- 1093 Okunma
- 3 Yorum
- 1 Beğeni
Muhlis Amca
Kar
-Esin’e-
Akşam çok uzun süreden sonra gelmişti. Aynı akşamın gecesi çok derin, karanlık, olağanüstü karanlık oldu. Bir ara ağaçlar altında yürüdüğümüzü hatırlıyorum. Sonra suya atladılar yanımdakiler. Belki ben bunun için döndüm eve. Bilmiyorum. hatırlamıyorum. Evde her gün üzerinde oturduğum bir koltuk var. Camdan düzensiz bir duvar, bir ayva ağacı, toprak birikintileri ve kurumuş otlara bakıyorum. Gece bile olsa görür gibiyim onları. Çünkü bu evi ve bahçesini çok iyi tanıyorum.
İçeri girdiğimde kapkaranlık her yan. Gözlerim alışsın diye sokak kapısına dayanıp bekliyorum. Alışmıyor gözlerim. Hiç bir şeyi seçmek imkansız. Her şey imkansız. Ellerimle eşyaları bulmaya çalışıyorum.
Yok hiç bir şey.
Birden salonda bir mum parlıyor. Ve hiç bir aydınlık vermiyor bu mum. Salona doğru bir adım atıyorum. Ve kafamı çevirdiğim her yanda ışık vermeyen, parlak mumların ufak alevlerini görüyorum. Yer birden sallanmaya başlıyor. Mumlar, ev, ben sallanarak dönüyoruz. Bu sallantı arasında birden bir fare beliriyor. Ben çok korkarım farelerden. Çocukluğumdan beri. (Birden bu geliyor aklıma.) Fare kafasını kaldırmış hareketsiz sıçramakta.
Kafasının iki yanında siyah gözleri var. (Birden bunun eskiden, çocukluğumda görmüş olduğum farelerden çok başka olduğu geçiyor aklımdan.) Bu grilikte, kafasından büyük gözlü fare görmemiştim hiç. Ve ben bunu düşünürken gözümü oynattığım her yer farelerle doluyor. Sayısız yanan mumlar ve her yanda sayısız siyah gözlü gri fareler. Ve ben bunların arasında sallanarak dönmekteyim. Çok korkuyorum. Arkamda bir kapı olduğunu hatırlıyorum. Hemen geri dönüyorum. Açıp kapıyı sokağa çıkacağım. Tam o anda kapının ortasında durmakta olan, görülmemiş irilikte, benim başım kadar büyüklükte kara gözlü bir fare, göğsüme sıçramaz mı? Üstelik pençelerini geçiriyor göğsüme ve ben onu çözmeye çalıştıkça, o daha derin gömülüyor içime.
Bağırıyordum. İki elim de göğsümdeydi. Sanki bir şeyi söküp atmak istiyordum göğsümden. Gün yeni yeni doğmaktaydı. Yeniden uyumaktan korktum.
Taşradaki evimiz bir yokuşun üzerindeydi. Alabildiğine büyük bir holün her dört köşesinde gene çok büyük odalar vardı. Biz kış aylarında bu odalardan birine çekilirdik. Ancak orası ısınırdı. Ama uykum gelince, annem beni, kışın içinde yaşadığımız bu odanın tam karşısındaki odaya gönderirdi. Sıcak ve havasız odadan çıkınca, soğuk, korkutucu, karanlık bir büyüklükte gelirdi hol bana.
Karşı odaya girer girmez, yatağın altına bakar, sonra içine girer, yorganı başıma çekip gömülürdüm. İşte o zaman korkmaya, terlemeye başlardım.
Düşündüğümü hatırlamıyorum. Oysa o büyük evin içinde her birimizin uykularının ne büyük bir yalnızlıkta geçtiğini biliyorum. Ninem ölüm döşeğinde uzun süre yattı. Yatağı benimkinin tam karşısındaydı. Ben büyüyordum. O ölüyordu. O zamanlar, yatınca, onun ne zaman öleceğini düşünürdüm. Doğrusu istiyordum ölmesini. Ölmesi gerekiyordu. Eriyordu çünkü bedeni. Ufalmıştı. Derileri kemiklerinden sarkıyordu. Sabahları uyanır uyanmaz onun koynuna girerdim. Sanırım bu, onun ölüm hastalığından daha evveldi. Çoktan uyanmış ve yuvarlak gözlüklerini takmış bulurdum onu. Gözlüklerinin altından iki yanağa yaşlar sızardı.
Ağlıyor musun? derdim.
