- 971 Okunma
- 0 Yorum
- 0 Beğeni
DÎVÂN-I HULÛSİ-İ DARENDEVÎ ŞERH ÇALIŞMASI
M.NİHAT MALKOÇ
…Es-Seyyid Osman Hulûsî Efendi’nin Gül Bahçesinden Rayihalar…
GAZEL
1. Gönül nefsine hâkim oluben eyle zafer peydâ
Ziyâsı kalbi rûşen kılmağa et bir kamer peydâ
2. Bu göz ile görülmez rü’yet-i dil-dâre ey gönlüm
Edegör bir bakışda dostu görmeğe basar peydâ
3. Gönül pasın silip at cümle pâk olsun için dışın
Hakâyık gevherine et derûnunda makarr peydâ
4. Figân ü zâr edip tâ subha dek akıt gözünden yaş
Derûnunda edegör aşk ile âh u şerer peydâ
5. Dil-i bî-mârına dermânı gözle fecr-i sâdıkda
Kamu derde devâlar bahş olur vakt-i seher peydâ
6. Oturtub ey gönül tahta o Yûsuf meh-likâyı çün
Erişdirsin hemen Ya’kûb-ı zâra bir haber peydâ
7. Hulûsî ismini yâd etmeğe ihvân u yârânın
Fenâ dârında et sen kudretince bir eser peydâ
Es-Seyyid Osman Hulûsî Ateş
Şerh Öncesi Zorunlu Bir Açıklama…
Es-Seyyid Osman Hulûsî Ateş, bir Hakk âşığıdır. Onun mesleği şairlik değildir. Hulûsî Efendi, hiçbir zaman süslü ve hünerli sözler peşinde koşmamıştır. O; sözüyle ve özüyle, peşinden gidilmeye ve örnek alınmaya layık bir mürşittir. Sözüm ona, bu modern çağın çarklarında dağılan gönüllerin toplayıcısı ve mürebbisidir O… Hulûsî Efendi, şiiri gaye olarak değil, daima bir vasıta olarak görmüştür. Onun içindir ki bu Divan, tasavvufî ve didaktik yönleri ağır basan bir eserdir. Bu eseri yapı olarak Divan Edebiyatının bir mahsulü olarak görsek de, içerik olarak Tekke Edebiyatına dâhil edebiliriz. Bu Divan, edebî sahada az eser veren Nakşî geleneğinin mümtaz ürünlerinden biridir. Bu yönüyle de önemlidir.
Bu Divan’ı incelediğimizde, söz konusu eserin bu sahada mühim birikimleri olan bir kalem erbabına ait olduğunu düşünürüz. Oysa Osman Hulûsi Efendi, zamanın zor şartlarından dolayı yüksek tahsil gör(e)memiş, ilkokuldan öteye gidememiştir. Fakat bu büyük mürşit, kendini yetiştirerek bu noktaya gelmiştir. Divan’ında aruzla kaleme alınan ve aşktan bahseden gazellerinde Fuzulî ve Niyaz-i Mısrî’den, heceyle yazdıklarında da Yunus Emre’den etkilendiğini görüyoruz. Bu Divan’ı tahlil ederken; şiirlerin, gayesi güzel şiirler yazmak olan bir şairin kaleminden değil, bir mürşidin kaleminden çıktığını göz ardı etmemeliyiz. Zira şiirlerin birçoğunda göreceğimiz yapı eksiklikleri, bizi farklı değerlendirmelere yöneltebilir. Bu şiirleri takdir etmemiz gerekirken, sadece yapıdan yola çıkarak tekdir etme hatasına düşmüş olabiliriz. Bu sözlerimiz, hazretin şiirlerinin şeklinden daha çok, muhtevasına odaklanmamızı öğütlemek içindir. Böyle bakarsak onun söz ustalığını rahatça fark ederiz.
O, şiirlerinde ele aldığı meselelere şair gözüyle değil, bir mürşit gözüyle, tasavvuf penceresinden bakmıştır. Şiirde şeklî unsurları değil, mânâ unsurlarını ön plana çıkarmıştır. Böylece şekle ait noksanlar, mânânın derinliğinde kaybolarak görünmez olmuştur. O, şiiri tebliğ için bir vasıta olarak görmüş ve o yolda kullanmıştır. 364 sayfalık “Divân-ı Hulûsî-i Dârendevî” adlı kıymetli eseri vücuda getiren Osman Hulûsi Efendi, “Şeyh Galip’le birlikte Divan şiiri de toprak oldu” diyenleri yalancı çıkarmıştır. O, Divan şiirine güçlü bir nefes olmuştur. Onun şiirlerini şerh ederken bunların dikkate alınması sağlıklı sonuçlar verecektir.
