ANTİK ÇAĞIN KÖYLÜ GÜZELİ
Bahar aylarının ilk günleriydi. Köyün meralarından ot fışkırmaktaydı. Kuzular doğmuştu. Köyde bulunan koyun sürüleri, her akşam köy içine girdiklerinde koyunların sesleri, kuzu seslerine karışıyordu. Birbirine karışan seslerin arasından bir koyunun, kendi yavrusunun sesini ayırt edip yavrusuna doğru koşmasını, daha çözebilmiş bir çoban yoktur.
Her evin üst tarafında, bir saya(koyun barınağı) bulunur bizim köyde. Sayaların ön kısmı doğuya bakar. Güneş doğduğu zaman, sayaların önünü aydınlatır ve ısıtır. Hafif meyilli bir araziye yapılır sayalar. Koyunların yattıkları yer kuru kalsın diye. Ne yazık ki koyunların yattıkları yer, çamur olur hep. Keçilerin yattığı yerlerde de bir ıslaklık bulamazsınız. Keçiler ıslak bir zemini asla sevmezler. Koyunlar böyle işlere kafa yormazlar.
Koyunların sayasının iç kısmında bölünmüş bir yer, kuzular için yapılmıştır. Kuzu kaşağı denilen yerden, analarına kavuşmak isteyen kuzuların sesi çınlatır ortalığı. Sayanın içine giren koyunlar, kaşağın olduğu yere hücum ederler. Çobanlar koyunların ve kuzuların birbirini ezmesini önlemek için, sayanın dışında bekleyen koyunlara doğru, kuzuları gönderirler. Bir bağırış bir çığırış sonunda her kuzu anasını bulup emmeye başlar. Kuzular, dizlerinin üstüne çöküp analarını emerken, arkada kuyrukları sağa sola araba silgici gibi hareket eder. Koyunda kuzunun kıçından kokusunu alır yavrusunun. Bazen yanlış bir kuzuyu emzirdiğini anlayan koyun, birden kuzuyu bırakıp gider. Ana kuzusuyla buluşunca, bir sessizlik kaplar ortalığı. Bu kavuşmayı görüp yaşamak gerekir.
“Koyun meler kuzu meler
Sular hendeğine dolar
Ağlayanlar bir gün güler
Gamlanma gönül gamlanma”
Karacaoğlan görmüştür bu durumu. Yavrusuna meleyen koyun, boşuna girmemiştir türkülere.
*
Sayalar, meşeden direklerle çatılır, çatı kısmı çavdar sapı ile kapatılır. Koyunların girdiği yer, bir koyunun yüksekliğinde olurdu. Sayanın içinde, çok fazla hava akımı olmazdı. Çoban ya da bir başkansın, sayanın içine girebilmesi için eğilmesi gerekir. Sayanın önündeki alan ile sayanın etrafı yüksek bir avlu ile çevrilirdi. Bilhassa meşe ağacından yapılan tahtalarla çevrilen avlunun içine, çakal kurt gibi yırtıcı hayvanlar giremezdi. Dizme denilen tahtaların en üst kısmı, sivri bir hale getirilirdi. İcabında çaltı dikeniyle de örülürdü.
Şimdiki zamanda, o eski koyun sayaları yok artık. Eski koyun sürüleri de yok. Sayaların üstünü örtecek, çavdar sapını bile bulmak mümkün değil. Çavdar eken yok. Eskiden, sadece sayanın üstünü örtmek için, çavdar ekenler bile vardı.
Köyümüzün içine geziyorum da, bir tane saya kalmamış. Hepsi sökülmüş. Sayanın direkleri tahtaları soba odunu olmuş yakılmış. Sayaların yerlerine gübreli diye soğan sarımsak ekilmekte ya da öylece beklemekteler, virane bir şekilde.
*
Halamın evi bir tepe üstüne yapılmış. Penceresinden, derenin karşısındaki bir koyun sayası olduğu gibi görünüyor. Halam boş kaldıkça pencere önünde oturup seyreder. Koyunların geliş gidiş zamanlarını bilir.
Gönenli Mehmet, bildim bileli koyun çobanıydı. Sabah koyunlarla birlikte evinden çıkar, akşam ezanıyla evine girerdi. Yatsı namazında, görüldüğü olurdu bazen. Köy meydanında ya da bir kahvede, otururken gören olmamıştı bu güne kadar. Cuma Namazları dışında köyün içinde de görünmesi mümkün değildi gündüzleri. Sırtında torbası, koltuğunun altında nacağı ile hatırlarım, Gönenli Mehmet’i. Birde sarma sigarasıyla. Hepte yol boyunda, ya sabah ya da akşamları, koyunların ardında karşılaştım hep bu adamla.
Gönenli Mehmet’in, antik çağlardan kalma bir kale kalıntısının olduğu yerde, büyük bir tarlası vardı. Bu tarla içinde, para bulduğu söylenirdi. Ömrü boyunca, hep garibandı Gönenli Mehmet. Para bulsaydı, bir yerinde belirirdi. Malı mülkü olurdu. Koyunların ardına, ne kazandıysa onunla idare etti ve de öldü gitti.