Hayır, gözlerim sulanıyor, derdi.
Ama onlar gözyaşlarına çok alışmış da, ondan, derdim. Bu büyük evde, sabah insanın ağlatabileceğini düşünmüştüm. Ve gece yatmadan önceki korku. Bir gün holün karanlık bir girintisinde olan mutfağa girdiğimde, (daha kapıdayken) ninemi karnını açmış, karnına bir bıçak dayamış, -beklerken- gördüm. Ben de kapı eşiğinde bekledim bir süre. O ise hareketsiz durmaktaydı. Eli bile titremiyordu. Hiç bir şey yapmıyordu. Ben de bir şey yapmıyordum. Beni görmüyordu. Ben onu görüyordum.
Mutfağa ben niçin gelmiştim? Unuttum. Sonra yanına gittim.
Napıyorsun? dedim.
Kendimi öldürüyorum, dedi.
Hiç bir şey anlamadım. Bıçağı elinden alıp, almadığımı hatırlamıyorum.
Ama o öldürmedi kendini. Bunu biliyorum. Bir gün gene evden kaçmıştı. Bu daha önce oturduğumuz kentten yazları çıktığımız yayladaydı. Orada bir göl ve evimizin önünde bir elma bahçesi vardı. Bütün gün ağaçlara çıkar, elma yerdik. Akşamları da annem önüne bir sepet alır, elmaları teker teker yedirirdi. Hepimiz elmadan usanmıştık. Orada ninem evden kaçtı. Onu aramaya çıktık. Ben yalnız çıktım. Ve onu uzakta, büyük at kestanesi ağacının yakınında bir çukurda buldum. Başına eşarbını bağlamıştı. Yuvarlak gözlükleri gözündeydi. Bana bakıyor, beni görmüyor. Benimle konuşmuyordu. İncecik yüzü sararmıştı. Korkarak yanına sokuldum. Hayır korkmadım. Onu bulduğuma sevindim. Gerçekten bulamayacağım yerlere gitti sanmıştım. Çukurda böyle duruşu şaşırttı beni.
Niçin çukura girdin? dedim.
Kendimi kaybedeceğim, taa şu dağların ardına gideceğim, derken, bana gerideki Bozdağları gösterdi. Kendini dağlarda dolaşarak kaybetmenin ne olduğunu hiç anlamadım. Eve birlikte dönüp dönmediğimizi hatırlamıyorum. Ama onun ölümünü çok iyi biliyorum. Yatırdığımız hastanede onu ameliyat etmek istediler. Buna karşı diretti. (Kimden duydum bunu? O zamanlar çok küçük olduğum için, almazlardı beni hastaneye.)
O öldü. Hiç bir şey anlamadım onun ölümünden. Korkmadım da. Yalnız bir evin yüksek katından caddeye bakarken, aşağıda giden cenaze arabasında onun götürüldüğünü biliyordum. Bir kadın beni oyuncaklarla oynamaya zorluyordu. Sanki şimdi bir başkasının ölümünden bir şey anlıyor muyum?
Kendi ölümümden?
Bir yıl annemle yalnız kaldık taşrada. O zaman birlikte yatıyorduk. Uzun süre karlarla kaplı kalıyordu kent. Ve biz o koca evde, birlikte uyuduğumuz uykuda ne değin yalnızdık. Ölümümü anlamadan büyüdüm. Bir gün yüksek bir evin balkonunda tek kolumla asılı kaldım. Vücudum caddeye sarkıyordu. Kalabalık ve bomboştu cadde. Aşağıda ninemin cenaze arabası gidiyordu. Gözlerimi aşağıya yöneltmekten korkuyordum. Tek elimle balkonun içine geçmek için gösterdiğim her çaba, caddenin derinliğine düşmem için bir tehlike oluyor. Ne içeri girebiliyorum ne de caddeye düşüyorum. Bu bir düş mü? Boşluğa sallanırken bunun bir düş olduğunu düşünüyor muyum? Bunun bir düş olup olmadığını düşündüğümü hatırlıyorum. Oysa bu düşten uyanıp uyanmadığımı hatırlamıyorum. Bilmiyorum. Annemle birlikte yatıyoruz. Sabaha karşı kapıyı çalarak uyandırıyorlar bizi. Okulun hademesi gelmiş. Ağlayarak kendisi ile gelmemizi istiyor bizden.
Henüz yüksek karlar arasından geçmemiş kimse.
Onlar önden gidiyorlar.
Ben arkadan.
Kar onların dizlerine geliyor.
Benim omzuma.