A. GAZELİN ŞERHİ
1. BEYİT: “Gönül nefsine hâkim oluben eyle zafer peydâ
Ziyâsı kalbi rûşen kılmağa et bir kamer peydâ”
“Gönül, nefsine hâkim olarak zafer(ler) ortaya koy(zafer(ler) kazan). Işığı, kalbini(iç âlemini) aydınlatacak bir ay(mürşit) bul…”
Şair, burada gönlüne sesleniyor ve ona gerçek zaferin nefse hâkim olmak olduğunu hatırlatıyor. Tasavvufta gerçek zafer, nefsin vesveselerinden kurtulup, onun kulağımıza fısıldadıklarını duymamaktır. Bu da ancak sabırla, dirayetle ve güçlü bir imanla gerçekleşir.
İnsanoğlunun maddî anlamda düşmanları olduğu gibi, manevî anlamda da düşmanları vardır. Manevî düşmanlarımızın hocası şeytan ve nefistir. Onlar bize her zaman kötülüğü süsleyerek iyi göstermeye çalışır. Dünyevî çıkarlar için hırslanma, kin, öfke, açgözlülük ve kıskançlık, nefsi besleyen kaynaklar arasında sayılabilir. Bunlardan uzak durmak gerekir.
Nefsin emirlerine direnmeyen, onları kabul eden kişilerin kalpleri zamanla kararmaya başlar. Kalbin ortasında var olduğuna inanılan siyah benek(süveyda) zamanla iyice büyür. Bu öyle bir noktaya gelir ki kalp simsiyah kesilir. Bu aşamadaki kişi, günahları önemsemez, günah işlemek sıradanlaşır. Kişi, eğer nefsine direnerek onu yenebilirse içine doğan ay hükmündeki iman ışığı, içini çepeçevre aydınlatır. Böylece kör karanlıklardan kurtulur.
Peygamber Efendimiz “Cihadın en büyüğü nefisle cihattır” buyurarak nefse karşı sabır, sebat ve mücadele halinde olunmasının önemini vurgular. Bunu tek başına gerçekleştirmek pek güçtür. Bu noktada, samimiyetinden emin olduğumuz bir mürşitten manevî yardım almak gerekebilir. Mürşidin manevi ışığı, içimizdeki ve önümüzdeki karanlıkları aydınlatabilir. Şair burada bunun önemine vurgu yapmaktadır. Tarikatlar da hakikati bulmada zorlananlara, bu manevî yardım ve yol gösterme ihtiyacından doğmuştur.
Sözün bu noktasında yukarıdaki beytin anlamını desteklemesi için herkesçe çok bilinen, sevilen ve derin anlamlar taşıyan bir kıssayı buraya almak istiyorum:
“Yaşlı adam kulübesinin önünde torunuyla oturmuş, az ötede birbirleriyle boğuşup duran iki köpeği izliyorlardı. Köpeklerden biri beyaz, biri siyahtı ve on iki yaşındaki çocuk kendini bildi bileli, o köpekler dedesinin kulübesi önünde boğuşup duruyorlardı. Dedesinin sürekli göz önünde tuttuğu, yanından ayırmadığı iki iri köpekti bunlar...
Çocuk, kulübeyi korumak için biri yeterli gözükürken, niye ötekinin de olduğunu; hem niye renklerinin illa da siyah ve beyaz olduğunu anlamak istiyordu artık. O merakla sordu dedesine. Yaşlı dede, bilgece bir gülümsemeyle torununun sırtını sıvazladı. “Onlar” dedi, “benim için iki simgedir evlat”.“Neyin simgesi?” diye sordu çocuk.
“İyilik ile kötülüğün simgesi. Aynen şu gördüğün köpekler gibi, iyilik ve kötülük içimizde sürekli mücadele eder durur. Onları seyrettikçe ben hep bunu düşünürüm. Onun için yanımda tutarım onları.” Çocuk, sözün burasında, “mücadele varsa, kazananı da olmalı” diye düşündü ve her çocuğa has, bitmeyen sorulara bir yenisini daha ekledi:
“Peki, sence hangisi kazanır bu mücadeleyi?” Bilge reis, derin bir gülümsemeyle baktı torununa: “Hangisi mi evlat? Ben hangisini daha iyi beslersem o!”
