- 1497 Okunma
- 1 Yorum
- 0 Beğeni
İstanbul'u Özledim
“İstanbul olmalı bir parça her şeyde.” Böyle dedi ona suratımdaki ekşimsi ifade... O tuttu mu o ifadeyle ona uzanan parçamı, İstanbul arayışımı fark etti mi, sonra anlayacaktım.
Bir tepki vermemişti çünkü. Oysa konuşmadan geçen uzunca bir zaman aralığı bırakmamaya kararlı, konuşup duruyor olmalıydı şimdi. Sessizliği duvar olacak kıvama getirecek o süreyi aşmamak için ille iki çift kelime atardı ortaya... Öylesine, suya sabuna dokunmayan şeyler söyler, sesinde her tür duvara savaş açan o kesin kararlılıkla “saçmalıyorsun” bakışlarına meydan okurdu sanki.
Şimdiyse uzun uzun susuyordu oysa. Bu da bir tepki sayılabilirdi o zaman. Her zamankinden farklı bir tarzda davranmak da bir şeyler söylemek değil miydi? Konuşmamı, tahminlerinde haklı olup olmadığını anlatacak bir şeyler söylememi beklemesi de, susup duvarlar örmek bir yana, en gerçeğinden bir iletişim, bir tür temas kurma çabası değil miydi?
“Ne yapıyorsun bugün?” dedi, konuşmaya niyetim olmadığını anlayınca. “Bir kurstan söz ediyordun. Kaydını yaptırdın mı?”
Bir yerinden dokunmuştu en azından, uzanan o parçama. Söz konusunun bir arayış olduğunu, süt liman görünen denizin dibinde yüzeyin aksine sürüp giden o çalkantıyı; karşısında yüzüyle konuşup duran kadının kahvaltı hazırlayıp eşini işe gönderen o kadına sığmayan, taştı taşacak, fazla gelen yanlarını görür gibi olmuştu en azından. Çünkü değişime, her zamanki akıştan sapmaya dairdi söyledikleri.
“Ha, evet. Kaydoldum dün. Selin’e de söyledim, o da kaydını yaptıracak bugün.”
“Uzun zamandır resim yapmıyordun. O boya kokusunu özlemiştim. Hep mutfaktan gelen kokular karşılamayacak artık beni demek ki. Bu durumun eve değişik bir hava katacağı kesin.”
Akşamları iş dönüşü merhaba bile demeden yemekte ne olduğunu soran biri olarak onu daha fazla endişelendirmeye gönlüm el vermediğinden “O güzel yemeklerimden taviz verecek değilim!” dedim. “İkisi ayrı şeyler... Boya kokusuna bulandım diye mutfakta tencereler tıkırdamayacak diye bir kural yok.”
Gülümseyerek karşılık verdi bana. Ama hâlâ emin değildi yüzümde saklı anlamdan. Böyle tereddütle, yanlış bir yere basmaktan korkan birinin temkinli adımlarıyla bana ulaşmaya çalışması bile aslında öyle çok şey söylüyordu ki bana!
Ona İstanbul’u özlediğimi, bir süreliğine annemlere gideceğimi söylemek çok kolaydı artık. Peki ya bu isteğimden yanlış anlamlar çıkarırsa ne yapacaktım? Bir şehri sevdiğini söylemenin ille de bir şeylere paravan olacak bir neden, bir bahane bulmak anlamına gelmediğini; düpedüz bir insanı özler gibi bir şehrin de özlenebileceğini anlatabilir miydim ona?
Peki gerçekten de böyle miydi? Sadece İstanbul’u göreceğim gelmişti de o yüzden mi uzaklaşmak istiyordum buralardan?
Her şey böyle mükemmel bir ahenk içinde, yerli yerine oturmuş; huzur denen şeyin saltanat sürdüğü bir dünyayı var etmek için yarışırken, taşları yerinden oynatmanın ne anlamı vardı ki şimdi? Bir denge tutturulmuş gidiliyordu oysa. Yüzler gülüyor, ekmekler tam kıvamında kızartılıp üzerlerine reçel sürülüyor, ‘mutlu yuva’ kavramının içini dolduracak her ne varsa bol kepçe boca ediliyordu ortaya.