O kadın nereye götürüyor bizi?
Eve döndüğümüzde annem gene üzgün. Ve ben gene bir şey anlamıyorum. Annem benim camdan düştüğümü bağırıyor ve ben onun sesini duyarak düşünüyorum.
Uyandığımda kendimi annemin koynunda mı bulacağım?
Yoksa bambaşka bir boşlukta mı?
Tezer Özlü, 1966
YORUMLAR
İsimler değişse de kişilikler değişmiyor. Eski toprak demişler Muhsin amca gibi insanlara. Eskiden her evde televizyon yoktu. Bizim eve ilk kez televizyon girdiğinde yaşım küçüktü ama hayal mayal hatırlıyorum. 1975 veya 1976 yılı olması lazım. Babama soramam, çünkü öleli yıllar oldu. Evin en büyük çocuğu ben olduğuma göre, yok ki ablam ya da ağabeyim, onlara da soramam. Anneme sorsam bilmez. Ne bileyim ben, dün ne yediğimi unuttum der. Aklına nerden geldi oğlum der. Hafızamı zorluyorum, o tarihi bilmem lazım. 1975 yılında ilkokula başladığıma göre, ki o tarihte taşınmıştık Ankara, Şentepe'ye. Evet, evet, 1975 yılıydı. O yıl içinde almıştık televizyonu. National marka siyah beyaz bir televizyondu. Renkli televizyonların var olduğunu çok sonraları duymuştum. 80 li yılların ortalarında durumu iyi olan bazı komşularımız almışlardı. Bir çoğu da yurt dışından getirtiyordu.
Aligilin ( ben küçükken Ali'ye, Aligil derdim ) televizyonu vardı, onlara giderdim seyretmek için. Hayvanlar alemi çıktığında kaç kez Ali'ye sormuştum. Ali, bu hayvanlar oraya nasıl girmiş? diye.
Ali her defasında; '' Gavurlar sokmuş bunu '' derdi. İçi nasıldı acaba televizyonun? Kutunun içine o kadar hayvan nasıl girmişti? hep merak ederdim.
Rahmetli babam en sonunda borçla harçla eve siyah beyaz National marka bir televizyon getirdi. Regilatörü de vardı. Eskiden elektrikler çok sık kesilirdi. Televizyonun yüksek voltajını bu cihaz ayarlardı. Biz kaç ev değiştirdik Allah bilir. Her defasında bizimle birlikte taşındı durdu bu cihazlar. Çok da sağlamışlar demek ki. Şimdi olsa kesin bozulurlardı.
Anılar... yine canlandı gözümde. Radyo dediniz de, evet evet, radyo tiyatroları, arkası yarınlar olurdu. Çocuktum o zamanlar ama dün gibi hatırlıyorum. Ne güzel yıllardı o yıllar. Gerçi bizim hayatımız o yıllarda hep yokluklar içinde geçiyordu. Ahhh garip babam... Yine aklıma düştü. Hiç çıkmadı ki.
Muhlis amcaların nesli tükeniyor. Sıra bize geliyor. Ahhh bu gerçekler... Hiç düşünmemek lazım.
Neyse, nostalji güzeldi. Kaleminizden okumak, beni yıllar öncesine götürdü. Teşekkür ederim. Babam zaten hep aklımdaydı, Muhlis amcanın yaşlarında olurdu yaşasaydı.
Muhlis amca da ölmüşse, koca çınar ağacı da ölmüştür.
Yaşıyorsa, son demleridir.
Hayatın gerçeklerinden kaçılmaz.
Anılardan da öyle.
Sağlıcakla.
Bahar Batıl
zaman hızlı geçiyor tabii..güzellikler bekliyordur dilerim bizleri önümüzdeki günlerde..
babacığınıza rahmet olsun..
saygı ve selamlar..çok teşekkürler kızçelerime olan ilginizden dolayı..
Evleri bahçesiz yapıyorlar şimdilerde. Ya da kocaman ve ortak alan dedikleri bir yuvarlağın etrafına. Bu yüzden kayboluyor teker teker Muhlis amcalar. Bir de kesmeseler şu ıhlamur ağaçlarını. Üstelik cızırtı yapıyor telefonlarımız, uzak selamlarımız, yarına dair azalan umutlarımız. Hoştu yazı. O bahçeye kurulup oturdum yazanın sayesinde. Çay sevmezliğime inat, çay bile içmek istedim. Tebrikle...
Bahar Batıl
teşekkür ederim özenli yorumunuz için..
saygılar..