıyı çalan çöpçünün pos bıyıkları arasında onu aradım yok!.. Bahşişini alan bekçinin kavlak dudaklarından onu bekledim. Yok!.. Bakkalın çırağından, sebzecinin yamağından, kasabın oğlundan onu işitmek istedim. Yok!..
İpek mendilinin alan oğlan, eşarbını kıvıran kız, iki buçukluğu cebine indiren manav, üç gün kapımızı kim çaldıysa hediyesini kim aldıysa bana o beklediğim kelimeyi vermeden gitti! İki yüz kuruş yazan taksinin şoförüne iki yüz elli kuruş veriyorsunuz. Taş gibi bir süküt!
Kitabından sevgiyle bahsettiğiniz genç adamla karşılaşıyorsunuz. Hakarete benzer hissiz bir selam!
Tramvayda, ayakta kalmış bir kadına yerinizi veriyorsunuz. Yüzünüze burun delikleriyle yüksekten bir bakış!
Ve hiçbirinin dilinde aradığınız o ince, o kibar, o insanı insan yapan güzel kelime yok!
Geçen yıl Atina’da bindiğim bir otomobilin şoförü, bana bu kelimeyi on kuruşluk bahşiş için söylemişti: Hem başından kasketini çıkararak hem de kelimenin başına bir ”çok” ilave ederek.
Roma’nın en büyük otelinde oda hizmetçisi kız, yine küçük bir hediye karşılığı zarif vücudunu nezaketle kırarak bu kelimeyi dudaklarından tebessümle süslemişti.
Bir kelime deyip geçmeyiniz. Cemiyet hayatımızdaki birçok şikayetleri bu kelimenin yokluğuna bağlamak bile mümkündür.
Düşünüyorum: Artık lügat kitaplarından beyaz kağıdın kefenlediği bu ölü kelimeyi nasıl diriltsek? Acaba belediye, bu kelime için bir fiyat listesi yapamaz mı?
Hiç olmazsa çarşıda, pazarda, iş hayatında canımız istediği zaman listeye bakar, parasını verir ve içimizin özlediği bu üç heceli sözü duyarız.
Haa! Affedersiniz, deminden beri, yana yakıla hasretini çektiğim bu kelimenin ne olduğunu söylemedim değil mi?
Teşekkür!
Yusuf Ziya ORTAÇ
Büyük Türk Klasikleri
YORUMLAR
Yirmibeş yıl kadar öncesi idi; bir hafta sonu günü... yeğenim bana bir yolculuk teklifinde bulunmuştu;
"Amca, gel berâber Erzincan'a gidelim... bir gece kalıp sonraki gün döneceğiz."
Kabul ettim. Hiçbir şey sormadan kabul edişime biraz şaşırmış olmalı... Fırsat bu fırsat olmalı dedim. Bir, ikindi vakti bindiğimizi otobüs, henüz gün kararmadan Çoruh Nehri’ni sağ tarafına alır şekilde kıyı boyunca geçtik- gittik; gün akşam olmuştu Erzincan'a vardığımızda.
İki şey öğrendim Erzincan'da... işyerinin hangisine girersen gir, verilen Selâmı, bir başka kelime ekleyerek alıyor... bir teki bile bunu esirgemedi bizden; bir de şu dilenci dediğimiz gezici para toplama işinin ne çok zor iş olduğunu öğrendim, Erzincan'da... ayaküstü, bir dükkândan çık yanındakine gir ve hiç aralıksız yürü!.
Yeğenim, Erzincan'da olmayan bir meslek; ışıklı tabelâ siparişi almak için benimle yürüyor, yürümüyoruz ya tıpkı, oduncu hızarının dişleri gibi, işyerinin birinden çıkıp yanındakine giriyoruz.
Bir günlük iş saati kadar sürdü ancak, Trabzon'a gelir- gelmez işyerime gelen ilk müşterimden başladım orada öğrendiğim o nezih kelimeyi dile getirmeyi...
O kadar etkilendim ki, o yıldan sonra olmuştu Erzincan depremi 1991' mi?... yanılıyor olabilirim. Gecelediğimiz otelin sahibi de o binada depremde ölmüş... Belediye başkan vekilinin kardeşi idi... reklâm olmaz ya, Otel Mühürdar...
Dilimden düşmedi ve bana bu yazıyı yazdıran sebep de o kelime...
"HOŞ GELDİNİZ"
Sağlıkla kalınız.
kadiryeter kadir Yeter. 09.02.2018 Kavakmeydan Mah. TRABZON.