- 747 Okunma
- 1 Yorum
- 0 Beğeni
Sen hiç ateşböceği gördün mü?
Sen hiç ateşböceği gördün mü? Bu soru, dilegeldiği ilk andan itibaren, detaylardaki hassasiyetimize atıf yapıyor sanki. Veyahut daha da ilerisi: İnatçı bir iyimserlik. Anlaşılmaz bir nüans. Aşılamayan neşe. Bir gayba iman. Gecenin içinde, henüz görünür olmasa da, ışığa iman. Yani soru şu aslında: Karanlıkla yetinemeyenlerden misin? Geceyi delmeye çalışanlardan. Gözlerinden önce arayışıyla. Arayışından önce iradesiyle. İradesinden önce ümidiyle. Ümidinden önce imanıyla. İmanından da önce acziyle. Duyarlı kılınmış kalbiyle... Bunların birbirlerini iteklemesiyle, en nihayet, insanlığın bu kadar karanlığını kaldıramayacağını kavrayarak ışığa âşık olanlardan mısın? Eğer onlardansan ne mutlu sana! Eğer onlardansan ne yazık sana! ’Ne mutlu!’ Çünkü başkalarının göremediğini göreceksin. Hem de ne ’Ne yazık!’ Bir ömür yalnızlık çekeceksin.
Gülseren’in inatçı neşesinde böyle bir farkındalığın resmi vardır sanki. O ’iyi olmanın zayıflığından gelen bir uyanışla’ farketmiştir: Dışarıda yaşandığı şekliyle/kadarıyla hayat elîmdir. Güçlüleri güçsüzdür. Tanımları anlamsızdır. Dostlukları güvenilmezdir. Düşmanlıkları geçilmezdir. Veli boşuna ölmüştür. Amca boşuna hapis yatmaktadır. Anne boşuna üzülmektedir. Dayısının, amcasının, annesinin veya başkalarının gözlerinden görünen dünyayı yaşamak Gülseren gibi olanlar için zordur. Bu uyum probleminden ikinci bir dünya arayışı başlar.
Dünya içinde bir dünya. Başkalarının göremediği bir dünya. Elleriyle veya fikirleriyle zarar veremeyecekleri bir dünya. Yalnız Gülseren gibilere açılan bir dünya. Bu dünyada gecenin karanlığı dahi mutluluğa zarar vermez. Çünkü ateşböcekleri her zaman vardır. Az olabilirler. Küçük olabilirler. Herkese görünmeyebilirler. Ama vardırlar. Ve ışıktırlar. Ve onlardan bir ışık alınır. Aslında onlardan ışık sûretinde bir ümit alınır.
Ancak ben, senaryodaki vurgunun aksine, Gülseren’in, yaşadığı dönemin dalgalarını kendi dünyasına sokmamaya çalışan ’fırtınasız bölge’sini veya ’okyanus derinliği’ni zekasından ziyade aczine ve fakrına bağlıyorum. Gülseren, eğer yaşanılanların inciticiliğe karşı kendisini güçlü hissetseydi, zekasıyla oyunun içinde kalmaya devam edebilirdi.
Fakat yapmadı. Fakat yapamadı. Çünkü o aslında aklıyla değil kalbiyle kaldıramıyordu hayatı. Alaycılık, zalimlerin elinde zulmün bir silahı olsa da, acizlerin elinde de kullanışlı bir kaçıştır. Ciddiye almadığınız bıçaklar sizi daha az yaralar. Gülseren’in yaşadığı hayatın detayları/insanlarıyla bu kadar uğraşması, onları ti’ye alması, aslında üzerindeki sarsıcı etkilerinden kurtulmak içindir. Ki bu sarsıcılığı oyunun finalinde görürüz. Tutunulacak kimse kalmadığında yalnızlıktan/pişmanlıktan kaçacak yer de kalmaz. Gülseren için annesinin ölümü âleminin de ölümüdür.
Ben, imanın da, böyle bir yüzleşmenin ardından farkındalığına uyanılan bir açlık olduğunu düşünürüm. Gülseren gibi hayata gül sermeye ahdetmiş veya karanlıkta ateşböceklerini aramış bir hayatın sonu anahaber bültenlerinde birkaç saniyelik bir ’bahsediş’ten ibaret kalabilir mi? Birşey iki zıt şey birden olabilir mi? Gülserenlerin kalbiyle gönderilen ateşböceği sanatı ’değeri bilinmemişlikle’ mahkûm edilir mi? Bu zulüm olmaz mı? Hikmetsizlik olmaz mı? Can yakmaz mı? Böylesi bir zulmü yapan aynı zamanda Gülseren gibi bir ikramı dünyaya niye yapar? İki şey nasıl birşey olur? Gülseren gibi bir naiflik, binbir incelikle dünyaya katıldıktan sonra, neden boşuboşunalıkla heba edilir?
Bütün bu sorgulamalar eşliğinde uyandığımız şeydir bizim iman. Özellikle ahiret. Ahiret her yarım cümlenin ancak varlığıyla anlam bulduğu diğer yarısı gibidir. Gülseren’in veya içimizdeki ateşböceği arayıcılarının acılarını tedavi edecek ışık oradadır. Kavuşamayanların kavuşacağı yer orasıdır. Ayrılanların tekrar buluşacağı randevu orayadır. Yoksa Gülseren olmak ne fenadır! Ne kadar çok can yakar! Ahiret yoksa Gülseren olmak kazanç değil azaptır. Herşey nihayetinde yitecekse daha çok kazanmak aslında daha çok kaybetmektir. Biz imanımızla buradan kaçıyoruz. Çünkü biz de ateşböceği olmadan karanlığa dayanamayız.
YORUMLAR
Sadece bizim kültürümüzde değil, ritüel inanışlar eskiden beri çeşitli toplumlarda var olan bir inanç bütünlüğü ve ruhu meditasyon etme biçimleri. kimisi güneş demiş, kimisi ay, kimisi bir taş etrafında dönmüş, kimisi şaman dansı yapmış, kimisi iman demiş, bütün bunlar kişinin kendisini pekiştirme durumları.
olaya buradan bakarsak yazıyı iyi anlamış oluruz.
güzel bir yazı.