Bilge adamın buradaki cevabı gerçekten de manidardır. Biz insanların içinde de büyük bir mücadele söz konusudur. Bu; iyilikle kötülüğün, sabırla tez canlılığın, öfkeyle sükûnetin, şeytanla(nefisle) meleğin fısıltılarının akıl almaz mücadelesidir. Allah tarafından imtihana tabi tutulan bizler bu duygulardan hangisini üstün tutup beslersek, şüphesiz ki siyah-beyaz köpeklerin kıssasında olduğu gibi o galip gelecektir. Demek ki iş bizde bitiyor, kazananı biz tayin ediyoruz. Bu konuda kimsenin serzenişlerde bulunup, kadere sığınmaya hakkı yoktur.
Bu beyitte hâkim ile zafer, kalp ile gönül, ziya(ışık), kamer(ay) ve ruşen(parlak) kelimeleri anlam bakımından birbirini çağrıştırdıkları için aralarında “tenasüp(uygunluk)” sanatı vardır. Yine bu beyitte şair, gönlünü bir insan gibi düşünerek onunla konuşuyor. İnsan dışındaki varlıkları kişileştirmek anlamında burada “teşhis” sanatı yapılmaktadır. Bunların dışında şair, “kamer(ay)” ifadesiyle mürşidi(şeyhi) kastederek açık istiare(eğretileme) sanatı yapıyor. Çünkü burada benzeyen söylenmiyor, kendisine benzetilen kamer söyleniyor.
Gazeller “aa/ba/ca/da…” şeklinde kafiyelenirler. Şiire şekil bakımından baktığımızda bu şiirin ilk iki dizesinin “aa” şeklinde kafiyelendiğini görüyoruz. İlk beyitteki “zafer/kamer” kelimeleri arasında “–er sesleriyle tam kafiye yapılmıştır. Şiirin ilk beytinde ve diğer beyitlerin ikinci dizelerindeki “peydâ” kelimeleri tekrarlandığı için, kelime hâlinde rediftir. Gazellerin beyit sayısı 5-15 arasında değişir. Bu gazelin yedi beyitten oluştuğunu görüyoruz.
Şerhini yaptığımız bu gazel aruz ölçüsüyle kaleme alınmıştır. Şiirde aruzun “Mefâîlün Mefâîlün Mefâîlün Mefâîlün” kalıbı kullanılmıştır. Divan Edebiyatının Şeyh Galip’le devrini tamamladığını söylerler. Bence bu kanaat yanlıştır. “Dîvân-ı Hulûsî-i Darendevî” adlı bu müstesna eseri ve şerhini yaptığım gazeli gördükten sonra bu kanaatim daha da pekişti. Öte yandan şair Hulûsî Efendi, şiirini bu kalıba uydurmaya çalışırken birçok yerde imale ve zihaflara başvurmak zorunda kalmıştır. Bilindiği gibi bunlar aruzda kusur sayılır. Fakat daha önce de belirttiğim gibi Es-Seyyid Osman Hulûsî Ateş, hünerli söz söylemenin peşinde değildir. Onun asıl gayesi, şiirin tılsımlı gücünü kullanarak bir kısım iman hakikatlerini geniş kitlelerle paylaşmaktır. Amaç bu olunca bu gibi aruz kusurlarını da abartmamak gerekir.
GAZELİN ŞERHİ
2. BEYİT: “Bu göz ile görülmez rü’yet-i dil-dâre ey gönlüm
Edegör bir bakışda dostu görmeğe basar peydâ”
“Ey gönlüm! Sevgilinin yüzü bu gözle görülmez. Dostu(Allah’ı) bir bakışta görebilmek için (öyle) bir bakış ortaya koy.”
İnsanların maddî gözleri olduğu gibi, nefsini yenen insanların bir de manevi gözleri vardır. Maddî gözü olanlar maddeyi görür, madde gözü mânâya kapalıdır. Manevî gözü (ki biz buna basiret gözü de diyoruz) açık olanlar birçok manevî sırra mazhar olur. Onlar her şeye Hakk’ın nazarıyla bakarlar. Hakk’ın nazarıyla bakabilenler için bütün sırlar, güneşi gören buz parçaları gibi çözülür. Fakat böyle bir göze sahip olabilmek için nefis tezkiyesiyle çok önemli aşamalardan geçmek gerekir. Arınmak için de sabır ve çile süzgecinden geçmek şarttır.