Şimdiyse bu düzeni oluşturanlardan biri “ben sıkıldım bu düzenden” diyor, yeni baştan bir yaşam kurmaktan söz ediyordu. Daha söz etmemişti gerçi ama eninde sonunda bu niyeti kelimelere dökülüvermeyecek miydi?
“Annen nasılmış? Dün telefonda konuşuyordunuz. Sağlığında falan bir sorun yoktur umarım.”
İşte kapıyı aralamıştı bile. “Hadi gir içeri olduğun hâlinle” der gibi hoşgörülü bir tebessümle, vereceğim karşılığı bekliyordu... Girecek miydim o aralıktan? Oradan geçip gireceğim o kalp, beni iyisi kötüsü her yanımla kabul edecek kadar geniş, sıcak bir yer sunabilecek miydi bana? Yoksa çok az şeye yer verebilecek kadar dar bir alana mı tıkılacaktım orda? Oraya sığmak için şimdi olduğum kadarımla mı yetinmem gerekecekti?
“Sağlığı çok iyi, şükürler olsun.” dedim. “Ama çok yalnız... Torunlarını sık görememekten şikâyet etti. Arasıra uğruyorlarmış. ‘Yarım saat geçmeden sıkılıp dar atıyorlar kendilerini dışarı’ diye dert yandı bana.”
İşte girmeye başlamıştım bile içeri. Bir parça daha fazlalaşarak hem de... Yanıma bir parça arzularımdan da katarak... Rahat rahat sığacak mıydım oraya önceki gibi? Hayat arkadaşım dediğim adamın yüreği buna izin verecek kadar geniş miydi?
Evleneli daha bir yıl bile olmamıştı. Bu sorulara cevap verecek noktada değildim henüz. Keşif süreci devam ediyordu yani. O yüzden kulaklarımı dört açmış, hiçbir tahmin yürütmeden, büyük bir merakla sorumun cevabını bekliyordum şimdi.
“İstersen birkaç haftalığına git yanına. Sana da değişiklik olur.”
Tamam, hiç değilse bu kadar bir fazlalığı sığdırabiliyordu içine yüreği. Ama peki bununla sınırlı kalmadığının; benimle birlikte içeri girecek o fazladan şeyin; o ufacık, şişkin yanın, daha büyük bir şeyin parçası olduğunun farkına varınca da kapı aralık kalacak mıydı hâlâ? Belki de “Bu kadarı yeter!” diyecekti. “Başka fazlalık istemiyorum ben. Ya onlarsız kal burda. Ya da onlardan vazgeçemiyorsan sen de arkalarından çık git.”
“İşe dönmeyi düşünüyorum” deseydim şimdi, kalbinin kapılarını sonsuza dek yüzüme kapamasını göze alacak kadar güvenseydim sevgisine ne kaybederdim ki? Böyle dolambaçlı yollardan geçmeden de gösteremez miydim ona varmak istediğim yeri? İlle aynı noktada kalmam mı gerekliydi yani karşımdaki bu sevecen, yüreği sıcacık erkeğe dönüşmesi için? Artık sınırları aşmaktan korkarak hep aynı bölgede dolanıp durmaktan sıkılmaya başlamıştım. Bu, sevdiğim adamı tanımaktan da alıkoymaya başlamıştı beni. Gidebileceğim yere kadar gidecektim artık.
Ama önce İstanbul solumalıydım bir parça. Kursa gider miydim, hemen işe mi başlardım, anne mi olurdum, boşanır mıydım... her şeyi zaman gösterecekti. Ama tüm bunlardan bağımsız, kesin olan tek bir şey vardı: İstanbul’u çok özlemiştim!
YORUMLAR
Durgun göle bir çakıl taşı fırlatmıştı yazıdaki özleyici. Aslında kocaman kaya parçaları da fırlatabilirdi. Fakat dilindeki sadelik ve zerafet engellemişti onu. Ne olacaksa, yine de ahengi bozmadan olmalıydı. Çok sevdim yazıyı. Dili tam aradığım dil idi. Tebrikle...
Mavilikler
Yazımı beğenmenize sevindim. Çok teşekkürler :))