- 1698 Okunma
- 1 Yorum
- 0 Beğeni
GÜNLERİ UNUTTUĞUM ZAMANLAR
Yakamoz oluşturan gökkuşağı, gecenin girdabında çaresizce denize bakarken, ben acaba hangi evrendeyim? Mevsim kış…Hava kasvetli… Sen yoksun diye üşüyorum. Ben, ben olarak bir romans alegorisi olmalıyım. Acaba Picasso “ben”i böyle çizebilir mi? Eğer çizemezse ben çizebilirim. Önce kasım ayının hüzünlü rengarenk kurumuş yaprakları arasında ağlayan bir dünya çizeceğim, sonra bu yaptığım resmin üzerine bin bir renkli yakamozları keyfime göre fırlatacağım. Zaten biz de bu dünyaya fırlatılarak gelmedik mi? İnanmazsan Nietzsche’ye sor. Bana göre anlamlı, ama sana göre anlamsız resmimi belki Michelangelo beğenir. İşte o zaman aşk ve yalnızlık sözcüklerini tek tek havaya uçuracağım. Çünkü ben bilinçaltıyım, her şeyi bilen bilinçaltı; var oluşumun şehir günlüğü; çünkü ben hep vardım, hep de var olmaya devam edeceğim.
Sonsuzluk uykusuna dalabilseydim bir, belki tüm bu kuşkularım yok olacaktı. En güzel şarkılarımı bulutların üzerinde senin için söyleyecektim. Dalabilseydim bir, hayallerimi sığdıracağım sıcak bir kalp arayacağım ay karanlığında. Geçmişe gidip beynimin karanlık sokaklarına bakacağım yalnızlığımın ıslaklığında. Şehrin ıssız kaldırımları yalnızlığımın ayak seslerine ilgisiz kalmayacak. Ama kulakları sağır olanlar ne senin söylediklerini anlayacaklar ne de benim dediklerimi. Yağmur düşmüş ıslak gözlerinle bakacaksın hayatın acımasız katı taşlarına. Yığılıp kalacaksın uçurumun önünde titreyen kalbinle. Soğuk rüzgarlar arkandan buz gibi estiğinde hissizleşmiş morarmış dudaklarınla kahredeceksin kadere.
Kafamda toplanmış tüm yıldızlar. Üstelik notalı da hepsi. Öyle olmasalardı nasıl anlamlı olurlardı? Radyom olmazsa onlar notasız olurdu, bu nedenle onların da notaya ihtiyacı var benim de onlara. Müzik olmasa ruhlar da olmaz. Çünkü herkes gibi benim de ruhumun gıdası müzik. Ruhlar; onlar benim başımın hoş ezgileri. Ben demek onlar demek, onlar demek ben demek. Onlar olmazsa ben yokum. Hiç belli olmaz, belki bir gün onlar yok da ben varsam eğer, işte o zaman ben kendi ellerimle kendi ruhumu öldürürüm. Sanırım ancak yıldızlardan böyle kurtulabilirim. Peki, ya kafamdaki her şeyi bilen gizli aynaya ne demeli. Onu nasıl kırıp atabilirim. Bir bilebilsem, her şey çözümlenir, ama bu, sözcükleri tek tek havaya atarak çözümlenmez. Bunu da bilemezsem, peki o zaman neyi, nasıl çözeceğim. Bu da olmazsa bu durumda psikanaliz eylemin başarısızlığından söz etmeli. Bununla ilgili bir manifesto yayınlasam, insanları uçurumun gölgesinden kurtarabilir miyim?
Beni sınırlayan dünyanın baskılarının farkında olmak neye yarar. Kafamdaki sonsuzluk üzerinde oluşan yalnızlık sorgulaması nasıl değişebilir. Sessizliğim varoluşumum üzerine çok şey ifade edecekse eğer, şu andan itibaren sonsuza kadar susacağım.” Galiba, en iyisi bu şüphelerime bir an önce son vermek.
Kitap’tan sayfa:17-18
YORUMLAR
BİR VAROLUŞ SANCISI, BİR VAROLAMAYAN VE HİÇLEMENİN HİÇLEMESİ
DURMUŞ AĞZIKÜÇÜK
“Günleri Unuttuğum Zamanlar”, Yaşar Yıltan’ın kendini ispatlama romanı olarak görünüyor. Oldukça iddialı, cesur ve açık bir manifesto gibi bir roman çıkıyor karşımıza. Ama, romanın her noktasında manifestonun derinlik alanları oldukça farklı noktalara batıp çıkıyor…
Ne demek istediğimi şöyle açıklayayım. Kitabın akıcılığı içerisinde, üst düzey okuyucuların kavrayışı yüksek bilinç ve öz bilinçlerine akan nehir, zaman zaman durgunlaşıyor ve sığ suların içerisine dalıveriyor. Okuyucunun kalitesi, bir bölümde artarken, diğer bölümde azalıyor. Nitelik niceliği koşullandırırken ve ona baskı yaparken çok iyi de… Niceliğin niteliğe baskısı sonrası, bir sıradanlık hakim oluyor okumaya… Yani bir an Dostoyevski ya da Tolstoy’un tasvirlerinin içerisinde dolaştığınız izlenimine kapılırken, bir başka an yerelliğin atmosferinin içerisine giriyor ve evrensel derinliği kaybediveriyorsunuz. Dediğim gibi, roman bazen sığ bazen derin sularda ya da inişli çıkışlı yollarda yürüyormuşuz izlenimini veriyor insana.