Şair bu beyitte gönlüne seslenerek ondan dostu(yani Allah’ı) bir bakışta görebilecek bir bakış ortaya koymasını istiyor. Bu sanıldığı kadar kolay bir şey değildir. Hele de, maddenin mânâya hükmettiği, bin bir başlı kartalların minnacık kanaryaların sırtına bindiği çağımızdaki karmaşık ortamda eşyaya Hakk’ın nazarıyla bakabilmek ve eşyada Hakk’ın cemalini görmek çok zordur. Zira bu çağda iman, ateşten gömlek kabilindendir. Bu gömleği çıkarmak, (Allah saklasın) imansızlığa, giymek ise şiddetli yangınlara sebep olur. Nefsini terbiye etmeyenlerin gözleri harama kayar. Harama kayan gözlerden de Hakk’ın cemalini görmesi beklenemez. Öncelikle kalpler temizlenmeli ki gözler de Hakk’ı nazar edebilsin.
Göz aslında gönüllerin aynasıdır. Gönlü temiz olanın gözü de harama kaymaz. Bu biraz da helal lokma yemekle de ilgilidir. Hakk’ı eşyanın aynasında görebilecek bir nazara sahip olabilmek için gönlümüzü kirden pastan arındırmalıyız. Bunun için Kur’an ikliminde yaşamaya, onun manevî havasını solumaya ve Allah dostlarının sohbetlerinde bulunmaya ihtiyacımız vardır. Bu atmosferde yaşayanların Hakk’ın cemalini nazar etmeleri mümkündür.
Bu beyitte göz, görmek, bakış, basar(göz, görme) ve rüyet kelimeleri birbirleriyle ilgili kelimeler olduğu için bu sözcükler arasında tenasüp(uygunluk) sanatı yapılmıştır. Şair burada gönle seslenerek nida sanatına örnek oluşturmuştur. Yine şair gönlünü bir insan gibi düşünmüş, onu muhatap kabul etmiş, böylelikle de gönlü kişileştirmiştir(teşhis sanatı). Şair ilk dizede dildâr(kalbi hükmü altında tutan, sevgili, mâşuk) kelimesiyle Allah’ı kastetmiştir. Burada benzeyen yoktur, kendisine benzetilen vardır. Bu da açık istiare demektir. Bu beytin ikinci dizesinde şair, “dost” kelimesiyle Allah’ı kastetmiştir. Burada benzeyen söylenmemiş, kendisine benzetilen olan “dost” kelimesi söylenmiştir. Böylece açık istiare sanatı yapılmıştır.
3. BEYİT: “Gönül pasın silip at cümle pâk olsun için dışın
Hakâyık gevherine et derûnunda makarr peydâ”
“Gönlünün pasını silip at ki, için dışın tamamen temizlensin. Hakikatlerin cevherine içinde(kalbinde) karargâh(yer) aç.”
Tasavvufî bakış açısında “gönül” ilahî aşkın tecelli ettiği yerdir, ilahî sırlara açık kapıdır, Allah’ın evidir. O kapı açıksa, gönül gözü de açıktır; kapalıysa gerçeklerden uzaksınız, demektir. O kapı durup dururken açılmaz. Kişi, gönül kapısının ve basiret gözünün açılması için ceht etmelidir. Bu da Hakk dostlarının rahle-i tedrisatından geçmekle olur. Çağımızın en önemli sufilerinden biri ve bu gazelin de şairi olan Osman Hulûsî Efendi; “Sohbetlere devam etmek insanı kâmil hâle getirir. Sohbette iki gönül, Allah için bir araya gelirse, Cenab-ı Allah’ın füyuzatı, oraya ve gönüllere tecelli eder.” demektedir.
Osman Hulûsî Efendi, bu beyitte arayış içindeki insanlara seslenerek gönüllerindeki pası silip atmalarını istiyor. Bunu gerçekleştirdiklerinde içlerinin tamamen temizleneceğini söylüyor. Peki, gönüldeki kir pas nedir? Bu maddî anlamdaki kir pas değildir. Gönüldeki kir pas ile kastedilen günahlar ve dünyevî endişelerdir. İşlediğimiz günahlar her geçen gün iç dünyamızı karartmaktadır. Ölçüyü aşmış şekilde gönülleri kaplayan mal mülk, para, evlat ve kadın sevgisi gönüldeki kir pas kabilindendir. Bunlar gönül aynamızı puslandırmaktadır. Eğer gönül aynamızı bu kir, pas ve pustan temizleyebilirsek o aynada Hakk’ın cemali tecelli edecektir. Bu dünyevî sevgiler ve günahlar, gönül aynamızda Hakk’ın nurunun tecelli etmesine engel olmaktadır. Gönüldeki günah pasını tövbe ve pişmanlık zımparasıyla ertelemeden temizlemeliyiz. Zira insanın can pilinin ne zaman biteceği hiç belli değildir.