Halam bir gün anlattı bana.
“Bahar gelmekteydi. Samsak soğan dikme zamanıydı. Gönenli Mehmet’in oğlu Ali, traktörle sayanın olduğu yere girdi. Koyunların eski gübreleri üstünde, soğan samsak iyi olur ya. Sürmeye başladı. Yer dar olduğundan, dönemiyor traktör. Geri gidip gidip gelerek öyle sürdü sayanın önünü. Evin dirseğinde, bayağı uğraştı Ali. Traktör zorladı zorladı, ileri gidemedi. Ali indi motordan. Büyük bir taşı kaldırmaya çalıştı, olmadı. Birden bağırmaya başladı babasına. Babası geldi. Taşı bağlayıp sürüklediler. Babasıyla Ali iyice telaşlandılar. Ali ceketinin arasına sardığı bir şeyi evin içine götürdü. Sonra geriye geldi. Elinde bazı çanağa benzeyen şeyleri de eve götürdü. Ben bir şey anlamadım. Ali sürdüğü yeri yarım bırakıp gitti. Daha sonraki günlerde de bir şey ekmedi, sürdüğü yere.”
Halam ne olduğunu anladığında, tam sekiz ay geçmişti.
Ali, aslında dedesi Gönenli İsmail’in bulup ta, korkup kapattığı mezarın içini boşaltmıştı.
*
Ali ceketiyle evin içine kırmızı topraktan yapılmış, bir kraliçe heykeli taşımıştı. Ardından da, çeşitli toprak kâseler ve söğüt yaprağı altın kolyeler… İncecik cam şişeler. Neyin ne olduğunu bilmiyordu Ali. Babası kraliçe heykelini görünce, ‘gâvurun gızı’ diye parçalamak istemiş. Ali;
“Buba bu eyi para idebilir. Satar zengin oluruz” deyince vazgeçmiş. Babası Ali’ye dönüp söylenmiş birde;
“Bizim köden eski ihtiyarla, eski bağlarda bunun gibi bi heykel bulmuşladı. Bunun aynısıydı. Şitan işi deyip parçalamışladı.”
Birde Gönenli Mehmet’in babası, cami de anlatmış, yıllar önce. “Benim evin dirsinde bir daşı galdırdım. Baktım içinde saçları kıvır kıvır bir garı yatıyo. Günah deyip daşı gene gapatıvadım.” Demiş de kimse inanmamış. Demek ki, bu mezarı büyük dede biliyormuş.
Bir söylentiden daha öğrendiğim, köyde “Sarı Tarla” denilen yerde de böyle bir mezar bulunup talan edilmiş. Ali’nin bulduğu heykele benzer iki heykel, köydeki aklı sivri bazı kişiler tarafından parçalanmış, ne yazık ki.
Sofular köyü sınırları içinde her yer, antik çağın eserleriyle dolu olsa da, kimseye faydası yoktu aslında.
Kraliçenin, kırmızı kiremitten olduğunu çok sonradan gördük. Başında kıvrım kıvrım bir taç vardı. Kollarında yılanlar dolanmıştı. Belden aşağısı, kolları da dirseklerinden yoktu. Üzerine giydirilmiş elbisenin kıvrımları bile sahici gibiydi. Kraliçenin memelerinin uçları bile belliydi. Gönenli Mehmet; “Gavurun oğlu, bi garıya bakıpta yapmış sankim bunu. Böle meme mi yapılır hiç görmeden! Töbe! Töbe!” diye söylenmiş, duyduk Ali’den.
Ali’nin aklında; “nasıl satabilirim. Kaç para eder bu heykel? Çanaklar kaç lira eder? Şişeler para eder mi? İncecik söğüt yaprağı altınları kime satabilirim?” gibi sorular cirit atmış aylarca. Zengin olma hayalleri kurmuş durmadan.
Birçok kişiye göstermişler. Kimse umdukları gibi para vermemiş. Hiç kimsenin tarihi bilgisi olmadığından, her şey havada kalmış.
Devletinde, böyle eser bulanlara karşı tutumu zaten belli. Her dönemde, tarihi eser bulanlar, hep potansiyel suçlu olarak görülmüştür. Korkuyor insanlar, tarihi eser bulunca. Vatandaşın “tesadüfen buldum” demesi geçerli değil. Birde tarihi eser bulanlar, parasal yönden ödüllendirilmiyor. Böyle olunca da, tarihi eser kaçakçılığı yapılarak, insanların ellerinden bir düdüğe alınan birçok tarihi eser, yurt dışına kaçırılıyor.
Sabırları tükenmiş baba ile oğulun. Bakmışlar, güvendikleri bir kişi bile yok. Uyanık geçinen damatlarına açmışlar konuyu. Damatları;
“Bem olan Çanakakle’de okuyo ya. Ben Çanaggali gidince, müzede bi bakınayım. Bunlara benzer bişile vasa, kaç lira idele bi sorim” diye söylemiş.
Çaresiz, “tamam” demiş baba ve oğul. Payın içine, birde damat girmiş böylece.