Örneğin şu satırlardan başlayalım:
Doğru düşünce mi özgün düşünce mi? Yakamoz oluşturan gökkuşağı, gecenin girdabına çaresizce denize bakarken, ben acaba hangi evredeyim? Mevsim kış… Hava kasvetli… Sen yoksun diye üşüyorum. Ben, ben olarak bir romans alegorisi olmalıyım. Acaba Picasso “ben”i böyle çizebilir mi? Eğer çizemezse ben çizebilirim. Önce kasım ayının hüzünlü rengarenk kurumuş yaprakları arasında ağlayan bir dünya çizeceğim, sonra yaptığım resmin üzerine bin bir renkli yakamozları keyfime göre fırlatacağım…
Bir yanda yukardaki satırların insanı doruklara çeken kalitesi, bir yanda şu satırların yarattığı hayal kırıklığı…
Şimdi de o patlama sesi kulaklarında patlamıştı adeta. Zaten gecenin sessizliğiyle onun ruh hali bir arada düşünülürse bu patlamanın onda ne kadar etkili olduğu tahmin edilebilirdi. Korkudan eli ayağı titriyor, kalbi hızlı çarpıyordu.
Ama bu handikap, onun iyi bir roman olmadığı anlamına gelmiyor. Belirttiğim gibi, kitabın varoluşsal kaygıların hüküm sürdüğü, gerçekle gerçek olmayanın ince çizgilerle birbirine çok yakın-ama ayrı ve de aynı varlık içinde hüküm sürme çabalarının ifade bulduğu bir roman olarak, belki de ilk kez yerel mekanlarla bu mekanların tarihsel örüntülerinin iç içe geçirilerek özgün ve yaratıcı tarzda gözümüzün önüne getirilmesi, teknik açıdan başarılı bir çalışmayı ortaya koymaktadır.
Romanın kahramanı Celal, gerçek anlamda duygusal çatlamaların, yarılmaların içerisindedir. Ondaki var olma kaygısı, kitabın yazarınca ne yüceltilir ne de eleştiri konusu yapılır. Objektif olarak, bütün çelişkileriyle toplumun deli dediği bir insan anlatılmaktadır. Yine bu insanın kendisine yakın bulduğu sınırlı sayıda insan çok farklı kişiliklerde resmedilmiş, ancak roman boyunca Celal ile bağlantılarının içerisinde kalmışlardır. Çünkü varoluş mücadelesinde anlatılan Celal’dir. Onun dışındakiler- hatta Tanrı bile Celal’in varoluş sancılarıyla anlam bulabilmektedirler. Bu anlamda Yaşar Yıltan, önemli bir objektivite göstermiştir. Roman, herhangi bir ideolojik angajmanın içerisine girmeden söyleyeceğini söylemektedir.
Örneğin, bu romandan bir kapitalizm eleştirisi çıkmadığı gibi, idealist fikirlerin bayraklaşmasını da bulamazsınız. Onca inançların dümdüz anlatıldığı bir roman olmasına rağmen bir inanç güzellemesi ya da eleştirisi bulamazsınız. Kitap, tam bir fizik kitabı gibidir. Evrenin işleyişini görürsünüz onda… Pozitivisttir, olguları verir ve olgularla ilgilenir.
Son olarak, bir teknik detay daha dikkatimizi çeker. Beş ayrı bölümden oluşan kitabın her bölümü, Adana’nın tarihi mekânlarının içerisinde ya da yakınında geçmektedir. Sayıklamaların içerisindeki Celal’in etrafında kimliği belirsiz yığınla insanı görürken, Adana’nın tarihi mekânlarının yakınlarında tuhaf diyalogların içerisine girilir. Roman boyunca, Celal’in yakınlarındaki bu “seyirciler” kimliksiz bırakılırlar. Böyle bırakılmaları onların varlıklarının hiçlenmesi anlamına gelir. Burada yazar, Adanalı Celal’e yardımcı olmaktadır. Yani Celal, hiçlenmiş ve varlığıyla yokluğu belli olmayan bir kitleyi hiçlemektedir. Celal, varoluş sancıları içerisinde, “olumsuzlayanlara” “olumsuzlama” yapmaktadır. Bu olgu, yazarın diyalektik kavrayışını yansıtmaktadır.
Zaten, romanda bilinçli bir okuyucunun dikkatini en fazla çeken şey de budur. Sıradan bir bakış, olay örgüsüne bakarken, her bir resme kopuk kopuk bakma ve nesneleri birbiriyle etkileşimsiz kavrama tehlikesinin içine girebilir. Ama felsefi derinliklerle bakabilen bir göz, toplumsal ve psikolojik unsurların yoğun olarak iç içe ve insanları kaygı içerisine sürükleyen, onların yaşama atılımlarını her an etkileyen ve bozan yanlarıyla bireyde ve toplumda yarattığı anksiyetik boyutları görecek ve buralardan değerlendirme ve eleştiri yapabilecek materyaller çıkarabilecektir…