İçimiz tıka basa dünya ve onun içindeki varlıkların sevgisiyle dolduğu için Hakk’ın cemaline ve sevgisine yer kalmamaktadır. Dünyanın maddî unsurlarını ve nefsin oyuncaklarını kalbimizden silip atarsak Allah’ın nuru gönül aynamızda tecelli edecektir. “Hakikatlerin cevherine içinde(kalbinde) karargâh aç” denerek bu gerçek dile getirilmektedir.
Kulun dünyaya geliş nedeni mal ve para biriktirme yarışı değildir. Hepimiz imtihan edilmek için dünya gurbetine atıldık. İmtihanını tamamlayan kul, hesabını vermek üzere, sılaya(ahrete) göç etmektedir. “Fe men ya mel miskale zerretin hayren ye reh ve men ya mel miskale zerretin şeyren ye reh”(Kim zerre ağırlığınca bir hayır yaparsa, onu görecektir. Kim de zerre ağırlığınca bir kötülük yapıyorsa, onu görecektir(Zilzâl: 7-8) ayeti buna vurgu yapmaktadır. Fakat bizler bunu bile bile, ayrıntılarla uğraşırken hakikatleri ıskalamaktayız. Hayata tasavvuf gözüyle bakan şair, beytin ikinci mısrasında bu konuda bizi uyarmaktadır.
Şair bu beyitte “gönlün pası” ifadesiyle günahları ve dünyevî sevgileri kastediyor. Günahlar kire pasa benzetiliyor. Fakat benzeyen yok, kendisine benzetilen var(Açık istiare). Burada “iç” ve “dış” kelimeleri tezat sanatına örnektir. Pas ile silmek, derun(iç) ile iç, silmek ile pâk kelimeleri arasında tenasüp(uygunluk) sanatı yapılmıştır. Şair Hulûsî Efendi, ikinci mısrada hakâyık(hakikatler)ı cevhere(gevhere) benzeterek teşbih-i beliğ sanatı yapmıştır.
GAZELİN ŞERHİ
4. BEYİT: “Figân ü zâr edip tâ subha dek akıt gözünden yaş
Derûnunda edegör aşk ile âh u şerer peydâ”
“Ta sabahlara kadar ağlayıp sızlayarak gözlerinden yaş(lar) akıt. İçinden öyle bir ‘âhh!’ çek ki aşk kıvılcımları ortaya çıksın.”
İşlenen günahlar için ağlamak ve dertlenmek pişmanlığa, dolayısıyla da tövbeye işarettir. Şair burada günahkâr kulun, işlediği günahlar karşısında sabahlara kadar ağlayıp sızlamasını, nedamet gözyaşları dökmesini istiyor. Zira pişmanlıktan dolayı dökülen gözyaşlarının cehennem ateşini söndürmesi muhtemeldir. Fakat günahkâr kişi, sadece başını iki elinin arasına alıp ağlamayacaktır; gözyaşları secde yerine damlayacaktır. Kul, gittiği yanlış yoldan dönerek secde üzerinde sabahlayacak, işlediği günahları hatırına getirip gözyaşı dökecektir. Böylece merhametlilerin en merhametlisi olan Cenab-ı Hakk onu affedecektir.
Resulullah Efendimiz bir hadis-i şeriflerinde “Günahlarına tövbe eden kişi hiç günah işlememiş gibidir” buyurmaktadır. “Tövbe” dönmek demektir. Yani günahlarından dolayı pişman olarak Allah’tan affını talep etmek… Fakat unutulmamalıdır ki tövbelerin en güzeli ‘nasuh tövbesi’dir. Nasuh tövbesi, içi ve dışıyla samimi olarak Yüce Allah’a dönmektir. Nasuh tövbesi, kalp, gönül, dil, hal ve azalarla günah işlememeye kesin karar vermektir, O’nun razı olmadığı her şeyi, sevgi ve iradesiyle terk etmektir. Dost olarak Allah’ı seçmektir. Böyle bir tövbeyle arınan müminlerin içindeki aşk ateşi, tüm günahları yakmaya muktedirdir.
“Âh çekmek” pişmanlığın dile dökülmüş, somutlaşmış hâlidir. Cehaletin kör karanlıklarından kurtulup hakikate vasıl olanlar; daha evvelki yaşantılarını, günahlarını düşünerek derinden “âhh” çekerek pişmanlıklarını ifade ederler. Bu bile başlı başına tövbe yerine geçer. Hakikatleri görüp hatalardan dönmek manevî kemalatın en büyük işaretidir. Bunu gerçekleştiren kişinin içinde manevî aşkın tohumlarının filizlendiği görülür. Bu noktadan sonra aşka giriftar olan kişi, aşkın şahikasında kendine sağlam bir yer edinmiş olur.