İki damadın ve bir oğulun, haberi olmadan kıvırabilirlerse bu işi, ne âlâ.
Durur mu damat efendi, o gece uyumamış bile. Ertesi gün atmış kendisini Çanakkale’ye. Gitmiş, Çanakkale Arkeoloji Müzesi’ne. Kaç kişi var, bir günde müzeyi gezen? Üniversiteye eğitim için gelen öğrenciler bile, merak edip gezmiyor müzeyi. Bir köylü girmiş müzeye, her şeyi sorup soruşturmaya başlamış. Bakkaldan alışveriş yapar gibi, fiyatları sormaya başlamış. Domates satıp, kesme şeker alacak sanki.
Damat, müzenin içinde dolanmaya başlamış. Bulunan heykele benzer heykeller, kâseler aramış. Söğüt yaprağı gibi altınları görmüş. Bir yetkiliye gidip sormuş hemen.
“Buradaki antikaların kaç lira ettiğini bilen birisi var mı?”
Müzedekiler birbirlerine bakmışlar. Birisi, “hangisinin parasını soruyorsun?” deyince de, gördüklerinin başına dikilip sormuş.
“Bu heykel kaç lira eder? Bu kâselerin değeri nedir?”
Damada cevaplar verilmiş. Bir yetkili, durumu müze müdürüne anlatmış hemen. Müze müdürü, emniyetten yardım istemiş. Şaşkın damat takibe alınmış.
Damat köye girdiğinde, bir sivil polis ekibi de ardından köye gelmiş. Takip başlamış. Sonunda, iş çözülmüş. Heykel alınmış. Müze müdürü, heykelin yanında bulunması gerekenleri diğer antika eşyaların isimlerini de saymış.
Ali, altınları ve kâseleri vermek istememiş. Müze müdürü, tarihi eser kaçakçılığından tutuklanacağını anlatmış. Ali inat etmiş. Kelepçeyi vurduklarında, işin ciddiyetini anlamış. Her şeyi getireceğini söylemiş ve getirip teslim etmiş. Ali ve babası hakkında kaçakçılıktan işlem yapmamışlar. Eserleri ellerinden almışlar. O zamanın parasıyla, 250 lira ödül vermişler. Hepsi bu.
Şimdi o kraliçe Çanakkale’de Arkeoloji Müzesi’nde. Burnu sağlam bir kraliçe hem de. Buluntuların ve kraliçenin altına yazmışlar.
“Sofular Köyü. M.Ö 1. yüzyıl.”
Gönenli Mehmet çok oldu öleli. Geriye bir torbası bir de nacağı kaldıysa, kalmıştır. Ölümüyle birlikte, koyunlarda satıldı. Oğlu ve damadı hayatta. Sayanın yerine sarımsak soğan ekende yok artık.
“Sofular Köyü,” bir antik çağ müzesi. Köyün sınırları içinde yok yok. Gönenli Mehmet’e, “kale kalıntısı var, senin tarla sit alanı” diye tapu vermedikleri bölgeye “taş ocağı“ açacaklarmış. Derken açtılar da, Asartepe mıcır olup yok olurken, köy içinden geçen kamyonlar, köy içini toz dumana bularken, köylüler aval aval bakıp, siyasete meze oluyorlar.
“Her yerde taş ocağı açabilirsiniz. Yeniden tarih oluşturamazsınız.” Desek kimsenin umrunda değl.
İddia ediyorum. Bir arkeolog gelsin benimle. Köyüme götüreyim. Arkadaş “arabadan zahmet edip inmesin.” Ben bir yerleri kazıp kendisine, çeşitli biblo heykeller çıkarıp vereceğim. Hem de antik çağ heykelleri… Benim köylülerim “antikacı, hazineci” olsaydı bu güne hiçbir şey kalmazdı.
“Antik Çağın Köylü Güzeli” Sofular Köyü’nde, kimselere yar olmadı. Bırakın da bulunduğu topraklar, ‘üzerinde yaşayan insanlara, çevresi bozulmadık bir yaşam alanı olsun.’ Deme hakkımızda yok.
“Kimsenin köyümün doğal yapısını bozmaya hakkı yok. Hele bir tarihin üstünde, taş kırmaya kimsenin hakkı yok.“ diye söylenme hakkı bile vermediler bize.
Ben doğası bozulmadık, toz duman olmayan, gürültüsüz sakin bir köy istiyor(d)um.
O köy, elimin altında var(dı).
Şimdi yok.
Geride gelmeyecek.
Bu yörede yaşayan insanların, solucan kadar değeri yoktur. Bu, “Çevresel Etki değerlendirmesi gerekli değildir” sözünde gizlidir.
Çocuklarımıza bir utanç abidesi bırakıyoruz. Bıraktık ta.
Antik Çağın Köylü Güzeli, artık Asartepe yok.
Sakın geri gelme.
Sen Çanakkale’de kal.
Şuayipodabasi…
29.03.2017/Kepez/Çanakkale
YORUMLAR
Henüz yorum yapılmamış.