Şair Hulûsî Efendi, bu beyitte figan(ağlayıp sızlama) ile zâr(inleyen, sesle ağlayan); göz, yaş ve akıtmak kelimeleri arasında tenasüp(uygunluk) sanatı yapmıştır. Çünkü bu kelimeler anlam bakımından birbirleriyle alakalıdır ve birbirini çağrıştırmaktadır. Sabaha kadar ağlamak ifadesiyle de mübalağa(abartma) sanatı yapılmıştır.
5. BEYİT: “Dil-i bî-mârına dermânı gözle fecr-i sâdıkda
Kamu derde devâlar bahş olur vakt-i seher peydâ”
“Fecr-i sadıkta(sabah namazı vaktinde) hasta gönlüne şifa gözle(ara). Seher vaktinde bütün dertlere deva hediye edilir(verilir).”
“Fecr-i sadık”, sabaha karşı doğu ufkunda tan yeri boyunca genişleyerek yayılan bir aydınlıktır. Bu andan itibaren yatsı namazının vakti çıkmış, sabah namazının vakti girmiş olur. Bu vakit aynı zamanda, sahurun sona erip orucun başlaması (imsak) vaktidir. Bu vakitte, o derin ve tatlı uykudan kalkmak haliyle çok zordur. Fakat bu vakitte kalkıp sabah namazını kılanlara, ellerini semaya kaldırarak tövbe istiğfar edip Allah’tan bağışlanma dileyenlere rahmet kapıları ardına kadar açılır. Çünkü kul, hiçbir fiili zorlama olmadan, içinden gelen aşk ve muhabbetle Rabbine yönelmiş, onun emrini, şeytanın iyice derinleştirdiği ve tatlandırdığı uykudan daha üstün ve hayırlı tutmuştur. Böylece Allah da Rabbine kulluk için, uykusunu bölen kulunun içini huzurla doldurmuştur. Onun ölüm ve sonrasına ait korkularını ortadan kaldırmıştır. Allah, kulunun ruhî(psikolojik) rahatsızlıklarına manevi devalar bahşetmiştir.
Bu saatleri ibadet ve zikirle geçiren kulların ruhları genişler. Zira “Kalpler ancak Allah’ı anlakla mutmain olur”(Rad Suresi 28) ayeti bu gerçeği teslim etmektedir. Rahmetin sağnak sağnak indiği bu saatlerde ayakta olup ondan istifade edenler, kurtuluşa erenlerdir. Onlar Allah’a dayandıkları için, onların bütün korku ve endişeleri bertaraf edilmiştir.
Seher vaktinde uyanık olan müminler, Allah tarafından fazlasıyla ödüllendirilir. O müminler ki üzerlerine güneş doğmaz. Kerahet vaktinde ayaktadırlar. “Onlar, ayakta iken, otururken, yan yatarken Allah’ı zikrederler ve göklerin ve yerin yaratılışı konusunda düşünürler. (Ve derler ki:) ‘Rabbimiz, Sen bunu boşuna yaratmadın. Sen pek yücesin, bizi ateşin azabından koru.’”(Âl-i İmran Suresi, 191) O uyanık müminlerin bütün dertlerine deva bulunur. Onların ölüm ve ahrete dair de hiçbir endişeleri yoktur. Bu beyitte Allah’ın emirlerine amade hayırlı bir topluluktan, müminlerden bahsedilerek onlar müjdelenmektedir.
Görüldüğü üzere bu beyitte bîmar(hasta) ve derman, dert ve deva kelimeleri arasında “tezat(zıtlık) sanatı” yapılmıştır. Deva, bîmar(hasta), dert ve derman; fecr-i sadık(sabah namazı vakti) ve vakt-i seher(tanının ağardığı zaman) birbirlerini çağrıştıran kelimeler olduğu için bu sözcükler arasında “tenasüp(uygunluk)” sanatı vardır. Bu beytin birinci mısrasında ise “gönül”, “hasta” olarak nitelendirilerek “teşhis(kişileştirme)” sanatı yapılıyor.
GAZELİN ŞERHİ
6. BEYİT: “Oturtub ey gönül tahta o Yûsuf meh-likâyı çün
Erişdirsin hemen Ya’kûb-ı zâra bir haber peydâ”
“Ey gönül o ay yüzlü Yusuf’u gönül tahtına oturt ki, (Yusuf’un hasretiyle) ağlayıp inleyen Yakup’a hemen bir haber ulaştırılsın(verilsin).”
Mutasavvıf şair Hulûsî Efendi bu beytinde Yusuf Suresi’ne atıfta bulunarak bize bu meşhur kıssayı hatırlatmaktadır. Yusuf Suresi, Kur’an-ı Kerim’in 12. suresidir. 111 ayetten oluşmaktadır. Hz. Yusuf’un bir özelliği, Kuran’da hayatı hakkında en çok detay verilen bir kaç peygamberden biri olmasıdır. Kuran’ın uzun surelerinden biri olan Yusuf Suresi’nin tamamına yakını, onun ve ailesinin hayatını anlatmaktadır. Surenin başlarında ise, Allah bu kıssanın önemli “ayetler”, yani delil ve hikmetler içerdiğini şöyle bildirmektedir: “Andolsun, Yusuf ve kardeşlerinde soranlar için ayetler (ibretler) vardır.” (Yusuf Suresi, 7)
Yusuf Aleyhisselâm, küçük yaşta başlayan birçok belâ ve musibetlere karşı büyük bir sabır örneği göstermiştir. Kardeşlerinin yaptığı onca eziyet ve kötülüğe, hattâ kendisini kuyuya atıp öldürmeye kastetmelerine rağmen Yusuf Aleyhisselâm onlarla karşılaştığında dillere destan olabilecek bir af ve müsamaha örneği sergilemiştir. Bu kıssada peygamberlerden, sâlihlerden, meleklerden, şeytanlardan, insanlardan, cinlerden, hayvanlardan, hükümdarlardan, memleketlerden, tacirlerden, âlimlerden, cahillerden, erkeklerden, kadınlardan, kadınların çeşitli hile ve tuzaklarından bahsedilmektedir. Bu kıssada tevhîdden, fıkıhtan, siyerden, rüya tabirinden, siyasetten, muâşeretten, din ve dünyanın salâhı için gerekli olan pek çok hususlardan bahsedilmektedir. Burada çile, belâ, musibet ve imtihanlarla dolu bir hayat macerasının sonunda kavuşulan sonsuz saadet anlatılmaktadır.
Şair Hulûsî Efendi bu beyitte gönlüne seslenerek Yusuf’u gönül tahtına oturtmasını söylemektedir. Yusuf’u gönül tahtına oturtmak demek, hayata onun gözüyle bakmak ve onun kıymet hükümleriyle hareket etmektir. Dünyada maddî ne varsa elinin tersiyle itebilmektir. Hayata Yusufça bakmak, mânâyı maddeye tereddütsüz tercih edebilmektir. Allah için tahtlardan ve taçlardan vazgeçebilmektir. Bu da sanıldığı kadar kolay bir iş değildir.
Şair Hulûsî Efendi burada gönülden; Yusuf’u gönül tahtına oturttuktan sonra, onun hasretiyle yanıp tutuşan acılı babası Yakup’a haber vermesini istiyor. Böylece hasretle yanıp tutuşan iki yürek, büyük bir bayram sevinci yaşayacaktır. Zira sevilenin; sevenin gönül tahtında oturması, sevenlerin birbirine kavuşması en makul ve en yakışan davranıştır. Aslında Yakup, nasıl oğlu Yusuf’un hasretiyle yanıp tutuşmuşsa, işte öyle de maneviyatla dolan hicranlı gönüller de Allah’ın ve onun gül yüzlü habibi Resulullah’ın aşkıyla yanıp tutuşmaktadır. Kullar, Allah’ı ve onun Habibinin cemalini iştiyakla arzu etmektedir.
Şair bu beyitte bize geçmişte yaşanmış bir hadise olan Yusuf Kıssası’nı hatırlatarak telmih(hatırlatma) sanatı yapmaktadır. Bunun yanında beyitte bir de teşhis(kişileştirme) sanatı vardır. Şair gönlü bir insan gibi düşünüp onunla konuşuyor, ondan Yusuf’u tahtına oturtması hususunda isteklerde bulunuyor. Yine beyitte “Yakup-Yusuf(baba-oğul)”, “taht ile oturmak” kelimeleri birbirini çağrıştırdıkları için bu sözcüklerin arasında tenasüp(uygunluk) sanatı bulunmaktadır. Şair burada gönlüne “ey gönül” diye hitap ederek “nida sanatı” yapmaktadır. Bunun yanında, gönül ‘taht’ olarak düşünülüyor. Gönül tahta benzetiliyor ama benzeyen ‘gönül’ söylenmiyor, kendisine benzetilen taht sözcüğü söyleniyor. Böylece açık istiare sanatı yapılmış oluyor. Şair, bu beytin birinci mısrasında Yusuf Peygamberi, yüzünün güzelliğinden dolayı “mehlika(ay yüzlü)ya benzeterek teşbih(benzetme) sanatı yapmış oluyor.
GAZELİN ŞERHİ
7. BEYİT: “Hulûsî ismini yâd etmeğe ihvân u yârânın
Fenâ dârında et sen kudretince bir eser peydâ”
“(Ey) Hulûsî, adının eş dost ve sevgililer(sadık arkadaşlar) arasında (senden sonra da) anılması için (bu) geçici dünya yerinde(fani dünyada) kudretince(gücün yettiğince) (güzel) bir eser ortaya koy(maya çalış).”
İnsan geçici bir süre için dünyaya gelir, Kul, Allah tarafından imtihan edilir, imtihanı bitince de hesap vermek üzere asıl yurdu(sıla) olan ahrete göç eder. Demem o ki, hepimiz bu dünya misafirhanesinde muvakkaten bulunmaktayız. Mühim olan şey, bu dünyadan göçerken ardımızda hoş bir seda bırakmaktır. Zira bu dünyaya Ebu Lehebler, Firavunlar, Nemrutlar da geldi, bir süre yaşadıktan sonra göçüp gittiler. Onların yanında Hz. Muhammed/sav), Hz. Ebubekir, Hz. Ömer, Hz. Osman ve Hz. Aliler de geldi. Onlar da ömürlerini doldurunca aslî yurtlarına göç ettiler. Fakat birinciler bed(kötü) bir seda bırakırken, nefret ve lanetle anılırken; ikinciler hoş bir seda bırakarak rahmet ve minnetle anıldılar; bundan sonra da öylece anılacaklar. Neticede kaybedenler nefretle anılanlar, kazananlar da rahmetle anılanlar oldu.
“En Sevgili” olan Peygamber Efendimiz, bir hadis-i şeriflerinde şöyle buyurmuştur: “Kişi vefat ettiğinde üç halde amel defteri kapanmaz. İlmî eser verdiğinde, sadaka-i cariye bıraktığında, hayırlı evlat yetiştirdiğinde.” Bu hadis’e Es-Seyyid Osman Hulûsî Ateş penceresinden baktığımızda onun amel defterinin kapanmadığına, mahşer gününe kadar da kapanmayacağına rahatlıkla hükmedebiliriz. Zira o, birbirinden kıymetli dinî ve edebî eserler vücuda getirerek, kendisinden sonra gelenlerin istifadesine sunmuştur. Onun kutlu yolundan gidenler, bu eserleri yaşayarak ve yaşatarak, başta kendileri olmak üzere nice insanın kurtuluşuna vesile olmuşlardır. Onun geride bıraktığı sadaka-i cariyeler saymakla bitmeyecek kadar çoktur. Sağlığında kurmuş olduğu Osman Hulûsî Vakfı bugün de aynı şevk ve heyecanla hayır ve hasenat çalışmalarını başarıyla yürütmektedir. Karnı aç, sırtı çıplak olanlar bu vakfın hayır gemisinde yerlerini almışlardır. O büyük ve muhterem zatın evladı, babasının hizmetlerini devam ettirmek için gecesini gündüzüne katarak hayır yarışındaki yerini almıştır.
Mutasavvıf şair Hulûsî Efendi bu beytinde, aslında kendi şahsında bütün insanlara ve bütün Müslümanlara seslenerek onların hayır üzere yarışmalarını, güzel eserler ortaya koyarak hayırla anılmalarını, hoş bir seda bırakarak ömür defterini kapatmalarını istiyor. Böyle davranan kişilerin Cenab-ı Hakk tarafından ödüllendirileceği de aşikârdır.
Bu beyitte “ihvan(kardeşler, eş dost, sadık arkadaşlar)” ile “yârân(dostlar, sadık arkadaşlar, sevgililer)” kelimelerinin birbiriyle anlam ilişkileri olduğu için burada “tenasüp(uygunluk) sanatı” vardır. Yine şair bu beytin ikinci mısrasında “fenâ dârı(geçici yer)” ifadesiyle dünyayı kastetmiştir. Dünya geçici bir yere benzetilmiş; fakat benzeyen kelime olan “dünya” söylenmemiş kendisine benzetilen “fenâ dârı” söylenmiştir. Böylelikle “”açık istiare sanatı” yapılmıştır. Şair bu beyitte kendine seslenerek “nida sanatı” da yapmaktadır. Bu gazelin son beytinde şair, mahlasını söyleyerek geleneği devam ettirmiştir.
YORUMLAR
Henüz yorum yapılmamış.